Var Olmanın Dayanılmaz Ağırlığı Üzerine
- RENGİN ARSLAN - |
Fakat benim derdim “yalanın tarihi”. İlk yalanın ne olduğunu merak ediyorum. Kime söylendiğini bilmek istiyorum. Bu “kime” sorusunun ucu açık. İnsanın kendine söylediği yalanların da yarattığı evrenin bir miladı olmalı.
Bu tür istatistikler olmasını hayal etmek, olsa olsa ütopik olur. Acaba hangi çağda, hangi üretim biçiminin ağırlıkta olduğu dönemde insanlar kendilerine daha çok yalan söylemiştir? Avından dönen ilkel insan mı, cadıların varlığıyla mesut ortaçağ insanı mı? Sanayileşmenin çarkında eriyip giden adam mı?
Ya da üretimden çok tüketimin, yaşamaktan çok yaşar gibi yapmanın, özden çok biçimin, sözlerden çok gören gözlerin önemli olduğu şu çağda mı daha çok? Bunu bilebilme ihtimali olmadığı gibi bilmenin çok da faydalı olmadığı düşünülebilir. Bu düşünceye de hak veririm. Mevzu bahis günümüzse, gerisi teferruattır! Kar yağdığı zaman, iki damla yağmur karşısında veryansın eden hal, modern insanın şehre kıstırılmış çaresizliği bir yana; yalana bata çıka yürümekten hiç rahatsız olmamanın bir açıklaması olmalı.
Her gün bize hiç ait olmayan gülümsemelerimizi giyindiğimizde, “olası” can sıkıntılarına karşı savunma kalkanlarımızı sırtımıza aldığımızda, yalnız kalmamak uğruna kendimizden vazgeçtiğimizde en ufak bir iç sıkıntısı duymadan öylece yaşamanın bir açıklaması olmalı.
Oysa sıkıntı, huzursuzluk; alışmaya, köhneleşmeye, sıradanlığa karşı panzehiridir. Yani ölü hayatlara karşı bir ilaçtır. Günlük kargaşanın beynin düşünme kapasitesini esir aldığı bir zamanda, adı var kendi yok bir “huzur” ütopyasının peşinden koşarken, aslında ne istediğimizi bilmediğimiz açıktır. Huzur yalanının ardına gizlenmiş bir “hiçlik” aslında bir “yok olma” ütopyasıdır.
İnsan ancak “yok olduğunda” huzura kavuşur. Fakat ölümden ayrı bir yok oluştur bu. Varmış gibi yapmak, âşık olmuş gibi sevmek, çok mutluymuş gibi davranmak yok oluşun bir başka adıdır. İçinde sahici duyguların olmadığı bir var oluş hiç bitmeyen bir kandırmaca oyununun kuralları dışına çıkamaz. Altına hevesle imzamızı attığımız bu “yok olma” oyununda oyunbozan olmak, sistemin dayattığı sahte var oluşun karşısında hakiki bir var oluş sergilemekle mümkündür ancak.
Tüm bunları şu noktaya kadar okumuş olan sabırlı okura, bu düşüncelerin bir zihinde bir anda peyda olmadığını temin ederim. Bu yazı “ben bir şey düşündüm, bilin bakalım ne düşündüm” karmaşasının bir ürünü değildir. Sanatın sağaltıcılığını Aristo’nun “katharsis”i ile geride bıraktığımızı düşünenler yanılıyor. Sanat bugün için pek çok şeyin yanında, huzursuz ettiği, insan zihnine sorular ektiği sürece sağaltıcıdır ve ben böyle bir oyun izledim.
Oyunun adı “Sen Olmak Nedir?” Künyesi çok önemli. Bu kadar başarılı bir oyun yazmak önemli bir iş. Bu kadar iyi bir metni bu kadar iyi oynamak da önemli bir iş. Yazarı: Nur Can Kara. Oynayan ise Mert Turak.
Metin, hikâye anlatıcılığının çok güzel bir örneği. Derin, akıcı ve akıllı. Metnin akıllısı olur mu demeyin. Olur elbette. Yazarın aklının, zihninin metne geçmesi ancak “içi-dışı bir” bir yazarla mümkündür. “Miş” gibi yapmayan, yazıyor gibi yapmayan bir yazarın. Pek çok iyi edebiyat eserinin arkasında da muhtemeldir ki acıyı, hüznü, sevinci hakkını vererek hissetmiş, “acıyı bal eylemiş” yazarlar vardır. Peki bu oyunda acı bir durumdan söz etmek mümkün mü?
