Header Ads

Yasin Durak: Muhafazakâr Sermayenin Yükselişi Tartışılırken İşçi Sınıfının Adı Anılmıyor

Yasin Durak'ın kaleme aldığı Emeğin Tevekkülü adlı çalışma neoliberalizm kavramını sadece acımasız iktisadi ilişkilerin adı olarak anmayan bunun aynı zamanda "kültürel hegemonyasını" da merkeze alan çalışma. İşçi işveren ilişkilerinin oluştuğu kültürel bağlamın ayırt edici özelliklerinin neler olduğunu Konya'da,  bulunan KOBİ'lere odaklanarak ele alan  çalışma şu temel sorular etrafında  gelişiyor: "Dindarlık, işçilerin ve patronların üretim sürecine bakışlarını ve karşılıklı konumlanmalarını nasıl etkiliyor? Dinsel sosyalleşme, emek sürecinde tahakküm ilişkilerine ve politik hegemonyaya elverişli bir zemin oluşturuyor mu?"  Bundan dolayı çalışmanın adı da muhafazakâr işçi sınıfının temayüllerini ifade edeceği düşünülen tevekkül kavramına odaklanmakta. Yasin Durak'ın Konya Organize Sanayi Sitesi'ndeki işçi-işveren ilişkileri örneğinde yaptığı araştırma, ister dindar muhafazakârlık isterse neo-liberal İslamcı ittifak kavramı ekseninde okunsun  din, tevekkül vs noktalarda solun bakış açısını  belli oranda yansıtan bir çalışma. Durak'la  Emeğin Tevekkülü'nü konuştuk.

Asım Öz: Çalışmanızın hikâyesinden söz ederek başlayalım. Emeğin Tevekkülü nasıl oluştu?
Yasin Durak: Ernst Bloch "ilham çağın talebiyle gelir" diye yazmıştı. Emeğin Tevekkülü de yaklaşık olarak bu şekilde, AKP döneminin olağan bir karşılığı olarak oluştu diyebilirim. Zira Türkiye'de içinde bulunduğumuz dönemde, dindar-muhafazakâr kodlarla sağlanan emek denetimini konu edinen böyle bir çalışma yapma fikrini üretmek özel bir çaba gerektirmiyor. AKP döneminde Türkiye'de yaşayan ve emek konusunda azıcık da olsa hassasiyet geliştirmiş olan her bir sosyal bilimci buna benzer çalışmalar yapmayı aklından geçirmiştir. Ancak buna ek olarak benim bazı konularda avantajlarım da vardı. Uzun yıllar boyunca Konya'da yaşamam ve o şehirde çeşitli işlerde çalışmak zorunda kalmam nedeniyle zaten emek süreçlerini sarmalayan kültürel referanslara vakıftım. Başlangıç olarak Konya'da bulunduğum dönemde kendi yaşadığım zorluklardan, içselleştiremediğim değerlerin üzerimde yarattığı buhrandan hareket ettim. Fakat bu kültürel referansları sınıfsal düzlemde sorunsallaştırarak incelemek fikrinin TEKEL direnişi sırasında olgunlaştığını da belirtmem gerekli. TEKEL işçilerinin direniş boyunca dindar-muhafazakârlığın tabandan bir yorumunu üretmesi beni gerçekten çok etkiledi. Bu yüzden çalışma boyunca işçi dindarlığına özel bir ilgi gösterdim.

Konya ilini seçmenizin özel bir sebebi var mı?
Elbette ki var. Konya Türkiye'de dindar-muhafazakârlığın başkentidir. Bu yüzden AKP'nin yükselişinde Konya'nın yerel tarihinin özel bir önemi vardır. Bugün Türkiye'de yaşanan dönüşümün, yurt genelinde teşvik edilen liberal-muhafazakâr yaşam tarzının 1990'lar boyunca ilk denemelerinin yapıldığı şehir Konya oldu. Yine 1990'larda bu şehrin "holdingler cenneti" olarak nam salması nedeniyle, bir dönem "İslam Protestanlaşması" ya da "İslami Kalvinizm" adıyla akademinin ve basının gündemini oluşturan Weberyen savlar hep Konya'yı işaret ederek savunuldu. Bilindiği gibi Türkiye'de olumlu anlamıyla "dindarlık" yahut "inanç", olumsuz anlamıyla ise "dincilik" yahut "yobazlık" her daim Konya'ya referans verilerek övüldü ya da yerildi.  Fakat Konya'ya ilişkin atıflarda, neredeyse hep dindar-muhafazakâr sermayedarlar ile İslamcı yerel yöneticilerden müteşekkil bir zümre konu edildi. Bu zümreden arta kalan insanlara, yani bu şehrin gerçek sakinlerine, Konyalı proletaryaya ve onların gündelik hayattaki gerçek deneyimlerin ne olduğuna asla önem verilmedi. Bu yüzden Konya'daki işçi sınıfının ortaklaşmış deneyimlerini araştırmak, özellikle de son yıllarda pekişen dindar-liberal hegemonya nedeniyle dindarlığın sınıfsal çözümlemesine girişmek benim için fevkalade önemliydi.

