Header Ads

Tophane Vakası: Bir Fotoğraf Bin Söze Bedel

Tophane’de yaşananlar hakkında pek çok şey yazıldı, söylendi, söylenmeye devam ediyor. Olayın nedenlerini anlamak için soylulaştırmadan, muhafazakârlığa, mahalle baskısından, yaşam tarzı çatışmasına, mikro-faşizme kadar farklı kavramlar sarf edildi. Saldırının bu coğrafyanın “kültürüne” çok da yabancı olmadığını hatırlatmak için benzer vakalar zikredildi: Madımak, 6-7 Eylül olayları, İdil Biret’in Topkapı Sarayı’nda verdiği konserde yaşananlar, “Yala Ama Yutma” oyununa gösterilen tepki, IMF ve Dünya Bankası zirvesi protestoları sırasında Tophane’de saldırıya uğrayan göstericiler, İnegöl ve Dörtyol olayları… Olaylar arasında karşılaştırma yapılsa bile Tophane’de yaşananlar her toplumsal olay gibi biriciktir  ve yine her toplumsal olay gibi çok katmanlı, karmaşık ve tek bir dinamikle açıklanması mümkün değildir. Bu yazının amacı ne saldırının kimler tarafından hangi saiklerle gerçekleştirildiğini ne de galerilerin olayın ortaya çıkmasındaki rollerini açıklamaya çalışmak. Olay sonrasında televizyon ekranlarına yansıyan bir görüntü üzerinden pek de tartışılmayan bir konuyu ele almak derdim naçizâne.

Saldırıyı takiben Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ın yanına İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu, Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan, İstanbul Emniyet Müdürü Hüseyin Çapkın, Türkiye Seyahat Acenteleri Birliği (TÜRSAB) Genel Başkanı Başaran Ulusoy’u da alarak mahalleyi ziyaret ettiğini televizyon haberlerinde ve gazetelerde gördük. İnternetteki bazı haber sitelerinde yayınlanan videolardan görüldüğü kadarıyla resmî heyetin olay mahallinde yürüttüğü “keşif ve inceleme” gezisine pek çok mahalleli ve galeri sahibi katılmış. Heyet içerisinde herhalde sermayeyi temsilen bulunan TÜRSAB  Başkanı’nın getirdiği çikolata “toplumsal barışın” sağlanması amacıyla mahalleli ve galericiler arasında pay edilirken Günay’ın ilkokul müdürü edasıyla mahalle sakinlerine parmak sallaya sallaya ince ayar vermesi, sokakları gezerken karşılaştığı esnafa yine aynı tatlı sert edayla yaptığı “abilik yapın” uyarısı, bu esnada sıra arkadaşından yediği dayağın öcünü alması için çağırdığı okul müdürü ve yardımcılarının yanı başında boynu bükük duran galeri sahipleri dramaturjiden nasibini almamış bir okul müsameresini andırıyordu. Lâkin başarısızlık aktörlerin yeteneksizliğinden çok –tam tersine herkes kendisine biçilen rolü ziyadesiyle yerine getiriyordu– oyun metninin kendisinden kaynaklanıyordu. Ve maalesef bu metin salt iktidarın yazdığı ve yönettiği bir oyunun icrasından ibaret değildi.

Hatırlanacak olursa, saldırının hemen ertesinde “İstanbul Valisi bir sonraki sergi açılışına gelsin, bize sahip çıksın” çağrısı yapılmış; ardından, 5N1K’ya konuk olan bir galeri avukatı “devlet sanata ve sanatçıya sahip çıksın” diyerek çağrıyı yinelemişti. İlkini saldırının verdiği şokla yapılan bir hezeyana, ikincisini de bir hukukçunun meslekî deformasyonuna yormak mümkün. Fakat, devlet erkânıyla birlikte mahallede yapılan bu boy gösterisinin ve özellikle Bakan’ın konuşmaları ve tavrı ile açıkça ortaya koyduğu “galeriler sahipsiz değildir” yaklaşımının galericiler tarafından da sahiplenilmesini nasıl açıklayabiliriz? Başı sıkışınca “Devlet Baba”yı göreve çağıran, çözümü devletin şefkatli kolları arasında arayan (büyük sermayeden) “bağımsız” ve “muhalif” sanat mekânları bize ne anlatıyor?

