Elde Fotoğraf, Hayallerin ve Amerikan Rüyasının Peşinde
![]() |
- SEVİN OKYAY - |
Birinci ya da üçüncü tekil şahısla değil, daha çok birinci çoğul şahısla anlatılmış hikâyeler, ağlamadan, acındırmadan, abartmadan, ‘Amerikan rüyası’ konusunda madalyonun öteki yüzünü gösteriyor.
GEMİDE ÇOĞUMUZ BAKİREYDİK
Bir fotoğrafa kapılıp ABD’ye giden kızların çektikleri zorluklar, gemide başlıyor. Julie Otsuko ‘Hadi Gel Japon’ başlıklı ilk bölümüne, “Gemide çoğumuz bakireydik,” diye başlamış. “Uzun siyah saçlarımız, geniş yassı ayaklarımız vardı ve pek uzun boylu değildik. Kimimiz genç kızlığımızda pirinç lapasından başka yememiştik ve biraz çarpık bacaklıydık, kimimiz ise on dört yaşında genç kızlardık hâlâ.” Yazar, bu anlatım biçimini sonuna kadar sürdürecek. Beklediklerini bulamayan kızların hangi durumlarda ne yaptıklarını anlatmaya genellikle “Kimimiz...” diye başlayacak.
‘Tavan Arasındaki Buda’yı (The Buddha in the Attic) okurken çoğu isimsiz, çok sayıdaki karakterin başına gelenler kadar, Otsuko’nun bir paragrafla, birkaç cümleyle, hatta birkaç kelimeyle okurlarına sunduğu ayrıntılardan da etkileneceksiniz. Bize hem gelinlerin kendilerini içinde buldukları çevreyi anlatacak (Japonya’daki hayata dönmeyi de ihmal etmeden), hem de neler düşündüklerini, neyi ne sandıklarını ve ruh hallerini. Geldikleri adada bile çoğu sadece doğup büyüdükleri yerleri biliyor. Yeni bir kıta onlar için, hayalden de öte bir şey. Buna karşın, bir kurtuluş kapısı, Amerikan Rüyası’nın rüyası. Orada rahat etme, para sıkıntısı çekmeme, konfor içinde yaşama hayalleri kuruyorlar. İçlerinde kaybettikleri babalarının izini sürmek isteyen, kocasından ömür boyu saklayacağı sırlara sahip olanlar da var. Kimileri, tanıdıkları yerlerden gelen, tatlı dilli tayfalarla yakınlaşmış, biri hamile kalmış.
‘SÜRPRİZ’ KOCALAR
Her şeyinden yakındıkları bu yolculuk sırasında, kocalarının resmiyse hep boyunlarında, madalyonların içinde. Oysa onlara gönderilen fotoğraflar yirmi yıl önce çekilmiş, gönül çelen mektupları ise başkaları yazmış. O meşakkatli gemi yolculuğunda kocalarını görünce tanımakta zorluk çekeceklerinden de haberleri yok. “İskelede bizi bekleyen yün bereli, hırpani siyah paltolu erkek kalabalığının fotoğraflardaki genç adamlara hiç benzemediğini bilmiyorduk.”
Yol boyunca hayal ettikleri ‘koca’lar, ne resimlerdeki adamlar, ne de ‘aşk sözcükleri’ onların hayalhanesinin ürünü. “Suyun ötesinden isimlerimizle bize seslenildiğini ilk duyduğumuzda birimizin eliyle gözlerini kapatıp arkasını döneceğini -Evime gitmek istiyorum- ama diğerlerimizin başlarımızı öne eğerek kimonolarımızın eteğini düzelteceğini ve borda iskelesinden geçerek sakin ve ılık güne adım atacağını bilmiyorduk. Burası Amerika, diyecektik kendimize, endişelenmeye gerek yok. Ve yanılmış olacaktık.”
Yanılmak, ‘fotoğrafla eşlenmiş gelinler’in ortak kaderidir. Japon kızların kaderindeyse, yanılmanın ve yıllarca köle gibi çalışmanın yanı sıra; bir de İkinci Dünya Savaşı, özellikle de savaşın Pearl Harbor’la başlayan dönemi var. Japon/Amerikalılar için, ister kadın ister erkek olsun, bir hayal kırıklığı, küskünlük, korku dönemi...
