Yeni OHAL ve Ötesi
![]() |
| - HAMZA AKTAN - |
Özellikle bazı medya kanalları, aynı şekilde 90’ların başında TRT’nin yürüttüğü misyona benzer bir yayıncılık sürdürmeye başladı bile. Yine yüzü maskeli, PKK itirafçısı olduğu iddia edilen kişiler üzerinden başta BDP olmak üzere Kürt kurumlarını hedef gösteren yayınlar yapılıyor. Bu kanallardan yayılmaya çalışılan PKK’nin Hakkari’de halka silah dağıttığı gibi tamamen yalan ve ileride başlayabilecek muhtemel bir ‘sınır içi’ operasyonda yaşanacak sivil ölümleri meşrulaştırıcı, “iddia edildi” kipindeki haberler 90’ların tarzından dahi daha korkutucu bir hevesin sözkonusu olduğunu gösteriyor.
Çünkü
ne de olsa 90’ların devlet diskuru tüm anti demokratik, illegal
yöntemlere rağmen ‘halkla’ PKK’yi bir tutmamaya çalışan kendince bir
politically correct’i izliyordu. Ancak bugünün işaretleri, Kürt
kentlerinde her ne olacaksa bunun yalın sosyolojik gerçekler üzerinden
yürütüleceğini gösteriyor. Tamillere karşı büyük bir insanlık suçu
işleyen Sri Lanka hükümetinin yaptığı vahşetin medya kanallarında rahat
bir şekilde ‘model’ diye tartışılabiliyor olması, bu çıplak gerçeğin
gizlenmiyor oluşundan çıkıyor; 20 yıl önce örgütü desteklememe ihtimali
halen sözkonusu, ‘kurtarılacak’ bir halk vardı, şimdi o da yok.
PKK’ye yönelik topyekün bir taarruz siyasetinin insanlık suçları işlenmeden yürümeyeceği bu açıdan hem sosyolojik hem de teknik nedenlerle açık bir gerçek. Kürtler bunun ilk acı deneyimini 90’larda yaşadı. 80’ler ve 90’larda devletin esas amaçlarından biri yeni ortaya çıkmış PKK’nin halk desteği kazanmasını engellemekti. Bunun için de medyanın bir propaganda ve dezenformasyon aracı olarak kullanılmasından işkence ve toplu yargılamalara, köy yakmalardan faili meçhul cinayetlere kadar insanları korkutacak, sindirecek her yola başvuruldu. Şu anda bahsini ettiğimiz 27 yıllık savaşın asıl can kayıpları bu dönemde yaşandı. Örgüte yardım ettiği gerekçesiyle 3 bini aşkın köy boşaltıldı, 1 milyonu aşkın kişi göç ettirildi, binlerce kişi infaz edildi, onbinlerce kişi hapse atıldı.
Tüm bunlara rağmen ne silahlı örgüt bitirilebildi, ne de kurulan pro-PKK siyasi partilere olan halk desteği kesildi. Aksine Kürt hareketi Türkiye’nin legal siyaset alanında etkili bir konuma geldi, 90’ların sonlarından itibaren kazanmaya başladığı belediye başkanlıkları sayısını iki yıl önce 99’a yükseltti. Bu yıl da Meclis’e Cumhuriyet tarihinde görülmedik bir oranla 36 milletvekili soktu.
PKK’ye yönelik topyekün bir taarruz siyasetinin insanlık suçları işlenmeden yürümeyeceği bu açıdan hem sosyolojik hem de teknik nedenlerle açık bir gerçek. Kürtler bunun ilk acı deneyimini 90’larda yaşadı. 80’ler ve 90’larda devletin esas amaçlarından biri yeni ortaya çıkmış PKK’nin halk desteği kazanmasını engellemekti. Bunun için de medyanın bir propaganda ve dezenformasyon aracı olarak kullanılmasından işkence ve toplu yargılamalara, köy yakmalardan faili meçhul cinayetlere kadar insanları korkutacak, sindirecek her yola başvuruldu. Şu anda bahsini ettiğimiz 27 yıllık savaşın asıl can kayıpları bu dönemde yaşandı. Örgüte yardım ettiği gerekçesiyle 3 bini aşkın köy boşaltıldı, 1 milyonu aşkın kişi göç ettirildi, binlerce kişi infaz edildi, onbinlerce kişi hapse atıldı.
