Header Ads

Biz Neden Sokakta Değiliz?

- AYÇA SÖYLEMEZ -
Soru bana ait değil. Tarık Ali, Fransa’daki grevlerin ardından İngiltere vatandaşlarına seslenmişti bir yazısında, “Biz neden sokakta değiliz?” diye. İngiltere’de değil ama hayatlarının sorumluluğunu alma konusunda gayet başarılı olan Yunanistan’daki muhalifler, bu kez de cuntaya direnişin yıldönümü için sokağa çıktı. Medyanın “Yakıp yıktılar, huzuru bozdular” minvalindeki haberlerinden anlaşıldığı kadarıyla epeyi ‘huzursuzluk’ yarattılar parlamentoya yürüyerek. Bu denli olmasa da yüksek sesli protestoları Avrupa’nın farklı kentlerinde farklı zamanlarda duyuyoruz. İranlı muhaliflerin veya Güney Amerika yerlilerinin cılız ama dirençli sesi de zaman zaman ulaşıyor bize. Direniş hiçbir zaman sönümlenmiyor, ama bu gerçek, umudu canlı tutmaya da yetmiyor. Toplumsal hareketler yaygınlaşamadan marjinalleşiyor, bir grubun tekeline giriyor, direnişi sahiplenen grup diğerlerini dışlıyor.

Bu yazıda bir tespit ya da çıkarım bulamayacaksınız. Yalnızca sorular. Herkesin kendi derdine düştüğü dünyada dertler bu kadar çokken neden bir değişim ihtiyacının doğmadığına dair sorular. 

Az önce uzaklara gittim. Oysa hatırlıyorsunuzdur, Davutpaşa’daki patlamayı. 2008’in Ocak ayında maytap atölyesindeki patlamada 20 kişi öldü, 117 kişi yaralandı. İşyerinin ruhsatsız olduğu, orada güvencesiz çalışanlar için hiçbir önlem alınmasına gerek duyulmadığı ortaya çıktı sonradan. Ondan 3 yıl önce de Bursa’daki Özay Tekstil’de çıkan yangında kapılar kilitli olduğu için kaçamayıp yanan 5 kadının haberlerini okuduk. Kadınlar sadece tekstil atölyelerinde değil, sele kapılan servislerde de ölüyorlar. Geçen yıl İkitelli’deki fabrikaya çalışmaya giden kadınlar bir daha geri dönemedi örneğin. Bağcılar gecekondularının selden sonraki halini görenler ise, doğal felakete bağladılar yıkımı. Oysa selden önce de hayat çamurun içinde debelenerek sürüyordu orada. Tuzla’daki tersanelerde bırakın sigortayı hayati önlemleri bile umursanmayan işçilerin ölümünü ise günaşırı duyuyoruz.  Silikozis hastası kot taşlamacıların başka çaresi olmadığı için bile bile merdiven altına girdiğini de öyle. Fast-food lokantalarında gece 02:00’ye kadar çalışanların, orada satılan bir menünün fiyatından daha az saat ücretiyle çalıştığını bilmiyorsanız da tahmin edersiniz. Taşerona bağlı servis şoförlerinin günde 2’şer saatten en fazla 4 saat (o da minibüslerde) uyuyarak İstanbul’u dolaşıp beyaz yakalı kahrı çektiğini de benden öğrenin. Hurda toplayarak ailesinin karnını doyurmaya çalışırken bombaya denk gelen 4 yaşındaki Nujiyan ile 6 yaşındaki Beşir’in felaketini herkes Kürt sorunu üzerinden okudu, kolaya kaçtı. Oysa o çocukların sadece ölümleri değil yaşamları da haber olmalıydı. Bunlar bilindik birkaç örnek, yoksa hepsinin hikâyesini anlatmaya bir Dostoyevski bir de devrim umudu taşıyan halk gerekir. Bu yüzden yola şimdilik kuru cümlelerle devam edeceğiz.

Tüm bunlardan sonra gelen “Biz neden sokakta değiliz?” sorusu, düşünülenin aksine ‘Sokağa çıkın’ iması taşımıyor.  Hakikaten soruyor, ne oluyor ya da ne olmuyor da kimse öfkelenmiyor, umutlanmıyor, unutuyor, kafasını kaldırıp etrafına bakmıyor? Merak ettiğim bu. Meraktan da öte, ölü doğacağı belli saha araştırmalarına tüm vaktini vakfeden sosyal bilimcilere ödevimdir: Ne değişti son 40 yılda? Onlar düşünedursunlar ben son yüzyılı anlatayım. Hayır, savaşları ve zaferleri değil. Toplumsal hareketlerin nereden nereye evrildiğini. Belki sokağın öyküsü bir ışık yakar bilim insanlarının kafasında.