Neoliberalizmle ilgili tartışmalar AKP döneminde biraz daha arttı. Oysa kimi çalışmalarda Refah Partisinin seksenlerin sonundan itibaren kazandığı belediyelerde neoliberal belediyeciliği uygulaması üzerinde duruluyor. Bu bakımdan Refah Partisi belediyeciliği ile AKP belediyeciliği arasında süreklilikler ve kopuşlar noktasında nasıl bir analiz yapılabilir?
RP ve AKP arasında yerel yönetimler bazında kısmen de olsa bir süreklilikten bahsetmek mümkündür. Dikkat edersiniz ki AKP'nin kurucuları arasında çok sayıda RP'li yerel yönetici bulunuyor. Bu iki partinin yerel yönetim politikaları, özellikle de yoksul kesimlere yönelik yaklaşımları, yani Ali Ekber Doğan'ın deyimiyle "eğretileme" anlayışları büyük ölçüde benzeşir. Fakat yine de kaba bir bakışla AKP döneminde İslamcı belediyeciliğin, RP dönemine nispeten, periferik vurgulardan ziyade kalkınma ideolojisine daha çok sığınan ve görece olgunlaşmış liberal uygulamalara muktedir olan bir hale büründüğü söylenebilir.

Şennur Özdemir'in yapmış olduğu çalışma ile sizin yaptığınız çalışmanın sonuçları özellikle çalışma ilişkileri bakımından farklı. Bu farklılığın sebepleri nelerdir?
Öncelikle belirtmeliyim ki Özdemir'in çalışması Konya'daki işçi sınıfına dikkat yönelten ilk çalışmalardan olduğu için önemli bir çalışma. Fakat aramızda bariz bir perspektif ve yorum farkı var. Aslında bununla da kalmıyor, nerdeyse aynı örneklem üzerinde yapılan çalışmalarda sadece yaklaşım ve yorumların değil, aynı zamanda bulguların da birbirine zıt olduğunu görüyoruz. Ben bulgularımızdaki bu farklılığın bir ölçüde teknik bir ayrılıktan kaynaklandığını düşünüyorum: Araştırma raporunda belirttiği kadarıyla Özdemir araştırma sürecinde işçilerle görüşmek için patronlardan izin almış ve onlarla iş yerlerinde görüşmeler yapmış. Benim temel verilerim ise iş yeri dışındaki görüşmelere dayanıyor. Araştırmamdaki temel çözümlemelere konu olmasa da, mukayese olanağı sağlaması için ben de benzer görüşmeler yapmıştım. İşçilerle makine başında, patronun yanında yahut iş yerinde görüştüğümde, bana patronun bir arkadaşıymışım gibi davrandıklarını fark ettim. Böyle durumlarda işçiler hakiki hissiyatlarını, sorunlarını yahut düşüncelerini ifade etmekten çekiniyorlardı. Bunun yerine patronlarına iletmek istedikleri mesajları uygun bir dille bana anlatıyorlardı. Üstelik Konya'da iş yerine bir araştırmacının gelip, sözde işçilerin sorunlarını dinlemesi dahi patronlar tarafından kendi otoritelerini tazelemek için meşrulaştırıcı bir orta oyununa dönüştürülebiliyordu. Bu yüzden işçilerle sadece iş yerlerinde, üstelik onları patronlarının izniyle çağırarak yapılan görüşmeler aracılığıyla Konya'daki işçi sınıfına ilişkin kanaatlere varmanın mümkün olduğunu düşünmüyorum.