Mekânsal ve fikrî yakınlıklarından dolayı saldırıya uğrayan galerilerin biraz ilerisinde Tütün Deposu’nda hâlâ sürmekte olan “Fikirler Suça Dönüşünce” sergisinin küratörü Halil Altındere’nin sergi hakkında yaptığı açıklamaları bu olay bağlamında tekrar okumakta fayda var: “Kurumlar riske girmeyen, kurum kimliğini fazla zedelemeyecek işler gösteriyor. Bu sergide ise sadece şık galerilerde sergilenecek minimal işlerin ötesinde, derdi olan, bu ülkenin siyasal ve toplumsal dinamiklerini dönüştürebilecek güçte, bunu yaparken de günün sanatsal ve estetik değerlerini gözardı etmeyen işler var. Ama bunlar, aynı zamanda bir kurumda sergilenecek kalitede”.

Siyasal ortamın belleğini tutan militarizm, iktidar, hiyerarşi, milliyetçilik, sınır ve toplumsal cinsiyet politikalarının eleştirisine yoğunlaşan ve aynı zamanda çağdaş sanatın kurumsal eleştirisine yönelen işlerden oluşan serginin altı sürekli çizilen muhalif çizgisi ile “beyaz küpün” dışarısında varolan “gerçek hayat” karşısında alınan iktidar yanlısı tutumu hangi saiklerle açıklayabiliriz? Extramücadele’nin ikon-kırıcı işlerine, “Darbe” gibi 80 dönemiyle hesaplaşmaya yeltenen işlerden oluşan sergilere ev sahipliği yapan Tophane galerilerinin varoluş riskine karşılık olarak iktidarı yanı başında istemesi ne anlama gelmektedir? Elbette ki bağımsız ve eleştirel işler yapmayı hedefleyen bu ufak sanat camiasını tek bir olay üzerinden yargılamak haksızlık olur. Ama bazen tek bir imge gerçekten de bin söze bedel olabiliyor ve yapısal bir sorunun bir anlık fotoğrafını gözler önüne serebiliyor. Sanatın siyasal ve toplumsal dinamiklerini dönüştürme yetisini savunanlar iktidar ve sermaye ile kol kola sorunsuzca yürüdüğünde ve sanatın olumsal politik gücü ile iktidarın ehlileştirici ve araçsallaştırıcı mantığının bir koltukta taşımasında bir sakınca görülmediğinde iddia edilen muhalif duruş oldukça sorunlu hale geliyor. Sadece samimiyetini yitirmekle kalmıyor, politik ve toplumsal bağlamını kaybediyor.

İşin en acıklı tarafı Tophane olaylarının soylulaştırma sürecinin bir parçası olarak analiz edilmeye çalışıldığı ve öncü-soylulaştırıcı olarak görülebilecek galerilerin bizzat kendilerinin de ileride bu sürecin –çocuklarını yiyen devrim misali– mağduru olabileceklerini söyledikleri bir aşamada Beyoğlu’nda sürmekte olan soylulaştırmanın bitirim ikilisi Günay ve Demircan’ın neredeyse bir kurtarıcı gibi karşılanması. Malûmumuz, soylulaştırma projelerinin resmî bahanesi olan ve ikilinin severek uygulamaya koyduğu 5366 sayılı “Yıpranan Tarihî ve Kültürel Taşınmaz Varlıklarının Yenilenerek Korunması ve Yaşatılarak Kullanılması Hakkında Kanun” insanlar uykularındayken bir mahalleyi yenileme alanı olarak ilan ediyor ve bundan sonra süreç durdurulamaz hale geliyor. Sulukule’de yakinen izleyebildiğimiz ve çok yakında Tarlabaşı’nda göreceğimiz gibi soylulaştırma yersiz yurtsuzlaştırma ve mülksüzleştirme ile sonuçlanıyor. Bu anlamda, Günay ve Demircan’la beraber yürüyen galericiler, Emek Sineması’nın yerine AVM yapmayı planlayan, Tarlabaşı’nda ultra lüks rezidanslar inşa etmeye hazırlanan, AKM’nin yerine bilinmeyen “çılgın bir proje” sunmaya yeltenen faillerle, en kaba tabiriyle, saf tutar duruma düşüyor. Bu işbirlikçi konum, maalesef soylulaştırmaya karşı cılız da olsa sürmekte olan toplumsal mücadelenin de öte yanına denk düşüyor; galeri sahipleri yağmurdan kaçarken doluya yakalanıyor.

