Header Ads

Zeynep Gambetti: Gelecek Kuşakların Dini Bütün, Müsrif, Sağlıklı ve Bilgisiz Olması Hedefleniyor


Dünyada öğrenci hareketlerinin / gençlerin farklı bir siyaset formu üretmeye başladığını, özellikle meydanların daha aktif kullanıldığını görüyoruz. İngiltere’de, Yunanistan’da, Şili’de, Arap Baharı sürecinde mevzubahis bölgede, ABD’nin çeşitli üniversitelerinde öğrenci eylemleri, beraberinde daha geniş kitleleri de mobilize etmeye başladı. Gençler nezdinde artan bu eylemselliği nasıl okumalıyız?

Ben bunları neoliberal sistemin yarattığı çelişkilerin dışavurumu olarak görüyorum. Yeni bir 68 hareketiyle karşı karşıya olduğumuzu düşünmek istiyorum, ancak bugün içinde bulunduğumuz durum biraz farklı. Önceden var olan alternatiflerin geçerliliği veya arzulanabilirliği konusunda şüpheler var. Sosyalizmin çöktüğü söylemi ufuklarımızı kısıtlayan bir bariyer olarak durmakta. Eskiden ya sosyalizm ya da barbarlık diyebiliyorduk. Oysa bugünkü barbarlığın önüne neyin geçebileceği meçhul. Gençler düzene karşı ayaklanıyorlar, ancak bunu nasıl bir düzenle ikame edeceklerini ne onlar ne de biz biliyoruz. Farklı siyaset formlarının denenmesinde bence sonsuz fayda var, zira ütopik olarak damgalanabilecek birtakım yaratıcı çözümler bu deneyimler sayesinde üretilebilecek. Ancak bunların parçalılığı -yani birbirinden kopuk coğrafyalarda, konjonktürel kaygılar etrafında gerçekleşiyor olmaları- deneyimlerden çıkarılacak teorik ve pratik derslerin kayıt altına alınamamasına yol açabilir. Şili’deki öğrencilerle Arap Baharı’nı yaşayan öğrenciler arasında deneyim aktarımının yollarının açılması gerekiyor. 2000’li yıllara damgasını vuran Dünya Sosyal Forumu buluşmalarında olduğu gibi, internet de kullanılarak, farklı direniş biçimlerini kollektif belleğe katan ve bunlar üzerinden sınıf temelli söylemler üreten bütünleştirici bir çaba içine girmek anlamlı olurdu.

- Gençlerin eylemsellikleri gelip geçici bir heyecanın tezahürü olarak algılanıyor. “Biz sizin zamanınızdayken denedik, yanlış yaptık.” tarzı ifadeler, nasihat verenin çok olduğu ortamlarda sıkça zikredilmekte. Üniversite öğrencilerinin mobilizasyonunun “uzun vadeli” bir değişim getirebileceği kanaatini taşıyor musunuz?

Gençler herkesin hissettiği ancak ifade etmekten kah korktuğu kah sinizme boğulmuş bir biçimde ihmal ettiği rahatsızlıkları dile getiriyorlar. Ama unutmayalım ki “gençlik” kimsenin sahip olduğu kalıcı bir kimlik değil, geçici yaşamsal bir evre. Uzun vadeli herhangi bir mobilizasyonun salt gençler üzerinden yürüyemeyeceği aşikâr, zira üniversitedeki ilk iki yıl kafa karışıklığı içinde geçiyor, sonraki iki yıl aktivist bir sürece giriliyor, ama mezun olur olmaz bireyin artık “kaybedilecek bir şeyleri” olmaya başlıyor. Üstelik üniversite ortamındaki yoğun temastan uzaklaştığı için aktivist heyecanı sönümleniyor. Gençken radikal olup da bugün bir şirketin CEO’su olarak geçmişine yabancılaşmış öyle çok üniversite arkadaşım var ki! Diyeceğim, üniversitedeki mobilizasyonun ortalama ömrü beher öğrenci için iki kısacık yıl. Bu denli devri daimin olduğu bir ortamda kalıcı etkiler yaratabilmek için toplumun diğer kesimleriyle ittifak kurmak ve düzene başkaldırının yarattığı adrenalinin ötesinde gayet sabır isteyen bir biçimde iğneyle kuyu kazmaya hazır olmak gerekir.