Yükselen muhafazakâr burjuvazinin ekonomik yönelimlerinin dini araçsallaştırdığından söz ediyorsunuz. Bu araçsallaştırma kendini nasıl gösteriyor?
Bahsettiğiniz iddia bana ait değil. Ben tam da bu iddianın karşısında, dinin -velev ki İslam gibi binlerce yıldır böylesine kurumsallaşmış bir dinin- herhangi bir kesim tarafından "sonradan araçsallaştırıldığını" değil, zaten egemenlerin elindeki verili "sınıfsal bir araç" olduğunu savundum. Yani muhafazakâr burjuvaların dini araçsallaştırmaya yönelik özel bir çaba göstermesi gerekmez, sınıfsal konumlarından ötürüdür ki dinin onların elindeki araçsal kudretini göstermesi için dindar-muhafazakâr olmaları dahi yeterlidir. Elbette ki buna bir de emek denetiminde dini referanslara çok fazla başvurmaları ekleniyor, ancak bunun laik ya da seküler bir işverenin emek denetiminde anayasal referanslara başvurmasından bir anlamda farkı yok. Hiç kimsenin inanmadığı bir Tanrıya sırf ekonomik girdi için ibadet ettiğini iddia etmiyorum, onların yaptığı şey verili bir dindarlığın getirdiği sınıfsal kazanımları reddetmemek. Bu kazanımların en somut görünümde olanlarından birisi ise kuşkusuz güvenilirlik.

Genelde Türkiye'deki muhafazakâr sermaye Protestanlık kavramı üzerinden okunup anlamlandırılmaya çalışılıyor. Bu kavramın muhafazakâr sermaye süreçlerini anlamak bakımından sıkıntılı bir kavram olduğunu düşünüyorum. Protestanlaşma anlatısı gerçeği tasvir etmede yeterli bir argüman olarak görülebilir mi?
Kesinlikle görülemez. "İslam Protestanlaşması" metaforu asla argümantatif değil, teorik bir fantezi, Weberyen bir garabet hatta. Üstelik bu metaforik bağ tek bir anlama da gelmiyor. Bildiğim birkaç anlamından ilki teolojik, "İslam reformu" yahut "dinde yenilik arayışı" deniliyordu buna -ki bu teolojik sav ortaya çıkar çıkmaz İslamcılar tarafından hızlı bir şekilde bertaraf edildi. Daha çok tartışılan iktisadi bağlamda ise temelde iki vurgu vardı; birisi muhafazakâr sermayedarların güçlü rakipleri ile laik elitlerin baskısı karşısında tıpkı Protestan mezheplerine üye işletmeciler gibi hizipsel bir dayanışma geliştirmesi, diğeri ise bunların İslami iktisat ahlakından koparak dini araçsallaştırmaya başlaması. Şimdi bunların her birini masaya yatıracaksak, teolojik tartışmaya ilişkin şunu söyleyebilirim; dinin üretim ilişkilerinin seyrine bağlı olarak yenilendiği gerçeği ister inkâr edilsin, ister seçmece dini referanslarla muğlâklaştırılsın, olağandır. İslam da bundan bağışık bir din değildir. İnanıldığı gibi Kuran'daki ayetlerin otantisitesinin bizzat Tanrı tarafından korunduğunu varsaysak bile, ayetlere ilişkin yorumların yahut ayetlerin nasıl anlaşılacağının hükmünü eninde sonunda tarih verir. İslam, Türkiye'de üretim ilişkilerinin dönüşümünün paralelinde tarihsel olarak elbette ki değişir ama bu değişimin "Protestanlaşma" biçiminde olduğu savı "ideal tipiktir" ve ampirik noksanlıklarla doludur. Bu "Weberyen garabete" bağlı olarak türetilen iktisadi savlar da sorunlu. Bunlar tamamen girişimciyi özne olarak merkeze koyan ve işçi sınıfının tarihsel rolünü yadsıyan bir sermaye birikimi tasvir ediyor: Girişimcilerin hizipsel dayanışması, girişimcilerin iktisadi zihniyetinin dönüşümü, muhafazakâr girişimcilerin yükselişi, Anadolu kaplanları, girişimci Süpermenler... Muhafazakâr sermayenin yükselişi tartışılırken işçi sınıfının adı anılmıyor.  Oysaki sermaye birikimi bir ilişkiyi gerektirir, sermaye birikim süreci canlı emeğe muhtaçtır, emekçinin rolünün olmadığı bir sermaye birikiminden bahsedilemez. Bu kapitalist birikimin yasasıdır, muhafazakâr sermaye de buna tâbidir. Bu yüzden görüntülerin ötesindeki gerçeği tasvir etmek için bakılması gereken şey, heroik özellikler atfedilen muhafazakâr girişimcilerin zihinsel bocalamaları değil emek-sermaye ilişkisinin tarihsel uğraklarıdır.

