Header Ads

Hikayenin İçinden Gelmek

- YAZI: İSMAİL PELİT*-
silkelenen ağaçtan düşen elmayı takip ediyorsun: kamera takip ettiği için değil, orada kamera sensin, senin merakın, ortada onca şey varken, dalları hırsla silkelenen elma ağacını seçen sensin, alegoriye meraklı olduğundan değil. bodur elmanın, jandarma arabasıyla aydınlatılan tarlada her şeyi kendine çekmek ister gibi parladığını görüyorsun. parlaklığı ağaca sen getirmiş olmalısın: gözlerine gerilen migren perdesi rüzgarda kımıldanan küçük yapraklara tunç renginden başlayıp altın sarısına giden bir hız seçiyor. kımıldamadan, kımıldayan bir şeye bakarak, baktığın yerdeki renkleri seçerek hızı, bedeninde algılıyorsun. ekrandan başını kaldırdığında, karşındaki beyaz duvarda elma ağacını görüyorsun, ekrandaki hareket duvarda devam ediyor. migrenin gözüne yerleşmemesi için içeri gidip karanlıkta uzanmalısın. ekranda seni bekleyebilir elma ağacı. kalkıp yürüyünce sendeliyorsun önce, başın mı dönüyor? dışındaki görüntünün içindeki elma ağacını silkelemeye başladığını anlıyorsun. elma ağacını bekletmelisin.
bekletmek istemiyorsun. karanlıkta uzanınca iyice anlıyorsun: ağaca yürüyüp dallarını silkeleyen adamın yerine şimdi geçebilirsin. film kafanın içinde, sen filmin içinde, film bilgisayarın ekranında, ekran içerdeki odada, bunları kenara bırak: film öncelikle birinin kafasındaydı, bir hayaldi, yoktu, yazıldı önce. elma ağacına yürüyen adam yazılmış bir şeydi. sen sadece elma ağacına doğru yürüyen bir adamsın. aklına başka bir hikaye getiren her hikayenin sırf bunun için bile değerli olabileceğini söylediğin günlerden birinde kızın elindeki elmayı ısırıp sağ gözünü kısarak sormuştu: “bu elma nereden gelmiş olabilir buraya baba?” elmanın hikayesini bilmediğini söylemiştin. kızın şaşırmıştı: “ama sen hikaye anlatabiliyorsun…” o zaman şunu da söylemiştin: hikaye anlattıran bir hikaye sırf bunun için bile değerlidir.
öyle ya, uydurabileceğin bir hikaye varsa gerçeğin peşine bir savcı gibi düşmek zorunda mısın? kanıtlaman mı gerekir ille anlattıklarının doğruluğunu? karıştırıyorsun yine, kendi hayatını filmin içine sokuyorsun. hayır, öyle yapmıyorum: film hayatımı içine çekiyor. elma yemeden yaşayabilirim. ama elma ağacı başka. görürsem dokunmak isterim. meyvesi ham olsa da koparmak isterim. kurtlanmış yapraklarına bakarken gözüme güneşin girdiği zamanları hatırlarım. elma ağaçlarını ilaçlayan önlüklü, maskeli adamları her gördüğümde neden ilgiyle izlediğimi şimdi anlamaya çalışırım, sonra elma ilacı içip kendini öldürmeye çalışan bir başkasının hikayesi gelir aklıma, onu kenara bırakırım: bodur bir elmanın dibinde yakılan sigarayı söndürmek için yağmur yağmasını dileyen canı sıkkın yeniyetmenin karşısına dikilirim. ağlarken birden dibinde oturduğu elma ağacına sarılan bir başkasını hatırlarım, “ne yapayım oğlum, içimden öyle geldi!” demişti rahmetli. ağlarken elma ağacına sarılmak içinizden geldiyse ne yapabilirsiniz? “içinden gelmek” bu fiilin altını çiziyorum, yaptığım sadece bu: filme bakıyorum, gördüğüm hikayenin içinden geliyorum.