Toplumun yapısını, egemen üretim biçimi ve buna bağlı üretim ilişkilerinin belirlediğinden yola çıkarak, toplumsal hareketlerin de bu üretim ilişkileri içerisinde ve aynı zamanda ona karşı olarak şekillendiğini söylemek mümkün. Toplumdaki üretim biçimi ve üretim ilişkilerinin var kıldığı toplumsal aktörler de bu ilişkilerin temelindeki dinamiklere bağlı olarak değişim gösteriyor. Hosbawn, SSCB’nin kuruluşundan 1968’e kadar olan dönemi şöyle tanımlıyor: “1914’ten İkinci Dünya Savaşı’nın sonrasına dek süren bir felaket çağını, yirmi beş ya da otuz yıllık sıra dışı bir ekonomik büyüme takip etti, bu da muhtemelen insan toplumunu bu denli kısa hiçbir dönemin değiştiremediği kadar derinden değiştirdi.” Sovyet baskısından yılan Doğu bloku ülkelerindeki ayaklanmaların yine Sovyetler tarafından şiddetli şekilde bastırılması ve aynı zamanda dünyanın iki kutbunun zaman zaman uzlaşması ve anlaşmalar imzalaması, toplumsal hareketlerinin değişiminin olduğu kadar, post-modern dönemin de habercisiydi. Macaristan ayaklanmasının bastırılışı ya da Çekoslavakya’nın işgali, Sovyetler’in işçi sınıfının umudu olarak görülmesinden, büyük bir hayal kırıklığına doğru evrilmesinde rol oynadı. Ayrıca Stalin’in, İngiltere, ABD, Almanya gibi devletlerle yaptığı anlaşmalar da bu değişimde rol oynadı. Son olarak, ‘duvar’, umutların üzerine yıkıldı.

Özellikle İkinci Dünya Savaşı’nın ardından değişmeye başlayan dünya sistemi, 1968 ve sonrasında geniş kitlelere yansıyarak post-modern bir sistem eleştirisini de beraberinde getirdi. Sınıf mücadelesinin tüm sorunların en başında tutulduğu modern dönemler, devrimlere sahne olmuştu. Devrimlerin çöküşü ise sistem eleştirisini ortaya çıkarırken sistemin temelinde yatan sorunlar geri plana atıldı, kapitalizmin yeni buluşu küreselleşme, bizi bireyci bir anlayışın tam ortasında bıraktı. Küreselleşmenin toplumsal hayattaki en önemli izdüşümü, zıtlıkların ve değerlerin niteliğinin değişmesi oldu. Gemisini kurtaran kaptanlar ve kaptan olma hayali kuranların sayısı artarken, canı çıkan altta kalanlar büyük bir illüzyonun içine düştü: Size de çıkabilir. Mevzu uzun, kendimizle ilgili kısmı alıp gerisini başka bahara bırakacağım. 

Sanayi devrimi işçi sınıfını oluştururken, kitlesel direnişleri hesaba katmamıştı anlaşılan. Ancak şimdi durum öyle değil, kapital sessiz ve derinden oynuyor, ezilenden bir adım önde gidiyor, daha direniş başlamadan önünü alıyor. Sınıf çelişkisinin ‘demode’ olmasıyla ortaya çıkan boşluk, hızla dolduruldu. Evren boşluk kabul etmiyor, kapitalizm de etmedi.  Postmodern dönemde, dünyanın 100 yıldan fazladır emek-sermaye çelişkisi içerisinde vermeye çalıştığı toplumsal mücadelelerde, eşcinseller, kadınlar, çevreciler, ezilen etnik gruplar, bu mücadele içerisinde kendi haklarını da ayrıca sorgulamaya başladılar. 1968, Çin Devrimi ve Vietnam savaşının ardından 70’lerle yükselen bu hareketlerde, toplumsal çatışmaları iki kutuplu ele almak yerine karmaşık bir yapı olarak kabul etme düşüncesi hâkim oldu. Egemen/ulus devlet kavramının, çokuluslu gıda, tarım, ilaç ve silah şirketleriyle yer değiştirmesinin ardından, geleneksel sistem karşıtı hareketlerin yerini, kimlik hareketinin yükselişi aldı. Negri’ye göre ‘postmodern bir dönemdeyiz.’ İşçi sınıfının çözüldüğü ve ‘güvencesizler’ olarak tanımlanan ve küreselleşmenin etkisiyle sayıları her geçen gün artan prekarya da proleteryanın yerini aldı.

Yukarıda anlattığım prekaryanın yanı sıra yeni proleter sınıf olan beyaz yakalılar (her ne kadar kendileri bu konumlarının farkında olmasa da), yeni işçi sınıfı haline gelirken, solun romantik bir şekilde sadece fabrikada var olabileceğini sanmasının yanı sıra onun için bile çabalamaması, yeni teoriler geliştirilmesi gerekliliği tartışmalarını da halının altına süpürdü. Ortada hamaset ve inandırıcılıktan uzak sloganlar kaldı. Eh, bunlarla da arpa boyu yol gidilememesi doğal. Yeniden sınıf çelişkisini hatırlayacak ve bunu postmodern dönemin toplumsal hareketleriyle harmanlayacak yeni teorilere, belki yeni bir Marx’a ihtiyacımız var. Feminizmi dışlamayan bir sınıf mücadelesine, kimlik sorununu ‘devrim sonrasına’ bırakmayı planlamayan bir sola ve belki adının da ‘soldan’ farklı kurulacağı bir direnişe ihtiyaç var. Bunun bugünkü soldan çıkmayacağı gibi bir gerçek, sokaktan ya da akademiden çıkmayacağı anlamına gelmiyor. Ama hiç kimsenin çok fazla bekleyecek takati de kalmadı. Diyalektik demişken: Umutsuzluk varsa, umut da var.

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.