O İç Yakan Mektuplar..
12 Eylül askeri darbesi üzerine daha ne söylenebilir ki? Zaten uzun zamandır konuşulan, yazılan, çizilen ve yakın zamanda gerçekleşen referandum nedeniyle de tartışmaların alevlendiği bir zaman diliminde… Akla hayale gelmez işkencelerle anılan, gözaltına alınan birçok kişinin ‘kaybolduğu’, ardından siyaset konuşulmasının suç sayıldığı bir ortamın ve apolitik gençliğin mimarı olan, dehşet verici bir dönemle ilgili şimdiye kadar söylenenlerden, anlatılanlardan farklı ne söylenebilir? Bulamadım. Ve bu dönemi en iyi, en çarpıcı bir şekilde o dönemi yaşayanların anlatabileceğine karar vererek hiç kasmadım. Ne de olsa o dönemi yaşayan değil, okuyan kesimiz…
Beni bu düşüncelere salansa yakın zamanda aldığı ölüm tehditleriyle gündeme gelen Kürt siyasetçi ve yazar Orhan Miroğlu’nun Ölümden Kalıma Diyarbakır Cezaevi’nden Mektuplar adlı kitabı. Hayır, boş hayallere kapılmayın. Çünkü bu kitapta ne işkence var, ne ölüm, ne farelerle dolu bir koğuş, ne kirli yataklar, ne kötü yemekler, ne de baskılar. Kitapta Orhan Miroğlu’nun, mektup yasağının kalktığı 1983’ten 1988’e kadar Diyarbakır Cezaevi’nden annesine ve babasına yazdığı, ‘görülmüştür’ damgası taşıyan mektuplar var. Yani cezaevinde yaşanan dehşet verici olayların dışında kalan ‘günlük hayat’.
Bir tutsağın konuşma ihtiyacını gidermesine, tutsaklığın yarattığı yalnızlığı, duygu ve düşünceleri anlatmasına ve dışarıdaki özgür hayatla bağ kurmasına araç olan mektuplar. Miroğlu’nun deyişiyle ‘tutsaklıktan kurtarılan’ mektuplar. Mesela Miroğlu’nun okuma ve yeni şeyler öğrenme tutkusu, umutsuzluğa yer vermeyişi, dışarıdaki hayata, sevdiklerine özellikle de anne babasına, özgürlüğe duyduğu özlem ve bazen de bir görüş gününün yarattığı hissiyat.
‘Sevgili anneciğim, sevgili babacığım, canım anneciğim’in versiyonlarıyla başlayan mektuplar bir yandan Miroğlu’nun cezaevindeki ‘günlük hayatı’yla ilgili bilgi verirken bir yandan da onun nasıl büyük bir umutla hayata sarıldığını, gelecek özgür yılları beklediğini anlatıyor. Yatma, kalkma, uyuma, hava alma, yemek yeme gibi ihtiyaçların bazı kurallara göre giderildiği bir cezaevinde, günlük güneşlik bir bahar günü özgür kalmayı düşlediğini, geceleri sabaha kadar kitap okuyarak uyuyakalmak istediğini, sarhoş olmayı, anne ve babasıyla sabah kahvaltısını özlediğini, daha birçok şeyi anlatıyor. Uzunluğu kısalığı değişen ama içeriği hep umut ve özlem dolu mektuplarda uzun kitap listeleri, siparişler de yer alıyor. Bazen de geçmişe dönen Miroğlu, bir dönem babasının kendisinden haber alamayınca morglarda aradığı, bir mahkemeden dönerken gökyüzüne baktığı için bir gardiyanın, nasıl çıplak ayaklarını ezerek cezalandırdığını unutmadığını da anlatıyor.
Ben bir hiçim!
Yıllar sonra yayımlanan mektupların toplandığı kitaba yazdığı girişte Diyarbakır Cezaevi’yle ilgili duygularınıysa şöyle özetliyor; “Bu cezaevini hatırladığımda toplama kamplarında Nazilerin Yahudilerin boynuna astıkları levhadaki kelimeler gelir aklıma: Ich bin nichts! (Ben bir hiçim!). Diyarbakır Cezaevi’nde herkes bir hiçti, daha doğrusu bir hiç olmaya ve bir hiç gibi davranmaya zorlanıyor, bir hiç gibi de muamele görüyordu.”
Mektuplarda ayrıca, sürekli anne ve babasını umutlu ve sabırlı olmaları, sağlıklarına dikkat etmeleri konusunda ikaz ediyor. Gelecekteki özgür günleri hedef göstererek özellikle de sağlıklarına dikkat etmelerini istiyor onlardan. Bazen de annesine her duyduğuna inanmamasını öğütlüyor, mesela af söylentileri gibi. Bu arada da annesinin Türkçe bilmediğini, babasına duyduğu hayranlığı, annesinin üstüne ne kadar titrediğini, babasının okuyan ve güzel mektup yazan biri olduğunu da Miroğlu’nun onlara yazdığı övgü dolu sözlerden anlıyoruz.