- Diğer bölgelerde artan bu eylemselliğe rağmen, belli başlı faaliyetleri saymazsak, Türkiye’de gençler nezdindeki mobilizasyon eksikliğini hangi faktörlerle açıklayabiliriz?

Türkiye’deki gençler 1980’den beri sindiriliyor. 1995-2005 arasında Kürt gençlik hareketi sayesinde bir ivme yakalandıysa da, bugün bu harekete indirilen “hukuki” darbeler yüzünden kitlesel eylemlilikler uzun soluklu olamıyor. Resmi söylemlerin ve ana akım medyanın etkisinde kalan gençlik, Kürt hareketine şüpheyle bakıyor. “Terörle mücadele” düsturunu içselleştiriyor. Gençlerin kafasının karışık olduğu kesin: Kimileri Kemalizm’in bekçiliğini yapmaya, kimileri de eskinin mazlumu, bugünün iktidarı olan İslami çevrelere arka çıkmaya çalışıyor. Her iki grup da iktidar mercileriyle aralarına mesafe koymayan gayet dar çerçeveli bir “muhalefet” kültürü geliştiriyor. İktidarı gerçek anlamda sorgulayan düşünsel süreçler gelişmiyor. Sol dağılmış durumda. Emekçilerle öğrencilerin teması asgari düzeyde. Diğer alternatif hareketler ise çok fazla görünülürlüğe sahip değiller. Gençlerin önünü açacak farklı bir ivmenin Türkiye’de ortaya çıkması biraz zaman alacak gibi gözüküyor.

Bir diğer etmen de, neoliberal sistemin değerlerinin içselleştirilmiş olması. Öğrenciler emeğin sorunlarını sahiplenemiyorlar, zira üniversite bir sınıf atlama vizyonu sunuyor. Gençler, günlük hayat pratikleri ve arzularıyla bu değerlerin doğallaştırılmasına, tarihsizleştirilmesine katkıda bulunuyor. Fitness, sağlıklı yaşam, bedenin belli normlara uygun olarak giydirilmesi, kuşatılması, teknoloji bağımlılığı gibi birtakım disiplin mekanizmalarının “daima genç kalın” ideolojisini aşılaması karşısında savunmasız durumdalar. Gençliğin kendi bir meta haline gelmiş durumda. Hepimizin “genç kalması”, sürekli tüketmesi ve yaşlılıkla özdeşleştirilen bilgelikten kati suretle kaçınması bekleniyor. Gençlerin eğitimi üzerinden dönen müthiş iktidar oyunlarından da anlaşılacağı üzere, gelecek kuşakların dini bütün ama müsrif, sağlıklı ama bilgisiz olması olması hedefleniyor. Bu oyunları deşifre etmedikçe yaşam koşullarının güçleşmesine bağlı olan harç veya yemekhane eylemlerinin bir yere varacağını pek sanmıyorum.

- Malumunuz okulumuzda, bilinen adıyla bir “Starbucks eylemi” gerçekleşti. Farklı görüşler var eylem hakkında. Kimisi hocaların yeteri kadar destek vermediğinden şikâyetçi, kimisi somut bir başarı elde edilemediği kanaatinde, kimisiyse Kooperatif çalışmasından tutun Rektörle yapılan görüşmeye kadar geniş bir yelpazede göreceli başarı elde edildiğini düşünüyor. Sizin bu konu hakkındaki yorumlarınız nelerdir?