Millilik ve dinilik ekonomik faaliyetlerin anlamlandırılmasında bir üst çerçeve olarak hangi işlevleri üstleniyor?
Dikkat çektiğiniz bu iki kavram gerçekten de çok önemli, bunlar dindar-muhafazakâr jargonun merkezinde duruyor. Benim incelediğim sömürü ilişkilerinin de genel meşruiyet kalıplarını "millilik" ve "dinilik" oluşturuyordu diyebilirim. Dindar-muhafazakâr işletmeciler genellikle kendi ekonomik çıkarlarını milletin genel çıkarlarıymış gibi gösteriyor. Söylediklerine aldanırsanız, sanki para kazanmak için değil de sırf "vatana millete hizmet olsun diye" işletmecilik yaptıklarını sanırsınız. Ülkeye ticari girdi sağlamak, istihdam yaratmak, vergi ödemek ve ekonomik sorumluluk almak gibi diğerkâm mazeretleri var, bu yüzden kendi menfaatlerinin "milli menfaatlerle" özdeş olduğuna aslında kendileri de inanıyorlar. Hatta ülke ekonomisini kendilerinin ayakta tutuğunu düşünüyorlar, Ernst Bloch'un deyimiyle onların "ay sarayı rüyası" bu. Dinilik gündeme geldiğinde ise bu "milli menfaatler" ütopik bir düzlemde "İslam aleminin menfaatlerine" kadar evirilebiliyor. Zaten millet kavramı çoğunlukla bir din birliğini de işaret eder şekilde anlaşılmakta. Fakat din ayrı bir öneme daha sahip; iş yaşamında, özellikle de işçi-işveren ilişkilerinde, talep ve beklentilerin ifade edileceği meşru referansları din sağlıyor. Bu yüzden ekonomik ifade, çoğunlukla dinsel retorikle pekişerek ortaya çıkıyor.

Peki, bu noktada TEKEL işçilerinde görüldüğü biçimiyle karşı itirazın sembolik dünyasını anlamlandırmak bakımından millilik ve dinilik bir protesto diline nasıl eviriliyor?
Talep ve beklentilerin meşru ifadesi dini ya da milli referanslarla yahut genel olarak muhafazakâr referanslarla sunulduğundan, çatışmalar da aynı retorikle süregeliyor. James Scott bunu "iktidar ilişkisindeki simgesel Aşil kirişi" diye ifade eder. Hiçbir işveren kendi sığınağı olan muhafazakâr referansları kolayca çiğneyip geçemez. Dinilik ve millilik ekseninde oluşturulan referansların işverenler üzerinde de bir bağlayıcılığı mevcut. Hal böyle olunca, sömürünün meşrulaştırıldığı atıflar aynı zamanda itirazın ve başkaldırının da meşrulaşmasında etkili olabilir. Namaz izinlerine ilişkin çatışmalarda bunu görüyoruz mesela. Fakat şunu da belirtmekte fayda var; bu muhafazakâr referanslar asla kendinden menkul bir protesto dili oluşturmuyor. TEKEL işçileri eyleminde gördüğümüz şey de benzer muhafazakâr referansların sınıf oluşumu sürecindeki bağlayıcılığıydı. Yani TEKEL işçileri muhafazakâr atıfların getirdiği bir motivasyonla direnişe yeltenmedi, onlar kendi deneyimlerinin ortaklaşmasıyla ortaya çıkan direnişlerini bu muhafazakâr atıflarla ifadelendirdiler.

