Header Ads

Türkiye'de Çalıştırılmayan Gazeteci Olmak

- HAMDİYE ÇİFTÇİ -
Ülkedeki ileri demokrasi işleyişi sayesinde, her gün kadrosu artan, utanç tablosunun göstergesi olan, cezaevlerinde tutuklu gazeteciler tarafından hazırlanan “Tutuklu Gazete”nin ikinci sayısıyla, yine zindanda düğümlenen çığlığımızı sizlerle paylaşmaya çalışıyoruz.

Türkiye’de basın ve ifade özgürlüğünün olmamasından ve uzun tutukluluk sürelerinden dolayı cezaevinde 20. ayıma girdiğim bugünlerde, bizim için çok özel olan 10 Ocak Çalışan Gazeteciler Günü’nde; bizi çalıştırmamaya, etkisizleştirmeye yönelik tüm uygulamalara rağmen, bedenimiz hapiste, tutsak yüreklerimizle sizinle birlikteyiz. Yaşadığımız ülkede muhalif olmak başlı başına bir sorun halindeyken, Kürt ve muhalif olmak ne kadar zordur, tahmin edersiniz. Şimdi uzun uzadıya muhalifliği anlatmayı düşünmüyorum. Ancak yaşantımdan kısa bir paylaşımla muhalif basına değinmek istiyorum.

Henüz gazeteciliğe ilk başladığımda, yerel gazetelerde çekirdekten yetişmeye başladım, sonra bir sene kadar devletin resmi ajansı olan Anadolu Ajansı’nda Hakkari ve Çukurca muhabirliği yaptım. Buraya kadar her şey yolunda… O zamana kadar hep “iyi gazeteciydim”; bütün kapıların ardına kadar açıldığı bir gazeteci, istenilen haberi istendiği gibi yapıyordum.

Ta ki aradan geçen bir yıllık süreyle, Kürt ve muhalif olan Dicle Haber Ajansı’na (DİHA) geçmemle birlikte bütün dengeler birden değişti ve bir anda “kötü gazeteci” oluverdim. Kürt basınına geçtiğim ilk aylardan itibaren birçok meslektaşım gibi tehdit, baskı, gözaltı, kaçaklık ve en son tutuklanmayla karşı karşıya kaldım.

Bu ülkede iktidarı eleştirmenin, karşıt haberler yapmanın, yazılar yazmanın bedeli hep çok ağır oluyor. 90’larda gazeteciler öldürülür ve bombalanırken, şimdi öldürmek yerine kelepçeyle, tamamıyla yok edilmekle karşı karşıya kalıyoruz.

Bu nedenle 90’dan fazla gazeteci halen cezaevlerinde. Birçoğunun yargılama süreci devam etmesine rağmen, oluşan tepkilerden dolayı Adalet Bakanlığı’nın yaptığı resmi açıklamada, bu gazeteciler kamuoyuna “silahlı terör örgütü üyesi” olarak lanse edildi.

Adalet Bakanlığı, yargılaması devam eden kişilere farklı farklı kılıflar giydirip, yargılama sürecini nasıl olumsuz etkilediğini bilmezden gelerek kendi yasalarını kendi çiziyor.

Sormak gerekir: silahımız, tankımız, topumuz varsa nerede? Tabii, kitap bomba, kalem kurşun, fotoğraf makinesi tank gibi görülüyorsa bilemem. İktidarın görmek istedikleri belirleyici rol oynuyor.

Burada yaklaşık 7 ay önce belki ülkemizde bir şey değişir diye aynı bu sayfalardan sesimizi dünyaya duyurmaya çalışmıştık. Bir şeyler değişti mi? “Hayır” dediğinizi duyar gibiyim, ama bizler umutla bu ülkede bir şeylerin değişmesi için, sizlerin de destekleriyle mücadele edeceğiz.

Türkiye’de AKP sistemi sayesinde çoğunluğu muhalif, hemen her kesimden kişiler cezaevlerinde ağırlanınca, ne yazık ki değerlendirilecek çok konu oluyor. Bugün bu satırlarda, bu ülkede çalışan bir gazeteci olmanın özgürlüklerini, güzelliklerini paylaşmak isterdim. Ancak gazeteci olmak, ülkede korkulu bir rüyaya dönüştü. Bizler esaretin kollarında, üzerimize kilitler takılsa bile mesleğimizi her şartta yapmaya devam edeceğiz. Şu anda yaşam alanımız cezaevi olduğu için, bu mekânlarda gelişen mevcut sorunları paylaşmadan geçmeyi doğru bulmuyorum.

