Header Ads

Bir Kent Hikâyesi: Sana Sevdanın Yolları, Bana Yoksullar!

-ŞİRİN ALAZ -

Evliliğimin birinci ayında eşim, 'Şirin, malzemeden çalma' diye ilk uyarısını yaptı. Elimde değildi, 'yarın korkusu' içime işlemişti. Yemek yapıyorum, üç domates var, elim varıp da üçünü de doğrayamıyorum, sürekli bir tanesini yarına bırakıyorum.

Anneme gidiyorum, Mamak'ta çocukluğumun, gençliğimin geçtiği sobalı evdeyim. Abimin eşiyle mutfakta hazırlık yapıyoruz, titriyorum, dayanamıyor, 'Şirin, sen istersen içeri geç, titriyorsun' diyor. Utanıyorum, yumurtadan çıkıp kabuğu beğenmeme hikâyesi.

Doğumdan sonra temizlik için kadın geliyor. İlkin annem, teyzem kınıyor beni, 'Bir çocuğun, bir evin hakkından gelemiyor musun?' diyorlar. Etrafımdakiler gündeliğe giderken ben bir kadın alıyorum, hem ayıp hem yazık ediyormuşum.

Aynı işyerinde Mamaklı bir arkadaşım, 'Yoksul insan görmeye dayanamıyorum, onun için Ulus'tan, Tuzluçayır'dan uzak duruyorum' diyor. Ben o noktada değilim diye seviniyorum. Rüzgâr bu, ne zaman nereden eseceği, önüne kattıklarını nerede bırakacağı hiç belli olmuyor.

Bu kez beni bozkırdan kaldırıp yedi tepeli şehirde bırakıyor. Hasbelkader yeşillikler içinde, kimsenin balkonuyla, penceresiyle iç içe geçmeyen bir sitede oturuyorum. Mahalle baskısı denen duyguyu burada iliklerime dek hissediyorum. Sitede oturanların çoğu sadece kapalı değil burkalı, hatta gözlerinde tülleri olan kadınlar bile var.

İlkokul beşten sonra kapanan kız çocuklarına rastlıyorsunuz. Bazı akşamlar kapı çalıyor, iki üç çocuk gülümseyerek, 'Kandiliniz kutlu olsun' diyorlar. Ailecek şaşırıyoruz, kapıda öylece bekleşiyoruz, sonra sonra anlıyoruz ki çocuklar para bekliyor.

Taylan'a kandili anlatamıyoruz, sokağa çıktığından beri Allah sorularıyla dönüyor eve, 'Allah'ın şarkısıyla (ezan) dalga geçersek bizi cezalandırır mı?' diyor bir gün. Başka bir gün, 'Allah mı büyük Atatürk mü?' diyor.

Bakıcı Teyze namaz kılıyor, Taylan kadını taklit etmeye başlıyor. Kadın da oruç tutmadığımıza şaşırıyor, annem babam gelip kaldığında dayanamayıp anneme soruyor, 'Teyze siz namaz kılmıyor musunuz?' Küçülmüş dünyada kadına uzak ve tuhaf geliyoruz, bir yanıyla da yakın.

Her ne kadar çalıştığım kurumla barışık değilse de ruhum, birbirinden farklı çalışma mekânları sunuyor önüme. Bu kez bir hastanede çalışıyorum, şimdiye dek evraklarla, yazışmalarla boğuşuyorken ilk kez vatandaşla yüz yüze geliyorum. Kendime de çevreye de itiraf ediyorum, Şirin Şirin olalı böyle çalışma, zulüm görmedi diyorum.

Askerlik çağına gelmiş gençlerden, engelli, hasta olanlar ya da askerdeyken hastalananlar, mahkemeye düşenler kurula çıkıyor. Bana gelene dek gençler en az bir hafta, on gün askerlik şubesi, hastane arasında gidip gelmişler. Çoğunlukla arkadaşımın görmek istemediği insanlar geliyor karşıma.