Bu durum aynı zamanda radikal/eleştirel/muhalif güncel sanatın –nadir istisnalar dışında– sanat kurumlarının temsil alanı içine sıkıştığını ve toplumsal hareketlerin yaratmaya çalıştığı politik mücadelelerle sanat mekânları dışında buluşmaktan imtina ettiğini, en çok da bu iki alan arasındaki temas eksikliğini gündeme getiriyor. Tophane saldırısının ardından yapılan tartışmaların –olayın nedeni bu olsun ya da olmasın– ana eksenlerinden biri haline gelen soylulaştırma meselesine karşı ortak bir mücadele yürütülecekse eğer, bu mücadele Devlet Baba’nın şımarık çocuğu gibi davranarak, iktidarın himayesinde mahallelilerle barışarak gerçekleştirilemez. “Muhalif duruş” galerinin içerisinde olduğu kadar dışarısında da iktidar ve sermayenin dilini ve kodlarını yıkmaya yeltenmekse eğer, kimlerle ve hangi saiklerle yol yüründüğünün sorgulanması gerekiyor kuşkusuz.
Peki hareketler ve muhalif sanatçılar arasında en azından kentsel dönüşüm mücadelesi çerçevesinde bir ortaklaşma nasıl mümkün olabilir? Elimizde uygulamaya koyabileceğimiz hazır bir reçete yok. Dünyanın farklı coğrafyalardaki deneyimlerden yola çıkarak bir çerçeve çizmek mümkün olsa da öncelikle kendi deneyimlerimizi ve sorunlarımızı tartışarak düşünmemiz gerekli. Örneğin Oda Projesi’nin “Tophane ve Oda Projesi Deneyimi” adlı yazısında “yukarıdan bakan planlamacı bakışa karşılık, mahallenin kendine özgü potansiyellerinin farkına varma”nın önemi belirtilerek tabiri caizse “mahalle çalışması” yetersiz ama gerekli bir yaklaşım olarak sunuluyor. Fakat bu tür “projeci” mahalle çalışmaları oldukça sorunlu olabiliyor. Ayşe Çavdar’ın bir yazısında belirttiği gibi Gülsuyu-Gülensu’da yürütülen ve Oda Projesi’nin de dahil olduğu “New Cultural Agencies” adlı projenin, kendilerinden uzun süre gizlenen proje sponsorlarının niteliğinin (Allianz ve Garanti Bakansı) mahallede yarattığı huzursuzluğun, proje kapsamında yürütülen araştırmaların ve sözlü tarih çalışmasının mahallenin karşı karşıya olduğu kentsel dönüşüm yıkımları çerçevesinde ne ifade ettiğinin sorgulanması gerekiyor. Lâkin farklı saiklerle olsa da benzer bir sorgulama süreci kentsel dönüşüme ve soylulaştırmaya karşı mücadele eden pek çok politik oluşumun da gündeminde. Mahallelerle kurulan ve kurulacak ilişkilerin ve birlikteliklerin niteliği ve sürdürülebilirliği, mücadele stratejileri, tabandan örgütlenme meseleleri her an yüzleşmemiz ve her an yanıt aramamız gereken sorunlar. Hal böyleyken, kapsayıcı ortak bir mücadele zemini yaratmak, birbirimizi dışlamadan ve en önemlisi birbirimizi kim-lik, ne-lik kategorileri içerisine hapsetmeden beraber eylemenin imkânları üzerine düşünmek gerekiyor.

Nalan Yırtmaç’ın “Fikirler Suça Dönüşünce” sergisindeki “Yıkılan mahallelerin, yerinden edilenlerin gücü adına!” isimli işindeki Voltran misali birleşmiş mahalleler imgesini fikirden suça dönüştürmek, kentsel dönüşüme karşı ortaklaşa bir mücadeleyi mümkün kılacak patikaları açmak ve birleştirmek için öncelikle yürünecek yolun hangi tarafında olduğumuzu belirlemek gerekiyor. Fakat galerinin dışındaki mücadele alanları pek de güllük gülistanlık değil. Polis şiddetinden tutun da iktidarın binbir türlü alicengizliğiyle örülmüş tekinsiz bir yer. Ve orada ne bizleri koruyup kollayacak, çikolata ikram edip uzlaştıracak tatlı sert baba figürlerine ne de kolektif mücadeleyi örgütlemesi beklenen küratörlere yer var.

not: bu yazı ilk olarak birdirbir.org'da yayımlanmıştır.

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.