Header Ads

Sahi Değişmez mi Bir Şeyler?


- GÖZDE DEMİREL -
İnsan hasta olduğu zaman zaman hem hızlı hem yavaş geçiyor.  Uyku saatleri su gibi akıp götürürken, baş ağrısı ve mide bulantısını geçirecek ilaçlar sanki giderek daha yavaş tesir ediyor.  Hasta olmak hem iyi hem kötü… Bir yandan yapılması gereken işler birikirken bir yandan ne kadar umursandığınızı hatırlamanız için de eşsiz fırsatlar. (Burada önerim herkesin kendine hemen iyi çorba yapan bir arkadaş edinmesi)

Biraz iyileşmeye başlayınca ise eylülün tüm güzelliğine rağmen evin çekiciliğine kapılıyorsunuz. Hal ve durum böyle olunca da kitaplar ve filmler imdadınıza yetişiyor…

İşte işten güçten alıkoyan bir grip halinde, Onca baş ağrısına rağmen bir anda bitirdim Sinan Sülün’ün Karahindiba kitabını. Önerilerine çok güvendiğim bir arkadaşım tavsiye etmişti, iyi bir kitaptır diye düşünüyordum ama itiraf etmeliyim bu kadar iyi olacağını beklemiyordum. Son zamanlarda okuduğum en iyi “ilk” kitaplardan biri olmasının yanı sıra artık çıkan her kitabını hemen alacağım bir yazar daha var.

Kitapta üç farklı öykü yer alıyor. Bambaşka karakterler. Öte yandan üç öykü garip bir şekilde birbirini tamamlıyor.  Öykülerin kahramanları hayata hırsla asılmayı tercih etmeyen insanlar. İşsizlik ve rutin satırlarda içinize işliyor. Zaman zaman yer alan fantastik öğelere rağmen, karakterler o kadar gerçek, kendilerine sordukları sorular, kabullenişleri ve kaybedişleri o kadar güçlü ki üç öyküde çok gerçek. Gerçek olduğu için de can acıtıcı. Bir öykü içinde ana karakterlerin yanında yan karakterlerin dünyasına girivermeniz ise, Sinan Sülün’ün kitabını “iyi bir ilk kitap”tan öte gerçekten “çok iyi” bir kitap yapıyor. Kısacası okumanız şiddetle tavsiye edilir… Benim en sevdiğim öykü Karahindiba oldu, sizin hangisi olur bilemem…

*

Naçizane ikinci tavsiyem ise İstanbul Bienali’nin kaçırılmaması… Bu yılki teması “İsimsiz” olan Bienal’deki çalışmalar savaş karşıtlığının ve savaşın acımasızlığının sanatla nasıl anlatılacağının çok iyi örnekleri yer alıyor.   Ki Bienal benim geç de olsa “Lettizia Battaglia”yı da keşfetmeme ön ayak oldu…

1935 doğumlu Lettizia Battaglia, Sicilya doğumlu bir fotomuhabir. 16 yaşında evlenen Battaglia, 36 yaşında boşandıktan sonra bu mesleğe başlamış.  Çektiği on binlerce fotograf arasında mafya üyelerinin yanı sıra ölüleri de fotograflamış… Ölümle, ölümün saçmalığını ve çağın acımazlığını anlatan fotografları ile ben Battaglia’nın işlerine hayran kaldım. İnternetten siz de bir adını arayın ve çalışmalarına göz gezdirin derim.

*

Bu satırları yazarken Adana Altın Koza ödülleri açıklanıyordu. Ödül töreninden beni en çok etkileyen konuşma ise Özcan Alper’in oldu. “Bu ülkede 1990’lardan bu güne 17500 insan biz evlerimizde uyurken, Jitem denilen bu gün hepimizin bildiği karanlık güçler tarafından evlerinden alındı, sorgulandı ve öldürüldü.” Yüzleşmemiz gereken konuların sanat yoluyla dile getirilmesi ne güzel… ve biz ne çok acı   yaşayan bir ülkeyiz.

Ve merak ediyorum. Gerçekten çok merak ediyorum. Ülkece ne zaman “hakikatlerimizle” yüzleşebileceğiz?

*
Acıyı sadece bizim başımıza gelince acı saymak. Garip geliyor bana. Bu demek değil ki kendi acılarımızı abartmayalım, daima toplumsal konularla ilgilenen hayatını haksızlığa karşı mücadeleye adayan gözü kara idealistler olalım. Ama her hafta ülkenin, ülkemiz denilen yerin bir yerlerinde insanlar ölür, öldürülürken en azından savaş çığırtkanlığından kaçınmaya çalışsak. Çok mu zor? Bu kadar zor olmamalı… Başka bir şey diyemiyorum. Düğümleniyor kelimeler.

Susan Sontag’ın bir kitabı geliyor aklıma. “Başkalarının Acısına Bakmak”  Bakmak…

Elbette başka ne yapabiliriz? Filistinliler zaten topraksız yaşamaya alıştı değil mi? Ya da Somali’de insanlar ölüyor da Afrika zaten aç bir kıta bunlar olağan şeyler. Tamam, elbette üzülüyoruz televizyonlarımızın karşısında dertleniyoruz da hayat devam ediyor. Acılar sürecek, dünya böyle bir yer. Bakmaktan başka ne yapabiliriz? Değil mi?

Peki ya en azından “gerçekten” umursamayı denesek? Sahi yine de değişmez mi bir şeyler?

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.