Pantolonlarının, montlarının ceplerinden çıkardıkları dörde katlı evraklarını uzattıklarında, burnuma gelen kokuyla birlikte sabah hangi kapıların arkasından çıktıklarının izini sürüyorum. Hıı kızartma kokusu, portmanto mutfağa yakın bir yerde, hatta mutfakla portmanto sırt sırta. Evraklara dokunuyorum hafif nemli, rutubetli evlerden geliyorlar.

Her gün onlarca mavi kimliğe dokunuyorum, kimliklerindeki lekelerden, yıpranmışlıklardan kendime ince yollar açıyorum. Bir kez de pratikte görüyorum din hanesinin lüzumsuzluğunu. Kendimce oturduğum yerden oyunlar kuruyorum; isimlerinden, kapıdan girişlerinden nereli olduklarını çıkarmaca, Mamak'tan aşina olduğum Sivaslıları, Çorumluları, Tokatlıları şıp diye tanıyorum.

İstatistik bile yapmaya kalkıyorum; İstanbul'da Çorumlu pek yok. Psikiyatriye en çok Diyarbakır, Mardin, Siirt nüfusuna kayıtlılar geliyor. Yirmi yıldır aynı odada çalışan arkadaşlara soruyorum: 'Bugünden geçmişe bakınca hasta yelpazesinde ne gibi değişiklik var?' 'Eskiden kör, topal çok gelirdi. Şimdi kör, topal yok, en çok psikiyatri ve obezitede artış var' diyorlar.

Neredeyse bütün ötelenmiş, kakılmışlarla burada buluşuyor, hatta bazılarıyla ilk kez burada tanışıyorum. Geçenlerde ilk kez bir travestiyle oturup sohbet ettim, çok rahat geçimini fuhuştan kazandığını anlattı, memelerini gösterdi, hiç bıçak değmemiş, benimkilerden güzeldi.

Bakıyorum, kimi anne baba evladından bıkmış, çocukların kolları jilet izleri dolu, 'Alın, askere alın da hiç değilse bir buçuk yıl rahat edelim' diyorlar. 'Bugün git yarın gel' dediklerimizden kimileri sesleri çatallanarak da olsa, 'Bugün git yarın gel demesi size kolay, burası İstanbul, bize her evden çıkış sadece yol parası on beş yirmi lira, çocuğun hali belli' diyor.

Bu şehir bu kadar engelliyi neresinde saklıyor diye düşünüyorum. Devlet yirmi yıllık engelli vatandaşını yoklamaya tabi tutup ayrı bir işkence yaşatıyor. Kimse haklarını bilmiyor, bilse bile omuzları düşmüş, elleri sürekli ceketlerinin düğmelerinde olan bu insanlar, istemeyi de bilmiyorlar.

Engelli gençlerin askerlik şubesiymiş, hastaneymiş dolaşmasına gerek yok aslında, şehrin dört bir yanında cirit atan resmi araçlardan biri de yoklama işlemleri için ayaklarına dek gitmek zorunda, yani en azından kâğıt üzerinde öyle.

Bu koltukta oturup her gün onlarca kişinin hayatına, ucundan kıyısından girmek, hiç karşılaşmadığın, tanımadığın insanlarla beşer dakikalık da olsa hayatın bir yerinde buluşmak bir yandan insanı beslerken bir yandan da şişiriyor. Her gün biraz daha bürokrasiye öfken artıyor. Her gün biraz daha bu millet adam olmaz diyorsun, her gün yazık bu insanlara diyorsun.

Sonra bir gün; arka odalardan birine geçeyim, görmeyeyim, duymayayım maymuna döneyim istiyorsun. Gördüklerin, parmaklarına bulaşanlar vicdanının kaldıramayacağı kadar ağır geliyor. Başkalarına değilse de sana ağır geliyor, çünkü sabahın ilk saatlerinde önüne akıp gelen bütün o ötelenmiş yüzlerde aslında bir parça kendini görüyorsun.

* bu yazı ilk olarak mesele dergisinin 47. sayısında yayımlanmıştır.

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.