Başka çalışmalarda ortaya çıkan işçi dindarlığı bulgularında ortaya çıkan görünümler nelerdir? Bu görünümler Türkiye ölçeğinde işçi sınıfını anlamak noktasında ne tür katkılar sunabilir?
Açıkçası özel olarak işçi dindarlığına ilişkin bir literatür mevcut değil. Fakat yine de bu konuyu işleyen bir tez araştırmasına rastlamıştım, onda da işçi dindarlığının İslam'dan sapmalar barındırması, araştırmacının ifadesiyle "gevşek ve yetersiz olması" problem edilmişti. Benim araştırmamda da benzer bulgular ortaya çıktı fakat ben bu "gevşekliği" "sorunlu" görmüyorum. Bazı sosyal araştırmalarda da işçilerin dindar olması genellikle "sınıf bilinci" denilen teorik tahayyül nedeniyle olumsuz görülür. Hâlbuki tüm bunlara karşın, işçi dindarlığının en önemli özelliği burjuva dindarlığından çok ciddi farklılıklar barındırması. Konya'da gördüğüm şey, terminolojik olarak aynı düzlemde bulunan iki farklı dünya algısıydı. Bu yüzden Türkiye'de işçi sınıfına dair çalışmalarda işçilerin dini pratiklerinin önemsenmesi gerektiğini, hele ki içinde bulunduğumuz dönemde vuku bulan efsunlu sömürü ilişkilerini anlamak için bu bahsettiğim sınıfsal ayrımın fazlasıyla önemli olduğunu düşünüyorum.

Dindar muhafazakâr burjuvazi tanımı neleri ifade ediyor? Aktif temsilcileri kimlerdir? Tüm muhafazakâr işverenler mi yoksa onlardan yalnızca bazıları mı?
Dindar-muhafazakâr burjuvazi derken bir hâkim sınıf fraksiyonundan bahsediyorum. Bilindiği üzere "burjuvazi" olarak ifade edilen sınıf asla homojen yahut yekpare bir bütün değil. Çıkarların ve sömürünün sürdürülebilirliğini sağlayacağına inanılan toplumsal tasarımların farklılaşması, burjuva içi konumlanmalar hatta hizipleşmeler ortaya çıkarabilir. Nitekim birikim rejiminin küresel dönüşümünün bir sonucu olarak, üretim stratejisinde KOBİ'lerin ve büyük kentlerin dışındaki alanların önem kazanmaya başlamasıyla, Türkiye'de de Anadolu'daki sermayedarların ekonomik faaliyetlerinde bir canlanma ortaya çıktı. Bunların özellikle dindar-muhafazakâr karakteristikler taşıması ise ilk dönemlerde devletle aralarındaki mesafeye göre gelişen, fakat daha sonra özellikle AKP döneminde bu mesafenin ortadan kalkmasıyla da pekişen bir şey oldu. Dindar-muhafazakâr burjuvazinin aktif temsilcisi olarak belki de 10–15 yıl öncesine kadar bu grubun iş örgütlenmesi olan MÜSİAD gösterilebilirdi, ancak içerisinde bulunduğumuz dönemde eskisi kadar keskin bir TÜSİAD-MÜSİAD ayrımından bahsedebilmek de mümkün değil. Üstelik bugün dindar-muhafazakâr burjuvaziye hala genellikle Anadolu'da rastlansa da, bu grubun salt Anadolu sermayedarlarından müteşekkil olduğu da iddia edilemez. Dolayısıyla, en doğru tanımlama şu olacaktır; burjuvazinin emek denetim kalıplarında ve toplumsal tasarımlarında dindar-muhafazakâr temayüllere sahip olan fraksiyonu "dindar-muhafazakâr burjuvalar" olarak ifade edilebilir.

Peki, bu çevreler gerek İslam'ın klasik dönemlerinde olsun gerekse son yüzyılda olsun İslam düşüncesindeki mülkiyet konusu etrafındaki tartışmalardan haberdarlar mı?
Türkiye'de genel olarak dindar-muhafazakâr burjuvazinin, kendi retoriğinin tarihinde yer alan böylesi tartışmalara vakıf olmadığını sanmıyorum. Özel olarak benim görüştüğüm kesimin de yine bu tartışmalardan çoğunlukla haberdar olduğunu söyleyebilirim. Zira görüştüğüm işverenlerin çoğu, özellikle İslami konularda entelektüel ilgilere sahip insanlardı. Konuşmalarında da sıklıkla Asr-ı Saadet'e ve İslam toplumlarındaki bir takım iktisadi uygulamalara atıflar yapıyorlardı. Bazı iktisadi eğilimlerini hadislerle ya da nakillerle süsleyerek ifade ediyorlardı.