Starbucks eylemleri sırasında sabbatical iznimi kullanıyor olduğum için maalesef çok uzaktan takip edebildim. Anladığım kadarıyla bazı siyasetlerin tıkandığı yere de işaret eden bir eylem olmuş. Şurası bir gerçek ki hocaların mobilizasyonu epey zor; öğrenci ve hocaları ve hatta üniversitenin tüm bileşenlerini kapsayan temas alanları çok az. Ama olaya diyalektik bir açıdan bakacak olursak, bu eylemin kendisi bizi bize gösteren bir ayna oldu. Kooperatif veya karşı-işgal gibi alternatiflerin bu üniversitedeki eylemlilik dağarcığına katılması bunları hemen şimdi olmasa da bir sonraki süreçlerde yeniden canlandırılabilir potansiyeller olarak sabitledi. Öğrenciler arasında bu konuda tartışma devam ediyor mu bilemem, ama hocalar biraraya gelip üniversitedeki akademik ve yaşamsal alanları tepeden inme kararlara karşı koruma iradesi geliştirdiler. Toplumsal mücadelelerin başarısını hedefe ulaşıp ulaşmadıklarıyla ölçülmesi gerekmez, mücadelenin kendisi bir “okul”dur.

- Starbucks eyleminin olduğu sırada, diğer üniversitelerde okuyan bazı kişilerden beklenmedik olumsuz tepkiler alındı, belki de toplumdaki Boğaziçili imajından kaynaklı olarak. Bu eylemselliğin sadece üniversite yaşantısıyla sınırlı olduğu, bu eylemin “şımarıklık” olduğu, zaten bizim “paçayı kurtardığımızı” söyleyenler oldu. (Tırnak içindeki ifadeler birebir alıntıdır.) Bu sayıda bu “Boğaziçili imajını” da incelemeye çalışacağız. Sizin bu konu hakkındaki gözlemleriniz / yorumlarınız nelerdir? Gerçekten de Boğaziçi, Türkiye gerçekliğinin çok mu dışında?

Starbucks eyleminin bir “şenlik” olarak sunulması ve yaşanması sıkıntı yarattı sanırım. Boğaziçi’nin “Boğaz’a nazır hainler” veya bahsettiğiniz gibi şımarık burjuva çocukları imajı var. Şenlik her ne kadar postmodern bir eylemlilik biçimi ise de Türkiye henüz postmateryalist bir toplum değil. Karnaval, Bakhtin ve Fransız Situationist akımı tarafından geliştirilen bir kavram. Varolan değer ve kimliklerin nihilist bir yaratıcılık aracılığıyla yapıbozuma uğratılmasını içeriyor. Ancak daha önce de belirtmeye çalıştığım gibi, bu tür karşı çıkışların bir sınıf temeli -veya en azından toplumsal mücadelelerle örtüşen bir temeli- olması gerekir. Toplumsallıktan kopuk olan eylemlilikler sönümlendiğinde geriye kalan deneyim ve ilişkiler baki olmakla birlikte, bir tür boşunalık duygusu yaratması da muhtemeldir. Buna rağmen itiraf etmek gerekir ki Boğaziçi Türkiye’de bir “kurtarılmış bölge” olma özelliğini koruyor. Burada üretilen karşı duruş biçimleri, Türkiye’deki hâkim muhalefet kültüründen farklılaşabiliyor. Bu gücümüzdür aslında. Boğaziçi’ndeki eylemin başka üniversitelerde kantin protestolarını tetiklediğini unutmamalıyız. Hiç birşeye salt beyaz veya salt siyah olarak bakmamalıyız, diyalektik gri alanları ve geçişliliği görmemizi gerektirir. Yeter ki “kurtarılmış bölge”mizde ürettiğimiz çözümleri daha geniş toplumsal kaygılarla fiilen ilişkilendirmenin yollarını bulabilelim…

- Her siyasi hareketin gençliğe dair tasavvuru, ajandası var. Bunu meşru buluyor musunuz?

Meşruiyet sorusunu burada sormanın pek bir anlamı olmadığını düşünüyorum. Her siyasi hareket kendi gençlik ajandasını üretecek zaten, çünkü daha eski kuşakları birtakım hedefler konusunda heyecanlandırmak daha zor. Bunu bir gerçek olarak kabullenip mücadelenin hiç bitmeyen bir süreç olduğunu anlamalıyız.