Evet mümkün. Olmayacak bir “aşka”, gönül vermiş bir erkeğin, uygun görülmüş bir evlilikle varlığından/aşktan uzağa düşmesi, kutsallığından sual olunmaz orta sınıf düzenin temellerini atmasıyla devam eden yaşamıdır gözümüzün önünden geçen. Bu aşamalara gelene kadar, “devletin ideolojik aygıtları”nın tornasından geçen bu adamın hayatında, aşk bir anlık şaşkınlıktan çok hayatın ta kendisidir. Oyunun sürprizini bozmamak için söylemekten imtina ettiğim final, âşık olduğu kadının olmasa bile, kendi benliğinin ve sahici bir var oluşun peşinden giden bir erkeğin hayatını vaat ediyor izleyiciye.
Adını bilmediğimiz bu erkek kendisine ve bize “Aramızdaki tek fark arkandaki sır. Başkası olmaya hazır mısın?” diye sorarken, “başka” kelimesi farklı bir anlam kazanıyor. “Bir şeyin dışında”, “farklı olan” anlamındaki yapısı bozuluyor; kendi içinde bir “başka”ya dönüşüyor. Evet, sadece kendisini toplumun günlük standartlarına uygun hale getirmek için aynaya bakan ve bunun dışında başka hiçbir yerde kendiyle “yüzleşemeyen” insan için, dönüşeceği “öz” bir “başka”dır. Bu da Kafka’nın evrimini tersine çeviren bir beceri gerektirmektedir.
“Sen Olmak Nedir?” oyununun derdi de, bu evrimi tersine işletmektir işte. Âşık olduğu kadını, tabağında bıraktığı pilav tanelerini saymaya varacak kadar seven bu adam, aşkını “geçmişe gömüp” evlenir. Ve muhtemeldir ki çocuk sahibi olmak için porno görüntülerin karşısında, soğuk, steril bir odanın içinde boşalmaya, sperm “üretmeye” bedel olacak bir düzenin kurbanı olmasına ramak kalmıştır. Ta ki “bize bir ömür gibi gelen” 10 dakikalık zamanın sonrasında bir kapıdan dışarı çıkana kadar.
Var oluşunu, toplumsal var oluşa feda ederek aslında bir yok olmanın eşiğine gelen modern insan için maalesef tek çıkış yolu vardır. O da toplumun normları için değil, toplumun normlarına rağmen bir hayat sürebilmek.
Burada sürgit bir inatlaşmadan bahsetmediğimi not düşmeliyim. “Rağmen” ifadesi, toplumun kabullerine karşı körü körüne mücadele etmeyi ifade etmemelidir. Var oluşun sırrı olan duygu ve düşünceler, toplumsal değerlerle çatışma noktasına geldiğinde, bireyin oyunu yeniden kurma becerisi “rağmen”in belirleyicisidir.
Evrenin toplamında, bir toplu iğnesi başı kadar yer tutmayan dünyamızda, bir toplu iğne başı kadar yer tutmayan varlığımızı bir şekilde anlamlandırmak mümkünse, bunun yolu kendi duygu ve düşünce evreninin gerçekliğini yaşamakla mümkün olabilir ancak.
“Sen Olmak Nedir?” bu “gerçekliğin” peşinden koşarken, izleyicisini de çağırıyor peşi sıra.
Bu bir tiyatro eleştirisi/yazısı değildir ama sanatın, tiyatronun, edebiyatın ortaya atabileceği/attığı soruların naçizane bir kanıtıdır.
Fakat siz yine de bize aldanmayın. “Ainesi iştir insanın, lafa bakılmaz.” Aşka, gerçeğe, sahiciliğe, sistemin çarkları arasındaki sıkışmışlığa, düzenin köhnemişliğine sövüp, ona teslim olan bizden değildir.
Dünya döndükçe -bazen tersine bile dönse- soruları olanların, huzursuzluğa rağmen varlığına sahip çıkanların nefesi eksik olmasın.
arslan.rengin@gmail.com
twitter.com/RenginArslan
YORUM YAZIN