Ahmet Şık: Fethullah Gülen'in Mektubu Şantaj ve Tehditti..
Tarafların her birinin amacının daha fazla güce sahip olmak olduğu devlet içi bir savaşta gazetecinin yapması gerekenler bellidir.
Yaşananların nesnel aktarıcısı olması gereken bir gazetecinin arabuluculuk ya da kuryelik üstlenmesinin ne tür bir mesleki faaliyet olduğunun açıklamasını bu görevi üstlenenlere bırakalım.
Fethullah Gülen’in yazdığı açıklanan mektubun Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e hitaben yazılmış olması, doğrudan muhatap alınan kişinin Başbakan Recep Tayyip Erdoğan olduğu gerçeğini perdelemesin.
Cemaat çevrelerinden “Mektup Başbakana yazılmadı” denilmesi bir kandırmacadan ibarettir. Mektubun Recep Tayip Erdoğan’a yazılmadığı iddia ediyorsanız, başbakanlık onayıyla postacılık yapacak kişiden, “İçeriğinin Başbakan Erdoğan’la da paylaşılmasını” neden istediniz?
Mektup içeriği itibarıyla bir yandan barış çağrısı yapıyor görünse de gerçek niyet şantaj üzerinden “uzlaşı” arayışıdır.
“Kanun çerçevesinde yürüyen işlerle ilgi emir verme konumunda değilim” dedikten sonra “tansiyonun düşürülmesi adına dost, muhip ve sevenlerime itidal tavsiye edeceğim” demek ne anlama geliyor?
Hükümet cephesinde tansiyonu düşürecek olanın AKP’ye yönelik polis+yargı operasyonlarının sona erdirilmesinin olacağını herkes anlıyor. İtidal karşılığında dershaneme, devlet içinde örgütlenmeme sesini çıkarma, sen de yolsuzluğunu yapmaya devam et denilmek istendiği açık.
“Özellikle bir kesim medya kuruluşlarında kara propaganda sayılabilecek yayınların sona ermesini arzuladığını; bu konuda kendisinin elinden geleni yapacağını…” cümlesi “Gülen Cemaatini hedef alan ve ‘kara propaganda’ diye adlandırılan haberler biterse ben de kendi medyamı sustururum” anlamına gelmiyor mu?
AKP’nin Cemaatle savaşında önemli bir yer tuttuğu anlaşılan ve şu aşamada ağırlıklı olarak polis üzerinden yürütülen tasfiye operasyonları şeklen bir “devlet ataması” iken, “kanunlar çerçevesinde hukukun gereklerini seslendirdiklerini” iddia eden Fethullah Gülen’i bu konu neden bu kadar ilgilendiriyor?
Devlet içine örümcek ağı gibi örgütlenmiş, düşman bellediği herkese tuzak kuran bir örgüt olduğu ortaya çıkan bir şebekeyi tasfiye ediyor olmak “devlet memurlarının üzerlerine gidip onları vazifelerini yapmaktan men etme, kıyıma uğratmak” anlamına mı geliyor? Bu konuda, “Ben sussam bile kamu vicdanı susmaz” demek kitleleri yönlendirebilecek güce ve etkiye sahibim demek olmuyor mu?
Ve mektubun en can yakıcı ve en çok şantaj içeren kısmı da burada: “Ayrımcılık ve meşrepçilik gibi hatarlı düşünce ve çirkin işlerin önü alınmazsa yarın Aziz Mahmud Hüdai Hazretleri muhiblerinin, Süleyman Efendi’nin talebelerinin, İlim Yayma Cemiyeti’nin, Menzil mensuplarının ve diğer meşreplerin/mesleklerin de aynı muameleye maruz kalacaklarını…” demiş Fethullah Gülen.
Gülen’in adını andığı Aziz Mahmud Hüdai Vakfı’nın yönetim kurulunda yer alan Topbaş ve Tivnikli ailelerine mensup bazı kişilerin (Mustafa Latif Topbaş ve Abdullah Tivnikli), mektubun yazıldığı 21 Aralıktan 4 gün sonra yapılmak istenen 25 Aralık operasyonunda zanlı olacak isimler arasında bulunması herhalde tesadüftü.
Çok açık ki şantaj ve tehdit üzerinden aranan uzlaşı girişimleri sonuçsuz kalınca 25 Aralık operasyonu yapılmak istenmiştir. Devlet içine çöreklendiği ortaya çıkmasına karşın hala sivil toplum örgütü olduğu iddiasındaki bir cemaat lideri, yürütme organının başına “sözde sulh” çağrısı yapıyor. Kimse de ne sıfatla bu savaşın tarafı olduğunu sormuyor.
İki ucu pis değnek sözünü anımsatan bu savaşta tarafların her biri hala “barış, hoşgörü, Allah, Kur’an” diyerek din simsarlığı yapmaya ve bugüne kadar yaptıkları yolsuzluk ve çete faaliyetlerinin üstünü örtmeye devam etmek istiyor. Yolsuzluklar da soruşturulsun, çeteler de temizlensin.
Önümüzdeki günler artık umudunu kaybeden Hüseyin Gülerce'nin de ima ettiği gibi her iki taraf için de çetin geçecek.
* Ahmet Şık'ın twitter hesabından alınmıştır.

YORUM YAZIN