- YÖK’ün varlığı bir problem olarak tartışılıyor bugün. Herhangi bir eylem, siyasi faaliyet; “Öğrenci Disiplin Yönetmeliğinde” ağır suçlarla cezalandırılıyor. Bunun değiştirilmesine dönük de somut bir adım atılmış değil. Dahası, akademik özerkliği yok etmesi de söz konusu. YÖK’ün kaldırılması gerektiği çokça zikredilse de yerine nasıl bir sistemin oturtulacağı çok da konuşulmuyor. Nasıl bir alternatif tasavvur etmemiz gerekiyor?

YÖK 12 Eylül zihniyetinin üniversitelerdeki yansımasıdır ve kesinlikle kaldırılması gerekir. YÖK bir kolluk kuvvetidir, disiplin yönetmelikleriyle gerek öğrencileri, gerekse akademisyenleri kıskıvrak kavramayı hedefler. Üniversitelerin özerk olması şart. Yalnız Türkiye şartlarında üniversitenin özerk bilgi üretimine değil, birtakım ideolojik kaygılara endekslendiğini de unutmayalım. Üniversiteler bugün kendi hallerine bırakılsalar mobbing ve mahalle baskısından öğrenci kıyımına kadar birçok adaletsizliğin yaşanacağına ben şahsen kesin gözüyle bakıyorum. Üniversitenin “universitas” olduğunu düşünen kaç hoca ve öğrenci var sizce? Bilgi üretimi ve aktarımı da en nihayet bir iktidar biçimi! Bu iktidarın muhalif bilgi türlerini engellemek için kullanılmayacağının garantisi yok. Dolayısıyla akademik ve idari meselelerde daha sağlam duran bazı üniversitelerin (mesela bizim!) diğerlerinde ortaya çıkabilecek ayrımcılıkları en azından dile getirme ve böylece bir tür baskı yaratılmasını sağlamak gerek. Üniversitelerarası Kurul gibi, rektörleri ve seçilmiş bazı öğretim üyelerini bünyesinde toplayan bir koordinasyon merkezine ihtiyaç var. Bu kurul, toplumsal mütabakat da sağlanarak oluşturulacak bir Akademik İlkeler Şartı düzenleyebilir. Bunun dünyada örnekleri var, buralardan ilham alınabilir. Şarta bağlı kalınması da yine kurul içerisindeki dinamiklerle sağlanır.

- YÖK gibi mekanizmalar dışında tartıştığımız bir mesele de, malumunuz tutuklu öğrenciler… “Öğrencime Dokunma” gibi organizasyonlar müstesna, akademisyenlerin genel ilgisizliğini ve söz konusu tutuklamaları genel olarak nasıl yorumluyorsunuz?

Devlet daha önce de bahsettiğim gibi, itaatkar ve sisteme tam anlamıyla entegre olmuş bir öğrenci ve hoca profili arzuluyor. Ancak bunu sadece devlete mâl etmek de doğru değil. Toplumdaki iktidar odakları devletle sınırlı değil. Çoğu üniversitede muhalif öğrenci ve hocalara bizzat üniversite yönetimi veya meslektaşlar veya diğer öğrenciler baskı uyguluyor. Onur Hamzaoğlu’na hak görülen muameleyi hatırlayalım. Kocaeli Belediye Başkanı’nca hakarete uğradığı yetmiyormuş gibi, bir de üniversite yönetiminin soruşturma açmasıyla cezalandırılıyor. Bunun arkasında Dilovası’nda müthiş karlar peşinde koşan sermaye de var elbette. Devlet-üniversite-sermaye şeytan üçgenine basın ve sivil toplumdaki reaksyoner gruplar da ekleniyor. Baskı ve sindirme mekanizmalarının bu denli girift ve çok boyutlu olduğunun altını çizmeliyiz. Mesele salt devletle kalsaydı, işimiz çok daha basit olurdu! Diğer konuya gelince, öğrenci tutuklamaları karşısında öğretim üyelerinin ilgisizliği benim açımdan da bir muamma. Tutuklamalar pek çok gerekçeyle yapılabiliyor. Biliyoruz ki artık hukuk, hukuksuzluğun ta kendisi haline gelmiş durumda. Bir hukuk terörüyle karşı karşıyayız. Kanımca öğretim üyelerinin kafası da öğrencilerinki kadar karışık. Resmi gündemin dayattığı Kemalist-İslamcı aksı onların arasında da ayrılıklar yaratıyor. Kimileri Ergenekon tutuklamalarına şiddetle karşı çıkarken, KCK veya Devrimci Karargâh kılıflı tutuklamalarda sapı samandan ayırt edemiyorlar. Derin devlet tahayyülü kimin nerede durduğu, görünen arkasında ne olduğu gibi duruş belirlemekte elzem olan bilinç düzeyine erişilmesini engelliyor. Kürt hareketine veya her tür gerçek muhalefete şüpheyle bakıldığı da cabası. Tüm bunların biraraya gelmesi yüzünden öğretim üyeleri harekete geçme konusunda sınıfta kalıyor ne yazık ki.