Tüm bunlara rağmen ne silahlı örgüt bitirilebildi, ne de kurulan pro-PKK siyasi partilere olan halk desteği kesildi. Aksine Kürt hareketi Türkiye’nin legal siyaset alanında etkili bir konuma geldi, 90’ların sonlarından itibaren kazanmaya başladığı belediye başkanlıkları sayısını iki yıl önce 99’a yükseltti. Bu yıl da Meclis’e Cumhuriyet tarihinde görülmedik bir oranla 36 milletvekili soktu.
Bu
nedenle devletin PKK veya legal bir Kürt siyasi partisinin toplumsal
desteğe ulaşmasını engellemek gibi onlar açısından bakıldığında rasyonel
görünecek gerekçeleri ortadan kalktı. Dolayısıyla
şimdi sözkonusu olan, artık bir veri haline gelen ‘halk desteğiyle
birlikte’ örgütü ortadan kaldırmak. Halk desteğinin henüz emekleme
döneminde olduğu yıllarda halka neler yapıldığı dikkate alındığında,
halkın desteğinin bir veriye dönüştüğü bu dönemde yaşanacakların daha
ağır olacağını kestirmek zor değil.
Bu
nedenle de popülerleşmiş ve çok büyük oranda kurumsallaşarak ‘ustalık’
dönemine girmiş bir hareketi, Erdoğan’ın ‘barış ayı Ramazanda’ ilan
ettiği Orwellyen ‘barış’ının düzeyine getirmek için, bunu yürütecek
kişilerin sayısız suça, cinayete ve katliama bulaşması gerekecek. Yeni
sürecin bildiğimiz kadarıyla ilk katliamı Pazar günü yaşandı. Çocuklar
Solin (6 aylık), Sonya (4 yaşında), Oskar (10), Zana (11), anneleri Mer
Haci Mam ve babaları Hasan Mustafa ile yanlarındaki Rezan Hüseyin Mustafa (34),
bir Türk jetinin araçlarını hedef alması sonucu bedenleri parçalanarak
hayatlarını kaybettiler. Öte yandan hükümetin bu günlerde Kürtlere, Kürt
siyasetine vaat edebildiği yegane şeyin 90’ların hukuksuzluğuna bir
dönüşün olmayacağı gibi ancak o dönemden yalnızca daha az veya daha
profesyonel bir şiddet olarak anlaşılabilecek söyleminin kendisi bile
önümüzdeki dönemin bir ‘postmodern OHAL’i ifade edeceğini gösteriyor.
‘Süper valiler’
Kamuoyuna
açık edildiği kadarıyla, gündemde olan olağandışı ‘teknik’
değişikliklere bakıldığında da durumun ciddiyeti kendini gösteriyor.
OHAL dönemindeki en büyük sorunlardan biri, ‘terörle mücadele’ adındaki
sürecin ne ulusal ne uluslararası ölçekte herhangi bir
denetlenebilirliğinin olmaması, yereldeki asker-sivil yetkililerin
kontrolü olmayan bir güçle istediklerini yapabiliyor olmalarıydı. Bu
yıllarda Olağanüstü Hal Bölge Valiliği adı altında, Kürt illerindeki
olağandışı uygulamaların idaresi tek bir ‘süper’ bölge valisine
bağlanmışken şimdi her biri bir kentten sorumlu bir düzine ‘süper’ OHAL
valisi olacak.
Bu uygulama kentlerdeki güvenlik idaresini ‘süper’ yetkilerle bir kişiye devredeceği için denetlenebilirlikten uzak, ihlallere son derece açık olacak. Benzer şekilde hâlâ işledikleri suçları tartıştığımız, binlerce insanın ölümünden sorumlu tutulan ve halen tek birinin yargılaması yapılmamış ‘özel harekat’çılar da hükümete yakın televizyon kanallarındaki ‘acaba imajlarının düzeltilmesi için birşeyler yapılamaz mı’ münazaraları eşliğinde ‘süper’ yetkilerle donatılarak bölgeye gönderiliyor.
