Devrim Heyecanı İle Tarihi Yadsımak Arasında
![]() |
- AYFER GENÇ - |
Söz konusu Michel
Foucault olunca kalem oynatmak biraz güç. Bu durumun farkında bir kitap
olan “Foucault ve İran Devrimi”, iktidar çözümlemeleriyle tanıdığımız
Fransız sosyal bilimcinin İran devrimi hakkındaki düşüncelerine
odaklanıyor. Bunu yaparken hem Foucault’nun hem de onu eleştirenlerin
döneme dair yazılarından geniş alıntı öbekleriyle ilerliyor Janet Afary
ve Kevin B. Anderson. Yazarların nesnel olma çabaları eleştirilerin
şiddetini ise hafifletmiyor, bilakis arttırıyor.
1978-79 yılları
boyunca İran’da farklı kesimlerden muhalif odaklar bir araya gelerek
Muhammed Rıza Şah Pehlevi iktidarına son verdiler. Humeyni figürü
etrafındaki kalabalık farklı siyasal görüşlerini İslamcılık siluetinde
birleştirerek İran İslam Devrimi için kapıyı araladı. Humeyni’yle
birlikte İran halkı da, devrimi destekleyen Batılı aydınlar da
umutlandı. Devrim ertesine dair tartışmalar ise her geçen gün alevlendi.
Foucault, bu ortamda, devrim konusunda heyecanlı entelektüel
kalabalığın arasındaydı. “Corriere della Sera” gazetesinin teklifini
geri çevirmeyerek devrim boyunca devrime dair yazılar kaleme aldı.
Foucault’nun söz
konusu yazılarında açık olarak kendini dışa vuran İran devrimi
hakkındaki “aceleci” heyecanı “Foucault ve İran Devrimi”nin karşı
çıktığı temel nokta. Kitap, yazarların özelde İran genelde ise İslam
gerçeğini bilmedikleri için eleştirdikleri Michel Foucault’ya bir cevap
niteliği taşıyor. Reddettiği Aydınlanma projesi karşısında sığınağını ve
Batı modernleşmesine alternatifi İslam dünyasında bulduğuna inanan
Foucault’yu deyim yerindeyse “topa tutan” bir yaklaşım kitabın tüm
ruhuna sinmiş durumda.
Bilindiği ve çok
tartışıldığı üzere Fransız düşünür, İran devrimi kapsamında Humeyni
figürü etrafında birleşen farklı muhalefet odaklarını Batı’nın “akılcı”
modernliğine kafa tutabilecek yegâne güç olarak nitelendiriyordu. Ancak
devrim, Foucault ve diğer muhaliflerin inandıklarının aksine farklı
sonlandı. Humeyni’nin kadın karşıtı yasaklamalarını takip eden günlerde
gerçekleştirilen 8 Mart Dünya Kadınlar Günü gösterilerinde göze çarpan
bir pankartta yazıldığı gibi; özgürlük İçin devrim yapılmıştı, fakat
İran halkının ve özellikle kadınların eline geçen sadece tutsaklıktı.
Hayatları
Humeyni’nin emirleriyle bir günde değişen İranlı kadınların “devrim”le
mahvolan hayatları belki de kitabın yazarlarının affedemediği temayı
oluşturuyor. İran devrimi boyunca kadın konusunda gerçekleşen dramatik
olaylar karşısında sessiz ve kayıtsız kalan Foucault’nun bu hali onu
eleştirilerin de hedefi haline getiriyor. Devrime duyulan büyük
heyecanın mı yoksa bilinçli bir geri çekilişin mi sonucu olduğu
açıklanamayan Foucaultcu kayıtsızlık okuyucuyu rahatsız ediyor.
Kitap ilerledikçe,
Foucault’nun İran devrimine dair görüşlerinin entelektüel temelleri de
sorgulanmaya başlanıyor. Buna istinaden “toplumsal cinsiyet” ve “erkek
eşcinselliği” kitabın özel tartışma odaklarından birini oluşturuyor.