- Genelde öğrenci eylemlerinde polisin “orantısız güç” kullandığını görüyoruz. Bu tarz şiddet eylemlerini de olağan karşılıyoruz toplum olarak. 12 Eylül öncesi dönemden kalma korkular mı bu durumu olağan karşılatıyor bize? Bu korkuların sizce haklılık payı var mı?

12 Eylül öncesi dönemde ben de daha çocuk olduğum için pek bilinçli yaşamadım, gündelik siyasete dair bir yorum yapamam. Ama benim görebildiğim kadarıyla, 1980 sonrasındaki en sinsi dönemden geçmekteyiz. Bunu Kürtlerin yaşadıklarını tenzih ederek belirtmek istiyorum. Bugün yaşanan durumun farkı, hukuksuzluğun sıkıyönetim veya olağanüstü hal çerçevelerine sığınmaksızın normalleştiriliyor olmasıdır kanımca. “Sinsi” dememin sebebi bu. Geçmişte en azından hukuğun askıya alınacağı deklare ediliyor ve şiddet böyle meşrulaştırılıyordu. Bugün buna bile gerek duyulmuyor. Hukuğun kendisi bir hukuksuzluk rejimi yaratıyor, yasalar keyfiyeti ve orantısız gücü güvence altına alıyor. Yalnız bu durum sadece Türkiye’ye özgü değil, bunu da bilelim. Terörle mücadele ve güvenlik söylemlerinin siyasetin temelini oluşturduğu her ülkede (örneğin ABD’de, İngiltere’de, Fransa’da) aynı gidişatı gözlemlemek mümkün. Türkiye’nin bu genel tablo içerisindeki özgül konumu, derin devlet geleneğinin 30 ila 40 yıldır zaten kanıksanmış olması. Derin devlet bir taraftan perde arkasında son derece faal bir biçimde yeniden yapılanırken (yani AKP ve Gülen cemaatinin eline geçerken), diğer taraftan kendi işleyişinin bir kısmını hukukla güvence altına alıyor, yani güpegündüz örgütleniyor. Hem derin, hem de apaçık olan keyfi uygulamalar, şizofreniye benzeyen bir toplumsal bilinçaltı yaratıyor. Bence 1980 öncesine dönmüyoruz, zira tüm bunların neoliberalizmle çok yakından ilişkisi var. Din söylemine aldanmamak gerekir. ABD’de Bush yönetimi dini kullanarak güvencesizlik, risk ve müphemliğin damga vurduğu bir toplumsallık yarattı. Finansal balonun patlamasıyla ortaya çıkan krizin de gösterdiği üzere, “güvenlik” söylemi ile finansal sektörde “securitization” adı verilen söylem arasında parallellikler var. Bir söyleşide açıklaması hayli zor. Bu konuda Mesele dergisinde Foucault’da güvenlik kavramı üzerine yazdığım bir yazıya ve İÜ Siyasal Bilgiler Fakültesi dergisinde çıkan “İktidarın Dönüşen Çehresi” başlıklı yazıma gönderme yapmakla yetinmek zorundayım. Her ikisi de bölümdeki web sayfamdan indirilebilir. Temel fikir şu: Neoliberalizm, liberal hak ve hukuğun bittiği noktadır. Tahlillerimizi bunu göz önünde bulundurarak yapmalıyız.