Bu uygulama kentlerdeki güvenlik idaresini ‘süper’ yetkilerle bir kişiye devredeceği için denetlenebilirlikten uzak, ihlallere son derece açık olacak. Benzer şekilde hâlâ işledikleri suçları tartıştığımız, binlerce insanın ölümünden sorumlu tutulan ve halen tek birinin yargılaması yapılmamış ‘özel harekat’çılar da hükümete yakın televizyon kanallarındaki ‘acaba imajlarının düzeltilmesi için birşeyler yapılamaz mı’ münazaraları eşliğinde ‘süper’ yetkilerle donatılarak bölgeye gönderiliyor.
Kendi
siyasi geleceği sözkonusu olduğunda referandum gibi demokratik
seçenekleri kısa zamanda hayata geçiren AKP, şimdi milyonlarca Kürt’ün
hayatını doğrudan etkileyecek bir konuda herhangi bir referandum bir
yana, parlamentodaki siyasi partilere dahi danışma ihtiyacı duymadan,
savaş seçeneğini uyguluyor. Savaşın ve araçlarının toplumsal gündemi
belirlediği bu dönemde sorunun gerçekte ne olduğu tekrar unutturulmaya
çalışılacak, toplumsal sorunlara demokratik yollardan çözüm bulması
görevleri olan siyasetçiler bir kan davalı gibi rasyonelliklerini
kaybedecekler. Oysa Kürt veya PKK meselesinin bu ülkenin üzerine inşa
edildiği tek millet paradigmasının çıkardığı bir hadise olduğu gerçeği
her türlü hukuksuzluğun gerçekleştirildiği 90’larda değişmediği gibi
önümüzdeki süreçte de değişmeyecek.
Sorumlu siyasetçilerin bu atmosferde görevleri Türkiye’nin bugününü travmatize eden 90’lı yılların uygulamalarını tekrarlamaları değil, geleceğini her anlamda imar edecekleri barışçıl siyasetler geliştirmek olmalı. Hükümetin sorunu silahlı yöntemlerle çözme noktasına düşmesi bu ülkeye barış ve istikrar getirecek bir siyasi vizyondan uzak olduğunu gösteriyor. Buna rağmen uzun süredir taleplerin karşılanması veya güvencelerin sağlanması durumunda silahlı mücadeleye son vermeye hazır olduğunu duyurmuş bir örgüt ve barışçı muhalefet yürüten sivil Kürt hareketinin varlığı bir imkan olarak durmaya devam ediyor. Bu imkana Türkiye’nin arkaik kırmızı çizgileri üzerinden on yıllar öncesinin yollarıyla değil, modern bir demokrasiye uyacak barışçı yanıtlar üretilebilmeli. Eğer bu olmayacaksa, o zaman da 90’larda yaşanan hukuksuzluklara sessiz kalan Türkiye’nin geniş kamuoyunun benzer bir dönemin sorumluluğunu paylaşmayı reddederek olacaklara sesini çıkarması gerekir.
Sorumlu siyasetçilerin bu atmosferde görevleri Türkiye’nin bugününü travmatize eden 90’lı yılların uygulamalarını tekrarlamaları değil, geleceğini her anlamda imar edecekleri barışçıl siyasetler geliştirmek olmalı. Hükümetin sorunu silahlı yöntemlerle çözme noktasına düşmesi bu ülkeye barış ve istikrar getirecek bir siyasi vizyondan uzak olduğunu gösteriyor. Buna rağmen uzun süredir taleplerin karşılanması veya güvencelerin sağlanması durumunda silahlı mücadeleye son vermeye hazır olduğunu duyurmuş bir örgüt ve barışçı muhalefet yürüten sivil Kürt hareketinin varlığı bir imkan olarak durmaya devam ediyor. Bu imkana Türkiye’nin arkaik kırmızı çizgileri üzerinden on yıllar öncesinin yollarıyla değil, modern bir demokrasiye uyacak barışçı yanıtlar üretilebilmeli. Eğer bu olmayacaksa, o zaman da 90’larda yaşanan hukuksuzluklara sessiz kalan Türkiye’nin geniş kamuoyunun benzer bir dönemin sorumluluğunu paylaşmayı reddederek olacaklara sesini çıkarması gerekir.
* hamzaaktan.blogspot.com

YORUM YAZIN