Açık görüşlerin olduğu özel günler ve birbirinden farksız geçen günlerin ardından cezaevinde son günlerine yaklaşan Miroğlu, beklemediği bir durumla mektup yasağıyla karşılaşır. Nedeniyse daha önce bir açlık grevine katılmış olmasıdır. Bu yasağı belki de ‘yasakların hayatımızdan hiç çıkmayacağı’ mesajı taşıdığını düşünen Miroğlu duygularını şöyle özetliyor;
“… Gözlerim başucumda duran onlarca mektuba takılıyor. Sizin gönderdiğiniz mektuplar bunlar. Benim artık mektup yazmam yasak. Çok mektup yazdım size. Onları yazdım ve tutsaklıktan kurtardım bir şekilde. Oysa sizin gönderdiğiniz mektuplar hâlâ burada ve benimle beraber tutsak… Başucumda bir yer açtım onlara, orada duruyorlar. Bir ay sonra, benimle birlikte onlar da tahliye olacak, ne de olsa onlar da benim gibi, burada tutuklu sayılırlar…”
Beni bu düşüncelere salansa yakın zamanda aldığı ölüm tehditleriyle gündeme gelen Kürt siyasetçi ve yazar Orhan Miroğlu’nun Ölümden Kalıma Diyarbakır Cezaevi’nden Mektuplar adlı kitabı. Hayır, boş hayallere kapılmayın. Çünkü bu kitapta ne işkence var, ne ölüm, ne farelerle dolu bir koğuş, ne kirli yataklar, ne kötü yemekler, ne de baskılar. Kitapta Orhan Miroğlu’nun, mektup yasağının kalktığı 1983’ten 1988’e kadar Diyarbakır Cezaevi’nden annesine ve babasına yazdığı, ‘görülmüştür’ damgası taşıyan mektuplar var. Yani cezaevinde yaşanan dehşet verici olayların dışında kalan ‘günlük hayat’.
Bir tutsağın konuşma ihtiyacını gidermesine, tutsaklığın yarattığı yalnızlığı, duygu ve düşünceleri anlatmasına ve dışarıdaki özgür hayatla bağ kurmasına araç olan mektuplar. Miroğlu’nun deyişiyle ‘tutsaklıktan kurtarılan’ mektuplar. Mesela Miroğlu’nun okuma ve yeni şeyler öğrenme tutkusu, umutsuzluğa yer vermeyişi, dışarıdaki hayata, sevdiklerine özellikle de anne babasına, özgürlüğe duyduğu özlem ve bazen de bir görüş gününün yarattığı hissiyat.
‘Sevgili anneciğim, sevgili babacığım, canım anneciğim’in versiyonlarıyla başlayan mektuplar bir yandan Miroğlu’nun cezaevindeki ‘günlük hayatı’yla ilgili bilgi verirken bir yandan da onun nasıl büyük bir umutla hayata sarıldığını, gelecek özgür yılları beklediğini anlatıyor. Yatma, kalkma, uyuma, hava alma, yemek yeme gibi ihtiyaçların bazı kurallara göre giderildiği bir cezaevinde, günlük güneşlik bir bahar günü özgür kalmayı düşlediğini, geceleri sabaha kadar kitap okuyarak uyuyakalmak istediğini, sarhoş olmayı, anne ve babasıyla sabah kahvaltısını özlediğini, daha birçok şeyi anlatıyor. Uzunluğu kısalığı değişen ama içeriği hep umut ve özlem dolu mektuplarda uzun kitap listeleri, siparişler de yer alıyor. Bazen de geçmişe dönen Miroğlu, bir dönem babasının kendisinden haber alamayınca morglarda aradığı, bir mahkemeden dönerken gökyüzüne baktığı için bir gardiyanın, nasıl çıplak ayaklarını ezerek cezalandırdığını unutmadığını da anlatıyor.
Ben bir hiçim!
Yıllar sonra yayımlanan mektupların toplandığı kitaba yazdığı girişte Diyarbakır Cezaevi’yle ilgili duygularınıysa şöyle özetliyor; “Bu cezaevini hatırladığımda toplama kamplarında Nazilerin Yahudilerin boynuna astıkları levhadaki kelimeler gelir aklıma: Ich bin nichts! (Ben bir hiçim!). Diyarbakır Cezaevi’nde herkes bir hiçti, daha doğrusu bir hiç olmaya ve bir hiç gibi davranmaya zorlanıyor, bir hiç gibi de muamele görüyordu.”
Mektuplarda ayrıca, sürekli anne ve babasını umutlu ve sabırlı olmaları, sağlıklarına dikkat etmeleri konusunda ikaz ediyor. Gelecekteki özgür günleri hedef göstererek özellikle de sağlıklarına dikkat etmelerini istiyor onlardan. Bazen de annesine her duyduğuna inanmamasını öğütlüyor, mesela af söylentileri gibi. Bu arada da annesinin Türkçe bilmediğini, babasına duyduğu hayranlığı, annesinin üstüne ne kadar titrediğini, babasının okuyan ve güzel mektup yazan biri olduğunu da Miroğlu’nun onlara yazdığı övgü dolu sözlerden anlıyoruz.
Açık görüşlerin olduğu özel günler ve birbirinden farksız geçen günlerin ardından cezaevinde son günlerine yaklaşan Miroğlu, beklemediği bir durumla mektup yasağıyla karşılaşır. Nedeniyse daha önce bir açlık grevine katılmış olmasıdır. Bu yasağı belki de ‘yasakların hayatımızdan hiç çıkmayacağı’ mesajı taşıdığını düşünen Miroğlu duygularını şöyle özetliyor;
“… Gözlerim başucumda duran onlarca mektuba takılıyor. Sizin gönderdiğiniz mektuplar bunlar. Benim artık mektup yazmam yasak. Çok mektup yazdım size. Onları yazdım ve tutsaklıktan kurtardım bir şekilde. Oysa sizin gönderdiğiniz mektuplar hâlâ burada ve benimle beraber tutsak… Başucumda bir yer açtım onlara, orada duruyorlar. Bir ay sonra, benimle birlikte onlar da tahliye olacak, ne de olsa onlar da benim gibi, burada tutuklu sayılırlar…”
YORUM YAZIN