karanlık odadan dönünce, bekleyen elma ağacını çalıştırmaya başlıyorsun: suçunu itiraf eden zanlıyı döven komiser, haklı mı? onu durduran savcı, başına iş açılmasından çekiniyor. ortada zaten bir iş var. ağacın dalları silkeleniyor, elmalar düşüyor yere; savcı ile komiser konuşuyor kendi aralarında, ama sen elmayı görüyorsun: içlerinden biri dibine düşmüyor, yamaçtan aşağı doğru çaya yuvarlanıyor, öncekilerin yuvarlandığı yere, pörsümüş, berelenmiş, üzerlerine çürümenin işaretleri açılmış elmaları görüyorsun. “tamam” diyorsun, içerde olduğun için, içinden geliyorsun filmin.
savcı ile komiser arasındaki konuşma çekiyor seni. konuşanları görmeden konuşulanları duymak, görüntüleri seslere iliştiriyor, duyulan sözün anlamı izlenen harekette zuhur ediyor. görüntüye yapışan ses, seslere yapışan kokular, kokuları parlatan renkler, migrenin ilk önce böyle bir yaşantıyla sana uğradığını hatırlıyorsun: annen mutfakta elmalı kurabiye yapıyordu, “tarçın bitmiş oğlum…” dediğinde onun sesi, kanepenin kumaşını dalgalandırdı, sen kumaşın dalgalarına bakarken, siyah kumaşın üzerindeki safran rengi soyut desen burnundan çıra kokusu olarak girdi. komşuya gidip tarçın istedin. elmalı kurabiyeyi yerken kanepenin kumaşını düşündün, annen seslendiği için dalgalanmıştı. kendini başka türlü görmeye başladın, bunu bir günah gibi saklaman gerektiğini düşündün. görüntüler kokulanıyor, renkler tatlanıyor, rakamlar şekilleniyor, şekiller ölüyordu, kafanın bir mezara dönüştüğünü anladığında ölümü anlaman gerekmediğini anladın: ölen şekiller sende devam ediyordu.
şekillerin, kavramların cesetleri içinde gelişip toprağını besliyordu; ölüleri toprağı beslemek için gömmek gerektiğini söyleyen adamı hatırladın, elma bahçelerinde çalışan mutlu bir ırgat, bir tilkinin leşini gömüyordu. gömülmese olmaz mı? diye sorunca, dişsiz ağzını açarak gülmüştü adam: “toprak aç kalır kuzum!” demek toprağı da doyurmak mı gerekiyor? “yani, bak bazı çürük elmaları toplamıyoz, ağacın dibinde kalıyo, sonra kazmayla kürekle ters yüz ediyon, toprağın karnını doyuruyon, değ mi ya?” 
zonklayan başını bir süre unutman bunu gösteriyor: filmin içindeki rüzgarı hissediyorsun, elmayı düşüren sadece dalların silkelenmesi değil. rüzgar var. savcıyla komiserin sesleri dağılmıyor ama. uğultuyu kafanın içinde duyuyorsun, ısırdığın meyvenin rengi tadıyla örtüşmüyor, zanlıyı tanımak için fırsat verilmiyor pek sana. elmayı görüyorsun sadece. komiserin işlediği suç: zanlıya şiddet uygulamak. savcının işlediği suç: şiddete tanık olduğu halde bunu örtbas etmek. zanlının işlediği suç: adam öldürmek. hepsinin suç ortağı olduğunu düşünüyorsun: bunlar aynı ağacın elmaları. kimisi daha olgun, daha kırmızı, kimisi çürük: aynı ağacın elmaları bunlar.