Bu çerçevenin kapitalizmi ihlal etmeden varlığını devam ettirmesini nasıl açıklıyorsunuz?
Açıkçası buna hiç şaşırmıyorum. Çünkü işverenler tarafından bütün bu tartışmalar kendi pozisyonlarına ve çıkarlarına en uygun yorumlarıyla anlaşılıyor. Bu durumu biraz da abartarak şöyle ifade edebilirim: Örneğin, işveren sürekli dilinden düşürmediği "işçiye ücretini teri kurumadan veriniz" hadisine mukabil, işçiyi öyle bir çalıştırır ki işçinin teri hiç kurumaz, böylelikle ona ücretini hemen vermek zorunda da kalmaz. İslami kaidelerle taban tabana çelişen kapitalist uygulamalar ise, mesela faiz, onlara göre bireysel manevralarla kolaylıkla karşı koyulabilecek şeyler. Çoğu işveren asla faiz almadığını fakat faiz ödemek zorunda kaldığını iddia edip bundan sıyrılıyor. Bahsettiğiniz çerçeve öylesine soyut ki mevcut eşitsizliklerin meşruiyet çerçevesi tarafından kolaylıkla soğuruluyor. Üstelik işçi sınıfı da zaten böyle tartışmalardan bihaber. Dolayısıyla bu çerçeve kapitalist ilişkilere zeval getirmeksizin, hatta gerekli durumlarda başvurulacak bir referans çerçevesi haline gelerek varlığını sürdürüyor.

Sınıfsal olanı sadece ekonomiye indirgemeyen bir bakışınız var. İşçilerin işverene güven duymalarında hangi kültürel kodlar etkili oluyor?
Kuşkusuz ilk olarak dindarlık önemli ölçüde etkili. İşçilerin ifadelerinde dindar bir işverenin dürüst, faziletli, namuslu olacağına ve "kul hakkı" yemeyeceğine dair kanaat oldukça belirgin. Üstelik dindarlık, işçilerin ve işverenlerin birbirinden farklılaşmış çıkarlarını örtebiliyor, İslami bir dünyaya erişmek fikri onları aynı ütopyada uzlaştırabilen bir şey. Bir de yüz yüze ilişkiler var. İşçi ve işverenlerin ağabey-kardeş benzeri diyalogları yahut aile işletmesi modeline dayalı olarak kurulan doğrudan iletişim de güveni pekiştiriyor. Bunların yanı sıra akrabalık, komşuluk, hemşerilik gibi sosyal ilişki ağları ve cemaat ilişkileri de patrona olan güveni kuvvetlendiren şeyler. Görüştüğüm işçilerin çoğu "tanıdığı bildiği" bir işverenle çalışmayı tercih etmesinin nedeni olarak tanıdıklara duyulan güveni öne sürmekteydi.

Dinin iktisadi kalıpların yönünü belirleyen bir zihniyet değil bu kalıpların ifade edildiği referansları sağlayan bir dil olduğunu belirtiyorsunuz. Bu ayrımı biraz açar mısınız?
İktisadi zihniyet nosyonu, öznenin faaliyetlerine yön veren (içten dışa dönük) bir tavır almayı ifade etmek için kullanılır. En azından Sabri Ülgener'e referansla yapılan tasviri budur. Türkiye'de din ve iktisat ilişkilerini analiz ederken, özellikle sağcı/statükocu araştırmacılar tarafından bu iktisadi zihniyet nosyonuna sık başvurulur. Çünkü bu "iktisadi zihniyet" nosyonu dikey ilişkileri ve hatta sınıfları yadsımaya oldukça elverişlidir. Ancak benim incelediğim ekonomik faaliyetler için böylesi bir güdümlenme söz konusu değildi. Burada dinsel retoriğin sıklıkla kullanılması, çalışma hayatının tüm aktörleri için geçerli olan göreneksel bir çerçeve oluşturmakta ve din çoğu durumda talep ve çatışmaların meşru ifadesini sınırlayan bir dil hapishanesine dönüşebilmekteydi. Karşılaştığım şey, dinsel bir motivasyon gereği olarak ortaya çıkan biricik iktisadi faaliyetler değil, iktisadi faaliyetlerde gerekli görülen durumlarda keyfi olarak dine başvurulmasıydı.

