Header Ads

Kim Suçlu?

- TUĞÇE ÖZSOY -
Perşembe günü Taksim'deki nefret seslerinden sıyrılıp Kadıköy'e geçtiğimde, afişler içime biraz olsun umut serpiştirmişti yeniden. Barış isteyenlerin afişleri, barış çağrısı yapan afişler. Ta ki Cuma günü aynı yerden geçerken, bir gün önceki nefret seslerinin aynısını, misliyle işitinceye kadar...

“Kanı yerde bırakmayacağız”, “Allahû ekber”, “Ya Allah bismillihlah, Allahû ekber”, “Şehitler ölmez vatan bölünmez” sesleri çınlıyordu her tarafta; yer kayıyordu sanki, kaldırımlar, geçitler, yeşil ışıklar yok oluyordu gözümün önünde.

Ve yine aynı akşam bu kez televizyonda, dayanılmayacak kadar kötüleşen görüntüler eşliğinde yok olup gidiyordu aynı şeyler. Bir şehit cenazesinin görüntüleri, “ağlamayacağım, dik duracağım”, “düşmanları sevindirmeyeceğim” diyen bir annenin sesi. Aynı görüntüler küçük bir çocuğa odaklanıyordu hemen ardından. Arkasından gelen sesler, “yıkılmadık, aslan gibi çocuklarımız var, bir oğlumu daha gönderirim” sözleriyle çınlıyordu ve o küçücük çocuk bu sözlerin ardından oradakiler tarafından omuzlanıyordu.

4-5 yaşlarında ya var ya yok, belki ölenlerden birinin oğlu, belki yeğeni, belki sadece orada bulunan birinin çocuğuydu, kim bilir? Hiçbir şey anlamadan bir sonraki kurban ilan ediliyordu, bir sonraki savaşçı, bir sonraki şehit ya da bir sonraki katil. Sanki daha savaşın çok uzun yıllar sürmesini isteyenlerin haykırışlarını sembolize ediyordu çocuk; “daha bu nefret dinmez, dindirtmeyeceğiz, kan istiyoruz, bakın bu çocuğun büyüyüp aynı yollara atılmasına en azından 13-15 yıl var, o zamana yetiştireceğiz” sesini yansıtıyordu.

İnsan kocaman kocaman adamlarla kadınların nefret dolu sözleri de olsa umudunu koruyor da, 4-5 yaşlarındayken feda edilmeye ve kan davasıyla beşik kertmesi yapılmaya hazırlanan çocuk görüntüsüne dayanamıyor. Umut filan kapkara oluyor. “Neyi suçlamalı? Suçlu kim?” diye sorup, aynaya zor bakıyor insan.

Geçtiğimiz haftaki sert soğuğun ardından, Çarşamba'yla birlikte ısınan havanın, kan dökülmesine gebe olduğunu düşündüğümde, havayı suçladım ben de. Sıcaklaştı; kan akabildi diye düşündüm. Oturup kalkıp, “hep havanın yüzünden işte” dedim. Çünkü artık her sokağa çıkışta, her televizyonu açışta, herkesin yüzüne ya da her aynaya baktığımda, suçluları görmekten yoruldum.

Kim mi suçlu? Ben, sen, o, biz ve siz diye ayıranlar, barışa yeterince inanmayanlar, çabaları yetmeyenler, “kan isteriz” diye bağıranlar, bizler ve onlar ayrımını yapanlar, “hepsi de öyle değil ki...” savunmasıyla yola çıkanlar, “anlıyorum tabii ama onlar da...” diyenler, “ne diye yerlerinde oturmuyorlar” diyenler, “bize saldırırsanız, daha kötüsünü düzenleriz” diye aklından geçirenler, ders kitaplarını yazanlar, “hoşgörü” kelimesini olur olmadık kullananlar...

Ama yok; onları suçlamayacağım bu kez. Bu kez havayı suçlayacağım.

Hava suçlu, su suçlu, yan sokakta bombalar patlarken kulaklarını tıkayıp kaçan çocuklar suçlu, sokaktan geçen adam suçlu... Kalem suçlu doğru kelimeleri yazamadığı için, silah suçlu ateş aldığı için, dağ, taş suçlu işte üzerlerine çıkılabildiği için, mağaralar suçlu, mayınlara basan ayakkabı suçlu, patlayan bombadan paramparça olan küçücük çocukların bedeni suçlu....

Hadi durmayın, en suçsuz gördüklerinizi de suçlamaya başlayın bu kez. O, omuzdan omuza gezdirilerek, bir sonraki fedai olmaya hazırlanan çocuğu suçlayın.

Bu kan durmazsa, nasılsa bir gün tüm bunlar da suçlu olacak.

2 yorum:

  1. Neden, kanın durmasından yana olduğunu dile getirenler bir çözüm önerisi sunmadan nara atmaya devam ederler? Nasıl ve ne şartlarda bir barıştan söz edeceksiniz çok merak ediyorum. Ben babamı öldürenler ile barışmam. Dünyanın hiç bir yerinde kimse babasını öldüren biri ile barışmaz. Eğer yaşam olsa idi, uzayda da kimse barışmazdı...

    YanıtlaSil
  2. Kirli niyetlerini barış naraları ile saklayabileceğini düşünenlere yorum dahi yapamıyorum...

    YanıtlaSil

Blogger tarafından desteklenmektedir.