'Zafer' Sarhoşluğu
![]() |
- GÖZDE DEMİREL - |
Bu cümle İlya Ehrenburg’un Paris Düşerken romanının 174. Sayfasından.
Zafer. Yunan mitolojisinde zafer tanrısı Nike’dir. En önemli özelliklerinin başında ise çok hızlı koşma ve uçma gelir, zaferi kazanana ün vaat eder. Eski gravür ve heykellerde kanatlı tasvir edilir. (Spor markası Nike de adını bu tanrıçadan almıştır bu arada. Marka ismi olarak bir tanrıçayı seçerek kendini kusursuz gösterme çabasındandır belki de bu)

Kimi zaman herkesin herkese karşı zafer kazanmaya çalıştığı zamanlarda yaşıyoruz gibi geliyor. Zafer uğruna karalama, yalan, haksız rekabet ve daha birçok şey mubah. Dar zamanlarda en kıvrak hamlelerle sanki Badminton oynuyormuşçasına “oynuyoruz” hayatı. Oynuyoruz çünkü gerçekliğini sorgulayacak zaman bile bırakmıyoruz kendimize… Taştan kanatlı Nike gelsin de bizi “ün” ile ödüllendirsin diye mi bütün bunlar?
*
Nike’nin sembol olarak kullanıldığı yerlerden biri de İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Amerika Birleşik Devletleri Onur Madalyasıydı. O Nike bir yandan elbette onurla ülkeleri için savaşan askerlerin gururunu temsil ediyor ama bir yandan da şöyle diyor bana:
“Evet, zafer kazandık, yendik, artık Soğuk Savaş safhası başlayabilir, iki kutuplu dünyada kendi arka bahçelerimizde zafer sarhoşluğumuzu giderebiliriz. Ha bu arada bir Hiroşima vardı değil mi ama savaş zamanıydı, e zaten zafere giden her yol mubah değil midir? Biz kazananız, zafer bizim o zaman hükmetme gücü de irade de bizim. Hadi şimdi gidip birer bira içelim. Sarhoş olalım. Sarhoş olun. Siz sarhoş olup Nike’yi boynunuzda taşıdığınızı varsayın ve ben zaferin kendisi olarak haklı ya da haksız kazandığımla övünerek ve en çok ün payesini kendime vererek kıs kıs güleyim.”
Dünden bugüne çok şey değişti, çok şey aynı kaldı. Naomi Klein’in Şok Doktrini ( The Shock Doctrine) kitabında beni en çok etkileyen bölümlerden “Şok Doktrini”nin Şili’de uygulanan modeli olmuştu. Klein’in “Felaket Kapitalizmi” olarak da adlandırdığı bu dönemde Milton Friedman ilk doktrin reçetesinin Şili üzerinde denedi. En büyük destekçisi de elbette Allende’yi devirerek bir “korku arka bahçesi” kuran Pinochet’ti. “Zafer” kazanmış “General” Pinochet… Aynı beyne verilen elektro şok gibi baskıcı bir rejimle halkın düşünmesini engellemek olarak basitçe tanımlanabilir uygulanan. Arada ölen beyin hücreleri ise hücrelere hapsedilen, işkence gören, sürgüne giden ve korkudan konuşmayı unutan yeni nesillere “sus” diyen insanlardı… Durağanlığı ya da isyanı engellemenin en pratik yolu ise yeni çatışmalar yaratmak ve çatışmalar sonucunda bazılarının yeni “Nike”ler ile ödüllendirilmesiydi…
Bu geçmiş. Dün. Peki ya bugün? Peki ya biz? Bizim ülkemiz?
*
Türkiye’de bu doktrinin uygulanması Özal dönemine rastlıyor en çok da “Kürt Sorunu” için alınan önlemlerde…
Durup düşünüyorum. Yeni ve şekil değiştirmiş bir “doktrin” uygulanmaya çalışılmıyor mu bugünlerde diye…
Kim zafer kazanacak bütün her şey olup bittikten sonra? Çözüm kelimesi altında çözümsüzlük tuğlaları dört bir yandan sürekli dizilirken daha kaç kişi ölecek? Kaç kişi daha özgürlük ve demokrasi sloganları atılırken “tek dil tek ulus tek yürek” anlayışıyla anlayışsızlığa kurban gidecek. 6-7 Eylül’ü hazırlayan “Ya sev ya terk et” mantığı gerçekten bitti mi ülkemizde?
Biz ne ara “vatandaş yerli malı tüket” sloganlarını arşive kaldırırken “ya sev ya terk et” sloganını altın yaldızlı çerçevelerde başucumuza astık. Ne belirledi bu seçimi?
Çok soru var aklımda. Öyle çok… Çoğunun da yanıtı ne değil.
Ama net bildiğim bir şey var, sonunda kim tutarsa “Nike” heykelini onun “toz toprakla, kanla örtülmüş ve yaralı ayakları” olacak.
YORUM YAZIN