 
elmanın ağaçta başlayan hikayesi, ağacın dibinde bitmek zorunda değil: elma, boğazına düşkün bir emniyet mensubunun hamlesiyle silkelenip var olduğu yerden gidebilir. elma gitmeyi seçmiyor. ağacı silkeleyen adam o elmayı düşürmeyi seçmiyor. tercih yok: silkelenip düşen, sonra yuvarlanarak ağacından uzaklaşan bir elma var. burada kaderi görüyorsun: yazılmış yazıyı yazan, açıklamak zorunda değil: hareketi takip ettiğinde anlamak zorunda değilsin. hareketi anlamadan ona tanık olmak, doğrudan seni yazılan yazının karşısına çıkarıyor. yazıyı okuyorsun, anlamıyorsun. kelimelerin anlamını bilmediğin için değil. elmayı düşürmek istemeyen biri onu düşürebilir, neden böyle olur? düşmek istemeyen elma düşüp yuvarlanarak uzaklaşabilir? neden böyle olur? soruların cevabı olmadığı için sana soru sorduran görüntünün karşısında dikiliyorsun. didiklemeye başlıyorsun onu.
suçla meyve arasında, cezayla insan bedeni arasındaki ilişkinin tadına bakmak istiyorsun: adem’in yerinde olsaydın şöyle demez miydin: “ne yani, bu yasak meyvenin tadına baksam ne olacak? sadece bir meyve yahu! hem ceza denen şey ne olabilir ki? yersem ne olur? ölür müyüm?” bu suçun masumluğuna şapka çıkarmaz mısın? böyle bir suçluyu beğenmez misin? böyle masumca işlediğin bir günahı hatırlayıp gülümsemez misin? gülüyorsun.
dalında dururken hareket etmeye, yere temas etmeye, örselenmeye, berelenmeye başlayan, en sonunda kendinden önce oraya kadar gidebilen elmalar gibi çürüyeceği anlaşılan bir elma var. filmdeki kimsenin yemeyeceği bir elma, filmi izlerken gören herkesin bir biçimde tadına baktığı bir elma. elmayı yedirmeksizin sadece gösterip onun tattırmak kolay değil. meyvenin hikayesini anlatırken onu bir hareketle ilişkilendirip tadını dışarda bırakmak, ama tam da bu yapılabildiği için onun tadını tattırmaksızın anlatmak kolay değil.  
aklına adem ile havva’nın “elma”sı geliyor yeniden. ısırıldığı, tadına bakıldığı için anlamı olan, tadı yasaklanmış olan elma. erkeğin erkekliğini, kadının kadınlığını bildiren elma; yediklerinde suç işlediklerini anlasınlar diye çıplak bırakılan erkekle kadın, ağaçtan, cennetten uzaklaştırılır. insan tanrı’nın meyvesi değildir. tadı yoktur. tadına baktığı meyve yüzünden başına gelen tatsız işlerin hepsinde kendi bedeni vardır. bedenle suç işlenir, bedene karşı suç işlenir. bedende ceza çekilir. bedene ceza kesilir. kısalt şunu: beden cezadır. migrenin mi dalgalanıyor senin, parıltılar artıyor. kapatıyorsun gözlerini, güneş gözlüğünü takıyorsun, ışığı kapatıyorsun, film kafanın içinde ilerlesin: az önce adamı nereye gömdüğünü bulamayan zanlının, adamı öldürme sebebi apaçık: erkekliğini, başkasının kadınında bilmiştir. başkasının kadınına yaklaşmıştır. sarhoşken bunu ağzından kaçırınca adamı öldürmek zorunda kalmıştır: suçu saklamak için suç işlemek: ağaç hızla göveriyor, meyve veriyor. sonra biri ağaca yaklaşıp dallarını silkeliyor. hareketi görüyorsun işte. peki, ilk hareket ne? beğenmek. erkekle kadın, birbirini beğenmiştir. kadının evli olması, erkeğin kadının kocasıyla dost olması ikisini de durdurmaz; beğeni hızlı gelişen ağaçtır, meyvesinin tadına bakmak ister ağacın sahipleri. erkek, dostuna kazık atacak, kadın, kocasını aldatacak. ama bunu kimse bilmeyecek. bilirlerse başka ağaç, başka meyveler çıkacak ortaya.