Başta onları hayal kırıklığına uğratan kocaları da, ne olursa olsun, memleketleriyle aralarındaki tek bağ olduğu gibi, bu yeni ülkenin de rehberidir. “Birbirlerini nasıl ayırt ediyorlardı? Neden sürekli bağırıyorlardı? Gerçekten de duvarlarına resim değil, tabak mı asıyorlardı? Neden bütün kapılarında kilit vardı? Neden ev içinde ayakkabı giyiyorlardı?”
YILIN EN İYİ KİTABI
Julie Otsoka’nın 2012 PEN/Faulkner ödülü, Ulusal Kitap Ödülü finalisti ‘Tavan Arasındaki Buda’sı, birçok gazetenin de seçkin kitaplar listesine girdi, Boston Globe ve Vogue tarafından Yılın En İyi Kitabı seçildi. Şahsen, mütevazı bir şaheser olduğunu düşünüyorum. Otsuko, binlerce kadının yaşadıklarını küçük bir grubun, hatta neredeyse tek kişinin başından geçmiş gibi anlatıyor. Süslemiyor, gözyaşı döktürmeye çalışmıyor (gene de döküyoruz ama), kimseyi suçlamıyor, karakterlerini de mazlum ya da kahraman ilan etmiyor. Gereksiz hiçbir şey söylemeden ama söylediklerini de yerli yerinde, okurunu etkileyecek bir şekilde söyleyerek ustalık örneği veriyor.
Gemiden San Francisco’da iskeleye, ilk geceden zahmetli rençberlik ve hizmetçilik görevlerine, yeni bir dili öğrenme çabalarına, doğuma ve anneliğe, onların bir parçası olduğu kültürü reddederek bir türlü dâhil olamadıkları bir kültürü benimseyen, dahası; annelerinden utanan çocuklar büyütmeye ve sonunda savaşa kadar uzanan, birbirine bağlı ama bireysel hikâyeler... Bir eleştirmen, “Genelde İşitilmeyen Sesler Korosu” diye tanımlamış.
Otsuka’nın ilk kitabı ‘When the Emperor Was Divine’ı (2002) okumadım, hatta, utanarak belirteyim, adını da duymadım. Bu eksiği en kısa zamanda telafi etmeye niyetliyim. ‘Tavan Arasındaki Buda’ gibi o da birbirine bağlı ve bazıları ancak bir paragraf boyunda anlatılardan oluşuyormuş.
Otuska, karakterlerinden ‘oğlan’, ‘kız’ ve ‘kadın’ diye söz ederek, bir anneyle çocuklarını Berkeley’deki evlerinde günlük hayatlarından başlayarak, Utah çölündeki barakalara kadar izliyor, sonra da geri dönüyormuş. Yazarın okurunu etkilemesini sağlayan şeylerden belki en önemlisi, sadece bize değil, ABD’li okurlarına da yabancı gelebilecek karakterlerinin (birinci kitaptaki ‘isimsiz’ karakterler de dahil), hepimize aşina gelen duygulara, tepkilere, endişelere sahip olmaları.
Gerçi ‘Tavan Arasındaki Buda’da pek çok isim var ama zaten bu sefer karakterlerimiz bir değil pek çok aileden oluşuyor. Anlatıcımız ise, Birinci Dünya Savaşı sonrasında, genç yaşta ve tecrübesizken California’ya gelen Japon kadınların sesi, ‘Biz’. Onların korosu, aradığını bulamayan göçmenler olarak sürdürdükleri hayatın değişkenliğini de, farklılığını da, lafı uzatmadan anlatıyor. California’da doğup New York’ta yaşayan, Julie Otsuka’nın kitabının küçüklüğü sizi endişelendirmesin, içinde bir ‘nehir roman’ saklı. Duygu Akın’ın duyarlı, incelikli çevirisi de, hem bizi (okuru) karakterlere (‘Biz’) yaklaştırıyor hem de Otsuka’nın romanının hakkını veriyor.
*Akşam Kitap gazetesi
YORUM YAZIN