Neoliberal iktidar bloğuna dâhil olanlar kimler? Bu bloğun bileşenlerini anlama sürecinde hegemonya perspektifi nasıl bir açılım sunar?
İktidar bloğu kavramı burjuva sınıfın farklı katmanlarının çıkarlarının büyük ölçüde ortaklaştığı ve bunların birbiriyle uzlaşmaya başladığı tarihsel bir durumu ifade eder. Hedef göstermemi isterseniz; bugün Türkiye'de AKP, ordu, yargı ve sermaye sahiplerinin çıkarlarının ortaklaştığını ve büyük ölçüde [işçi sınıfına karşı] uzlaşma içerisinde olduklarını, bunların birtakım entelektüellerin ve basın kuruluşlarının kontrolünü de ele alarak bir iktidar bloğu oluşturduklarını söyleyebilirim. Hegemonya perspektifi ise bu bileşenin ekonomik tahakkümden öte bir güce sahip olduğunu oldukça iyi bir şekilde ortaya koyuyor. Çünkü bir sömürü rejimini hayata geçirmek ve bunun sürdürülebilirliğini sağlamak, sadece teknik-ekonomik düzenlemeleri değil aynı zamanda sosyal-kültürel yeniden yapılandırmaları ve meşruiyeti gerektirir.

Namaz izinlerinin meydana getirdiği çatışmalar nasıl bir tablo sunuyor?
Hegemonik kültürün sunduğu referanslar büyük ölçüde işverenlerin manipülasyon yetkesine tâbi olsa da, işçiler bu kültürel temayülün farkındadırlar ve imkân buldukları her durumda hegemonik kültürün retoriğini kendi taleplerini sunmak için kullanırlar. Bu yüzden işverenler hegemonik ilişkinin sürdürülebilirliğini sağlamak için belirli tavizler vermek zorunda kalır. Gerekli olan durumlarda taviz vermeyen işverenler ciddi dirençlerle ve itirazlarla karşılaşacaktır. Hele ki otoritesinin meşruiyetini büyük ölçüde dindarlığına dayandıran bir işveren, dini gerekliliklerin yerine getirilmesine ilişkin konularda gereken tavizi vermezse çok ciddi sıkıntılarla karşılaşır. Namaz izinleri eksenindeki çatışma bunun güzel bir örneğidir işte. Her gün iş saatlerine denk gelen üç vakte mukabil verilen izinler kimi işverenlerin tahammül sınırlarını aşıyor. Bu izinleri kaldırmak istiyorlar. Temel gerekçeleri ise işçilerin bu izin saatlerinde namaz kılmaması. Fakat işçiler bu kazanımı terk etmek istemiyor, namaz kılmasalar dahi bu izinleri kaldırmak isteyen patronları samimi bulmuyorlar.

İşverenlerin Cuma namazını kendi işçileriyle beraber kılmak yerine başka camilerde kılmayı tercih etmeleri mesafeli davranma biçimleri bakımından önemli bir ayrıntı. İşverenlerin işçileriyle mesafe oluşturmak istemelerinin altında nasıl bir iktidar tasavvuru var?
İşçi ve işveren arasında yüz yüze ilişkilerle müthiş bir güven sağlansa da, hatta aralarında akrabalık bağı dahi olsa hiçbir patron kendi işçisiyle aşırı derece yakın olmak istemiyor. Bu yakınlığın işçiler tarafından suiistimal edileceğinden korkuyorlar. Bu yüzden eninde sonunda işçileriyle aralarında bir mesafe oluşturuyorlar. Elbette ki bu mesafe de sabit değil, bazen daralan bazen açılan bir mesafe bu. Özellikle krizler söz konusu olduğunda, işçilerin maaşı ödenmediğinde ya da işverenin onlara daha fazla ihtiyaç duyduğu koşullarda bu mesafe daralıyor. Ancak ne olursa olsun mesafeyi korumak zorundalar, çünkü eninde sonunda aynı/eşit olmayacaklar, eninde sonunda sınıfsal çıkarları uzlaşmayacak, eninde sonunda işverenin zenginliği göze batacak. Namaz ibadeti ise daha niyet aşamasında bu mesafeyi ortadan kaldırmaya yönelik. Bu yüzden iftar sofralarına işçileriyle birlikte oturup "bakın sizin yediğiniz yemeği yiyip sizin içtiğiniz suyu içiyoruz" mesajı veren aynı işveren yan yana saf tutup namaz kılmaktan kaçınabiliyor.