bir zamanlar anadolu’nun bereketli toprakları üzerine dikilen ağaçlar bir filmin içinde gelişip serpilecek. ağaçlar damarlarıyla yeryüzünü kendine çekecek: meyveler kan toplayacak, suçun bedenle olan iptidai ilişkisi üzerine düşüneceksin yeniden, gözlerinin arkasındaki zonklama, hastalığın günahlara kefaret olduğunu hatırlatacak sana, sonra dedenin elma bahçesinde bir yaz, elma sandıklarının arasında uyukladığın o gün gelecek aklına. uykunu silkeleyip düşünmeden dışarı çıkmıştın. karanlığına çıkıp yürüdüğün o ılık akşamı hatırlayacaksın; ağzındaki kuruluğu silmek için bahçedeki ezik elmalardan birini alacaksın sofra bezinin üstünden, gömleğine silip ısıracaksın. mayhoş. yüzünü bozacaksın. ağzının içindeki mayhoşluğu damağına sürterek yürüyeceksin: yürürken duyduğun sesler durduracak seni. “yapma ne olur gören olur, abinin kulağına gider sonra…”
sese doğru yaklaşacaksın biraz daha, yandaki bahçenin duvar dibinde erkeğin tok sesi kadınınkini bastıracak “siktir et abimi, o pezevenk seni hak etmiyor! kendini ona elletmiyon ya!” kımıldamadan duracak, ses etmeden geri döneceksin. elinde yarısını yiyebildiğin mayhoş elma, karanlıkta açılan gözlerin, akşamı dolduran böcek sesleri, üstüne bastığın otların çıtırtısı, bağ evinin dibinde dedenin yaktığı ateş, içeri gireceksin yeniden. tek göz bağ evinin içinde dikilip az önceki konuşmayı düşüneceksin. günahını saklamaya çalışan iki insan. sen de tanık oldun. sen de saklayacaksın. bir günahı saklayan üç insan. elma sandıklarının pürtüklü yüzeylerine dokunarak dalıp gideceksin, sedire uzanacaksın yeniden, şilteyi çekeceksin üzerine, uykunu koyduğun yerde bulduğunda niye, nasıl uyandığını düşünüp şaşırırken yeniden uykuya dalacaksın. elmanın kokusu, bağ evinin serinliği, kadının korkusu, adamın tutkusu, bunları kaydettiğini bilmeyeceksin. 
birkaç ay sonra, niğde’den çorum’a geldiğinde kadını düşüneceksin. sonra aynı zamanda adamın abisi olan 
kadının kocasını. onları bir sofraya oturtup yemek yerken hayal edeceksin. nasıl bakıyorlardır birbirlerine? kuracaksın kafanda tüm bunları, kurabilmek için başkalarına soracaksın. senin neyi, niye sorduğunu anlamayacaklar. bir yıl sonra yazın yine niğde’ye köye gittiğinde, yine bağa düşecek yolun. komşu bağ evinde kaynatılan pekmez kazanına doğru yollanacaksın. duyduğun sesi o an tanıyacaksın: “ana, şeker yetmedi, getir hele…” kadının yüzüne bakacaksın. o da sana bakacak. genç, güzel, şuh değil. masum. fazla masum. melek gibi. sonra annene o kadını soracaksın. annen içlenecek: “kocası deyyusun biriydi! içip içip döverdi bunu hayvan. bir gün, yine içmiş saldırmış kanayaklıya. kızcağız bağırınca, kocası olacak şerefsizin kardeşi yetişip gelmiş. abisini durdurmaya çalışmış. o sırada abisinin elindeki silah patlamasın mı, kendini vurmuş şerefsiz. allah belasını verdi, iyi oldu. kimse sevmezdi zaten onu…”
sonra kadın sana kendi yaptığı gözlemeden ikram edecek, az sonra geçen yaz duyduğun tok erkek sesi tam yanına oturup kadına gülümseyecek. kadın, erkek, sen; aynı sofrada gülümseyerek yemek yerken suçu, günahı düşünmeyeceksin. kadının gözündeki sevgiyi, erkeğin yüzündeki memnuniyeti gördüğünde, düşüneceksin: birlikte günah işleyecek birini bulmalıyım. insana suç ortağı lazım. suçuma ortak olan gerçekten sever beni. suçunu beğendiğimle her şeyi paylaşabilirim. dost değil suç ortağı aramak gerekli. havva, adem’in nesiydi? 

*http://ismailpelit.blogspot.com/

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.