- Özellikle sayıları iyice artan “vakıf üniversiteleriyle” öğrenci-hoca arasındaki ilişkinin “müşteri” ilişkisine dönüştürüldüğünü görüyoruz. Jenerik tabiriyle, “bilgi üretiminin sermayeye tabi tutulmasını.” Aynı temellendirme, harçlar için de kullanılıyor: Alınan hizmet için ödeme yapılması gerekiyor. Bu temellendirmeyi sorunsallaştırmamız gerektiğini düşünüyor musunuz? Nasıl bir karşı-temellendirme öne sürülebilir?

Elbette sorunsallaştırmalıyız, hem de her fırsatta tüm yönleriyle. Ben eğitimin bir “hak” olarak savunulması söylemine de karşıyım bu arada, zira “hak” hiç bir anlam ifade etmiyor. Bilgi üretimi ve aktarımı en nihayetinde iktidar biçimlerinden bağımsız sırça fanuslarda yapılmıyor. Eğitim basit bir “hak” değil, birebir toplumsallığı kuran yapı taşlarından biridir. Sermayenin üreteceği bilginin nasıl bir toplum inşa edileceğinin deşifre edilmesi gerekir. Sermaye piyasanın işine yarayacak bilgi talep eder. Felsefe, siyaset teorisi, edebiyat sermayenin “işe yaramaz” olarak damgaladığı disiplinlerdir. Bunlara sağlanan fonların tüm dünyada azalıyor olması bir tesadüf değil. Şirketlerin üniversitelerde yaptıkları P&R etkinlikleri de buna işaret ediyor. Üniversite sermaye birikimine hizmet eden bir bilgi ve personel yetiştirme okulu olarak görülüyor. Öğrenci-hoca ilişkisinin bir müşteri ilişkisine dönüşüyor olması bunun etkilerinden biri. On iki yıldır bu üniversitedeyim ve maalesef bu gidişatın etkilerini kendi gözlerimle görüyorum. Öğrenciler bilgiyi talep etmiyor artık, yani birer “talebe” değiller. Bilgi başka amaçlara (sınıf atlamaya, para kazanmaya, statü sahibi olmaya) hizmet eden bir araç. Bilginin kendi bile önemli değil, amaç diploma almak, dolayısıyla derslerden şu veya bu şekilde geçmek. Öğrencinin hocaya karşı tavrı da bu minvalde oluyor. Bu denli araçsallaştırıldığımı hatırlamıyorum. Öğrenci beni diplomayla arasında duran bir araç veya bazı durumlarda engel olarak algılıyor. “Slm” ile başlayan öğrenci mailleri alıyorum örneğin!

Sermayenin üniversiteye sızmasının bir diğer etkisi, Toplam Kalite Yönetimi (TKY) denilen sistemin devreye sokulması. Eğitim-Sen’in bu konuda çok çarpıcı yayınları var, internet sitesinden okuyabilirsiniz. Üniversitede iş güvencesinin ortadan kalkması, maaşların bazı performans kriterlerine endekslenmesi, sözleşmeli personel uygulamaları ortak muhalefet örgütlemeyi mutlak şekilde engelleyen bireyselleştirici bir risk ortamı yaratıyor. Kalite sayısal verilerle ölçülür hale geliyor: yayın sayısı, bütçedeki girdi-çıktı hesapları, piyasa değeri olan proje sayısı gibi. Üniversiteyi şirketleştiren bu gidişatın bilgi ve toplumsallık üzerinde çok ciddi etkileri var. Üniversitenin metalaştırılmasına karşı geliştirilecek söylemin mutlaka bu eksende kurulması lazım.

Röportaj: Semuhi Sinanoğlu/http://soncumledergisi.wordpress.com/

*Zeynep Gambetti: Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Öğretim Üyesi

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.