Genel olarak cezaevleri hakkında bilgi vermeye çalışırsam, aslında görmezden gelinen gerçeklikleri tekrarlamış olacağım. Bu kadar çok kişinin yaşam alanı haline gelen cezaevlerindeki sorunların hiçbir şekilde yansıtılıp, gündemleştirilmemesi tek başına ayrı bir sorun iken, kişiyi yok etmeye yönelik geliştirilen uygulamalarla dün olduğu gibi bugün de; uzun tutukluluk süreleri, hasta tutsakların tahliye edilmemeleri, Kürtçe savunma krizi, olumsuz yaşam koşulları, baskılar, tecritler ve bütün bunlara karşı açlık grevleriyle birlikte eylemsellik süreci hâlâ çözüm bekleyen sorunlar yığını halinde sıcaklığını koruyor.

Bütün bu sorunlar yaşanırken, deprem bölgesinde yaşanan en küçük bir sarsıntıyı bile cezaevinde karşılayan biri olarak, Van depremine kısa bile olsa değinmek istiyorum. Aralarında gazeteci arkadaşlarımız Cem Emir ve Sebahattin Yılmaz’ın bulunduğu 650’ye yakın kişinin yaşamını yitirdiği deprem sonrasında, kent boşaltılarak hayalet bir kente dönüştürüldü. Binlerce kişinin mağdur olduğu depremde kuşkusuz herkesin yüreği yandı. Ama asıl yüreğimizi yakan şey, deprem sonrasında kışın ortasında yardıma muhtaç depremzedeler arasında ayrımcılık yapılması, gelen yardımlarda taş, sopa, bayrak vb. ürünlerin gönderilmesi, bununla beraber bazı gazetecilerin “onlar hak etmiş” şeklindeki ırkçı söylemleri oldu. Bunlar 7.2’lik depremden çok daha ağır gelip kanattı yüreğimizi…

Deprem döneminde devletin bütün zirvesi orada olmasına rağmen, aradan aylar geçmiş olsa da halen yaralar kabuk bağlamadı. Bu konuda birçok gazeteci, yazar düşüncelerini paylaştı. Gerçekten bu deprem Van’da değil de başka bir yerde olmuş olsaydı, sonuç böyle olmayacaktı.

Bölgede yaşanan acıları kapatmak için herkes tek yürek olurken; aynı bölgenin dağlarında askeri operasyonlar bütün hareketiyle devam ediyor. En son basına yansıdığı şekilde 36 HPG’linin Çukurca’da kimyasallarla katledilmesi gündemde tartışma konusu olurken; aynı dönemde yine birçok ilde eş zamanlı yapılan KCK operasyonlarıyla binlerce siyasi parti çalışanı, yayıncı, gazeteci, yazar, avukat, akademisyen, öğrenci ve çocukların gözaltına alınmasıyla tutuklamalar devam ediyor.

Bölgede yaşayan herkes şaşkın, yorgun ve acılı. Bir yandan deprem yaralarını sarmaya çalışırken, bir yandan kimyasallarla eritilmeye, öte yandan da tutuklamalarla yok edilmeye çalışılmakta. 90’larda faili meçhuller yaşanırken, şimdi yargı kıskacıyla diri diri mezara koyma uygulamaları yaşamsallaştırılıyor.

Bunca şey yaşanırken görmeyen, duymayan, söylemeyen üç maymunu oynamanın bir anlamı yoktur. Eğer ülkemizin gerçekten demokratikleşmesini istiyorsak; her açıdan bakabilmeye, eleştirmeye ve sorunun özüne dokunmaya cesaret etmemiz gerekir. Yoksa hep yerinde sayan, hatta gerileyen, AB’nin nasihatlerinden payını alan, kendini kandıran bir ülkeden başka bir şey olmayacağız.

Bunun için yeni anayasa hazırlığıyla fırsat doğmuşken; özgürlükçü, eşit ve demokratik bir anayasayla, Türkiye halklarının hakları güvence altına alınmalıdır.

(Başta bizleri hiç yalnız bırakmayan TGS’ye ve bize destek veren tüm meslektaşlarımıza, siyasetçilere, kurumlara teşekkür ediyor, 90’lardan bu yana katledilen 70 basın şehidini ve Van depreminde mesleklerini yaparken enkaz altında kalıp yaşamlarını yitiren Cem Emir ve Sebahattin Yılmaz’ı saygıyla anıyoruz.)


Hamdiye ÇİFTÇİ
Bitlis E Tipi Kapalı Cezaevi
B-8 Koğuşu
BİTLİS

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.