Header Ads

Marx mı Tanrı mı Ekonomiden Daha İyi Anlar?

 - RİİTTA CANKOÇAK -
Bir gün, mesela bugün, her insana yakışan bir samimiyet içinde uyansak ve bu yalan dolu dünyaya; öyle alıcı gözüyle değil de, objektif bir gözle, hatta bir büyüteçle baksak, ne olurdu? Ferah bir yürekle sahtekarlıkları çöpe atsak ve zaten hiçbir şeye yaramayan, tüketilmiş kumar kültürünü reddeden bir bakışla, ilericilerin ve tutucuların arasındaki kaçınılmaz düelloyu seyretsek ve sadece görebildiklerimize göre alsak kararlarımızı ne olurdu sahi? Yani, insanlık açısından?

2010’dayız. Kriz var. Paralar yetmiyor. Demokrasi, demofaşiye; özgürlük örtünmeye; post sol da, utancını gömen konformizme dönüştüğü için halk da kutularda, tek kişilik şaşkınlığında, pervaneler gibi dönmektedir.
İLO’nun yıllık raporuna göre, her 15 saniyede, bir işçi ağır yaralanıyor. Her 4 dakikada bir işçi iş kazasında ölüyor! Ve dünyanın her köşesinde taze ekmekler fırınlardan nasıl çıkıyorsa, işçiler de fabrikalardan öyle atılıyor. Ekmekler alıcısını bulur da, işçilere neler oluyor? Hani “time is money.” Vakit nakittir. Zaman ilerliyor da paralar nerede? “Game is over!'' demek daha doğrudur. “Oyun bitti.” Şöyle ya da böyle, para demek ekonomi demektir.

Marx mı ekonomiden daha iyi anlar, tanrı mı? İşte yüzyılın düellosu. Marksist değer teorisine göre, insan kendi emeğinin karşılığını kendisi almalıdır. Bir anlamda herkes kendisinin efendisi olsun demektir bu. Bu temel gürbüz düşünceye karşı söylenecek ne olabilir ki? Samimi olsak!

O koca kitapları okumuş olanlara, halkı korkutmakla kendilerine ayrı bir pozisyon yaratanlara, baş döndürücü fikirleri seven entelektüellere ya da eğitim denilen hazır sistemlerle kafaları doldurulmuş olan o "çokkültürlü'', üstün insanlara, ya da sosyalizmle gerçeği güzelliğe dönüştürebilenlerin yarattığı estetiği sömüren ''sol sosyete''ye ve dahası, emekçileri sadece erkeklerden oluşan bir deniz olarak düşünenlere de sorsak, durum fazlasıyla açıktır; ki şöyle:

Çevremizdeki değdiğimiz her şeyi; tabak çanaktan tut, tüm nesneleri; yaşadığımız evleri, yolculuk yaptığımız araçları, yürüdüğümüz yolları yapanlar kimler? Dünyanın her yerinde, sabahın köründe kalkan, koşa koşa bir yerlere giden, başkaları için bir şeyler üreten emekçilerdir. Kentleri, binaları, gemileri, fabrikaları da onlar yaptılar. Donlarımızı, çoraplarımızı, prezervatiflerimizi ve rujlarımızı da. Tarlaları da onlar ektiler. Bunları biliyoruz ama yine de durumun politikleşmemesi bir garip. Çünkü; emekçiler, emek harcamayanlara göre çoğunluktadır, sesleri fazla çıkmasa da kentler, köyler onlarla dolu. Onlar bir bağırsalar, dünyanın kulağı çatlar. Yani bir sürü insan, her gün, her yerde bir şeyler yaratıyor ve başka bir avuç insan da onların emeğine el koyup vaziyeti sistemleştiriyor. İşçiye azıcık veriyorlar ve ondan kalan ''fayda''yı, yani artık değeri, kafalarına göre kullanıyorlar.

İşte kapitalizmin günlük hali. Manzara yeni değil. Tarih, büyük denizler gibi gidip geliyor. Ama son giden dalgadan sonra, sahildekiler bok gibi kalmışlar. Devlet gitti çünkü. Bir zamanlar o devletteki her kimsenin bir özelliği olmalıydı, demokrasi diye bir hayal dolaşıyordu ortada. Sonra da devlet "toz" oldu, ''özel'' sistem çıktı tepemize ve hiç kimsenin özelliği kalmadı. Devletin “vatandaş”ı da, hani şu arkaik, gayri resmi memuru da mutasyona uğrayıp tanrının askerine dönüşmüş. Hatta tanrının “özel” askeri de diyebiliriz belki. Piyasadaki son pazarlama yöntemi “ruhsallığa dönüş, maneviyat: Kaderci yaklaşımdır söz konusu olan. Ve reklamı da tuttu. En azından Avrupa’nın da bazı yerlerinde, Marksistler narsistlere dönüştükten sonra, hakikaten, imperiuma göç eden kaçak tekne insanlarına ya da sosyal devletin uçurumundan düşmüş olanlara, ya da kocalarından yumruk yiyen kadınlara, kiliselerdir kollarını açan. Milletin gözlerinde en güven kazanmış sosyalist, tanrı oldu şimdi.
İşte düellomuz! Rezalete bak!

Çalışanlar, hepimize kentleri falan yaparken, kendileri ekmek kuyruğundan da vazgeçip cennet kuyruğuna giriyor. E, bunca çürük oyundan sonra kafalarımız “Beyrut” gibi olmuş; çukur çukur. Psikolojik boşlukları neyle doldurabilir ki modern insan? Filmlerle tabii ki. Yansıtmalarla. Zaten sıkı bir Hollywood eğitiminden sonra gerisi kolay. Nasılsa alışmış millet; yansıtmaları gerçeğiyle karıştırmaya. Zaten yabancılaşmanın getirdiği yalnızlığı kabul ettikten sonra, cennet bir çözüm olarak son derece doğal bir biçimde filmlerin uzantısı olur. “Hayalet devleti!''

Muhtemelen dünyaya yeni güçler, yeni dengeler yerleşecek ki, değişimlerin hazırlık hamlelerinin belirtileridir bunlar. Değer, faydaya dönüştüğü anda, yeni değişimlere göre, toplumları uslandırma teknikleri lazımdır:
Ödül lazım, merhem etkisi yapan bir ilaç kullansınlar ki, emeğin yankısını bekleyen kuşkulu rahatsızlıkları iyileşsin: Eşek gibi çalıştıktan sonra, günün kalan ''boş'' zamanlarında, acayip ekonomik, mental bir yatırımla, geri alamadıkları yansımalarını cennete dönüştürebilsinler.

Afyona bak! Gürbüz ağaçlar, balık dolu denizler ve istediğin kadar huriler. Aman, daha ne olsun.
İnsanın içinden ağlamak geliyor. Halklarımızı bu kadar mı seviyoruz? Yetmedi mi? Emeklerini emmek yetmedi de, şimdi hayallerini de mi politikalarına alet ediyorlar?

Yeni bir patron sunulmuş: Gerçekleşmemiş hayallerin kralı, bu sefer tanrıya dönüşmüş. Diyelimki iki patron arasında yapılır düello: Marx var, bir de tanrı. Ben ne anlarım ki patronların kaprislerinden? Patronun birinin önerdikleri dokunabileceğimiz, gözle görünen meyvelerdir. Diğerinin, yani daha mistik takılan patronun meyveleri nerede?

Ben aç kalırsam gerçek meyveyi tercih ederim. Meyvesiz kalmayalım. Marx hepimize kolaylık versin.

* bu yazı ilk olarak birgün gazetesinde yayımlanmıştır.

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.