"Tarihsiz Bir Kentte 'Haydarpaşa' Olmak"
- Janet Barış - |
Elimde bir bavulla kalakaldığım bir yer değil Haydarpaşa Garı. Trenle yaptığım yolculuklar çoktan şehre karışıp erişkin olduğum zamanlara ait ve işte tam da bu yüzden İstanbul benim için Haydarpaşa Garı’yla başlayan büyük bir şehir olmadı hiç.
Hayatımın büyük bir bölümünü kapsayan Avrupa yakasından, Anadolu’ya geçiş güzergâhlarında en tarihi noktadır Haydarpaşa. Burası Anadolu ile Avrupa’yı birbirine bağlayan Boğaziçi köprüsü kadar işlevsel değil ama duygusal belleğimiz için çok özel bir yeri var. Bunu iki yıldır Anadolu Yakası’nı incelikle keşfeden biri olarak daha iyi anlıyorum artık.
Çok değil on yıl öncesine kadar vapurla karşıya geçmek nadiren birkaç arkadaşı görmek dışında gündelik bir eylem değildi. Oysa hayatımı bir karşı tarafa taşıdığımdan beri, yani son iki yıldır vapurlar da yol arkadaşım. Usulca yanaşırken Kadıköy’e yerinizden kalkmak ile kalkmamak arasında ince bir çizgidir beklediğiniz. Elinizdeki gazeteyi yavaşça kaldırırsınız, sonra her seferinde sanki ilk kez görüyormuşcasına özenle baktığınız Haydarpaşa çıkar karşınıza.... Sanki bu şehre ilk defa geldiniz; vapura ilk kez biniyormuş ve bu heybetli binanın tarihi görüntüsüne ilk kez tanık oluyormuşcasına bakakalırsınız. Bir kere heybeti değmiştir ya gözünüze o da artık sizin “yolunuzun” bir parçasıdır.
Şehirler tarih taşır ama onu gömüp büyük binalara hapsederken acımamış bir kentten bahsediyoruz. Surlar arasında gecekonduların olduğu bir şehir düşünün, bir imparatorluğun içine sıkıştırılıvermiş tek göz odalar... Walter Benjamin “hiçbir uygarlık belgesi yok ki aynı zamanda barbarlık belgesi olmasın derken çok haklı, bu alevler barbarlık görüntüleri, dumanlar da modernizmin inşa ettiği her şeye bir isyan gibi büyüyor.
Tarihi yok etmek kolay, belgeri yakmak, yeniden yazmak ama binalar öyle değil yıkılmadıkça ayakta ve birşeyler söylüyor geçmişten. Ben geçmişin kokusunu yanan garın dumanları evime doldukça soludum. Yakılmış ya da yanmış ne farkeder, bir binayı bakımsız bırakarak kaderine terk etmekle başlıyor unutulmuşluk. Tarihi özenle korumak ya da aynı özenle tahrip etmek arasında ince bir çizgi var, iktidarlar tarihin parçasını korumayagörsün o zaman sızacağı “kaçak”ı buluyor yangın.
Binaların dili yok ama heybeti var. Edip Cansever “ölüler ki bir gün gömülür, içimizdeki ölüler, dışımızdaki ölüler, insan yaşıyorken özgürdür” diyor. Binalar da tıpkı insan gibi ancak yaşarken özgür ve ancak yaşarken nefes alıyor.
YORUM YAZIN