Kültürel hegemonya içinde meydana gelen huzursuzlukların sorunların "çatışmalı itaatle" sonuçlanmasının sebebi nedir?
Çatışmalı itaat olarak bahsettiğim şey ihtilaflı bir konumlanma. İşçiler birçok konuda patronlarıyla hemfikir olmayabilir, patronlarıyla aralarındaki ilişkiyi mümkün mertebe kendi çıkarları doğrultusunda manipüle etmeye çalışırlar. İhtilaflar söz konusu olduğunda işverenin isteklerini homurdanarak ya da geciktirerek yerine getirirler, bazen de çalışmayabilirler. Ancak tüm bunlar hegemonik kültürden "kopuş" denilebilecek ölçüde bir karşı çıkışa veya meydan okumaya evirilmeden çeşitli uzlaşmalarla yahut işten kovulmalarla sona erer. Çünkü patronların manipülasyon gücü ve sosyal ilişki ağlarını yönlendirme kapasitesi çok daha fazladır. Dolayısıyla esaslı başkaldırılar sadece patronlara değil, aynı zamanda bu ilişki ağlarına dâhil olan diğer kişilere de, bazen akrabalara, komşulara, hatta iş arkadaşlarına da bir meydan okuma niteliğindedir. Bu ise ancak hegemonik kültürden kopuşla mümkün olan bir şeydir.

Deneyimler işçi işveren ilişkisinde köklü dönüşümlere sebep oluyor mu?
Elbette ki oluyor. Yalnız önemle belirtmeliyim ki deneyim derken gerçekliğin deneyiminden, yani çelişkilerin şiddetine hegemonyanın filtresi olmadan doğrudan maruz kalmaktan bahsediyorum. Örneğin; televizyonda polislerin protestocuları copladığını izleyen bir işçi polisleri haklı görürken, bir şekilde polis şiddetine bizzat kendisi maruz kaldığında polis hakkındaki hakiki kanaatine ulaşır. Benzer şekilde başka bir işçinin işten kovulmasını patronunun manipülasyonu eşliğinde öğrenen bir işçi bu olayı kovulan iş arkadaşının "ahlaksızlığına" bağlayarak patronunu haklı görürken, aynı şey kendi başına geldiğinde patronuyla ilgili gerçek kanaatine erişir. İşte işçileri hegemonik kültürün tesirinden azat eden tek şey böylesi deneyimlerdir. Bunun somut örneğini iş kazalarında görüyoruz. İş kazası geçiren bir işçi ne patronuna dava açmaktan ne de aldığı tazminatı faize yatırmaktan çekiniyor. Benzer şekilde maaşların ödenmemesiyle karşılaşılan somut deneyimler, işverenin bazı sözlerinin gerçek hayat tarafından yalanlanması, kovulma deneyimi, dışlanma deneyimi, hatta işçinin çocuğunun hastalanmasına karşı işverenin umursamazlığını fark etmesi gibi deneyimler işçilerin sadece patronlarını değil aynı zamanda içerisinde bulundukları dünyayı sorgulamasına sebep oluyor. Ancak bunun sınıfsal bir mahiyete kavuşması da ancak deneyimlerin ortaklaşmasıyla yani bir çeşit örgütlülükle mümkün.

Burada çalışan işçilerin kendisi için sınıf biçiminde politik bir itiraza evirilmeleri muhafazakâr burjuvaziyi nasıl etkiler?
Açıkçası "kendisi için sınıf" teorik tahayyülüne itibar etmiyorum. Konya'daki işçi sınıfının politik temayülleri hakkında böylesi yapılaşmış bilinçlilik kategorileri üzerinden yorum yapmam mümkün değil. Ancak deneyimlerin ortaklaşmasıyla bahsettiğiniz türden politik bir itiraz ortaya çıkarsa da, yine bunun "nasıl" olduğu önemlidir. Ortaya çıkan itiraz dindar-muhafazakâr burjuvazinin meşruiyet çerçevesini alt üst edecek bir potansiyele kavuşmadığı müddetçe burjuvazinin bununla başa çıkabileceğini, hatta başa çıkmakta olduğunu düşünüyorum. Yine de ne olursa olsun mevcut eşitsizliklerin sonsuza kadar sürmeyeceği de ortada, burjuvazi ister dine, ister muhafazakârlığa, ister devlete, isterse de kolluk kuvvetlerine sığınsın, eninde sonunda yüzleşeceğini bildiği böylesi politik itirazlara karşı hep temkinli olmak zorundadır.

Röportaj: Asım Öz/dunyabulteni.net

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.