Kendisi de bir eşcinsel olan Michel Foucault’nun
İlkçağ ve Yunan-Roma eşcinselliğine dair görüşleri eleştirel bir dille
ele alınıyor. Aslında kitabın açıkça savunduğu tez; Michel Foucault’nun
eşcinselliğe her zaman objektif bakmayı başaramadığı okuyucuya
ispatlanmaya çalışılıyor. Eski Yunan’da hüküm süren erastes-paidika
ilişkisi ise Foucault’nun görmezden geldiği savunulan iktidar
ilişkileri, itaat etme, boyun eğme gibi kavramlar üzerinden eleştirel
bir dille okuyucuya aktarılıyor.
Foucault’nun İran
devrimine dair görüşleri, bu görüşlerin entelektüel altyapısı ve
beslendiği şahsi değerler kitapta incelendikten sonra yazarlar, sonuç
niyetine, Ortadoğu coğrafyasının yakın dönem siyasi tarihinin genel bir
panoramasını çıkararak İslamcı köktendinci hareketi ve 11 Eylül’ü analiz
ediyorlar.
Olayların uzağında,
Batı’ya alternatif arayışında bir düşünür olarak Michel Foucault, evet,
devrim konusunda yanılmıştı. Onunla beraber başka Fransız
entelektüeller ve bizzat İranlı muhalifler de yanılanlar arasındaydı.
Sosyal bilimler alanında bu kadar büyük bir ismin heyecana kapılarak bu
şekilde yanılması şaşırtıcı ve affedilemez gibi görünmüştür, doğru.
Ancak benzer heyecanlara 11 Eylül saldırılarında yaşanan vahşete rağmen
bu saldırıları küresel emperyalizme karşı bir direniş olarak atfeden
Baudrillard’ın kapılmış olması da aslında sosyal teorisyenler nezdinde
her daim varolan bir arayışa işaret eder. Aydınlanma’nın evrenselleşmiş
değerlerine karşı gerçekleştirilmesi umulan savaşlarda terörizm de dâhil
farklı yolların meşruluğu veya gayr-ı meşruluğu her zaman akademik
tartışmaların önemli konularından olagelmiştir. Yaşanan vahşetler
kınansa da satır aralarında “acaba” sorusu hep gizliden gizliye
varolmuştur.
Michel Foucault,
İran devrimine dair gözlemlerini ve fikirlerini paylaştığı gazete
yazılarında ciddi muhakeme hataları yapmıştır; ancak tüm bu yazıların
filizlendiği dönemin Foucault’nun iktidar-özne ilişkilerine ve kendilik
tekniklerine odaklandığı dönem olduğu gözardı edilmemelidir. Bu dönem,
Foucault’nun 1970’lerin ortalarında kendi düşüncesinde yaşadığı
kırılmaya istinaden iktidardan iktidar-özne ilişkilerine yönelik
gerçekleşen felsefi değişimi de ifade eder. Foucault’yu bu derece
heyecanlandıran bu atmosferde İslamcılık görüntüsünde dinsel öznelliğin
insan hayatını şekillendirme gücüne duyduğu ilgiydi belki de. İslam ve
Şiilik konusundaki ciddi muhakeme hatalarına, feminizme dair kaçak
güreşine rağmen Batı, Aydınlanma ve modernleşme karşısında bir direniş
alanı yaratma gayretindeki Foucault, İran’a dair temel anlatısının
ayrıntısında, satır aralarında farklı olanın ipuçlarını vermeye devam
eder. Sosyal bilimlere dair olayların öznelliğine rağmen yapılması
gereken de satır aralarındaki ipuçlarını yakalamaktır bazen, büyük resme
rağmen…
“Foucault ve İran Devrimi”, Janet Afary, Kevin B. Anderson, Çev: Mehmet Doğan, 376 s., Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 2012
*Remzi Kitap gazetesinden alınmıştır.
YORUM YAZIN