Ufuktaki Tehlike: “Her Şeye Rağmen Evet”
“Yetmez Ama Evet” kampanyası yalnızca bir referandum dönemine ait olmaktan çıkarak, toplumsal bir dönüşüm projesine öncülük etmişti. AKP’li belediye ekiplerinin “Yetmez Ama Evet” pankartlarını büyükşehirlerin meydanlarına astığını hatırlayarak, kampanyanın “gücüne” başka bir objektifle bakmakta fayda var.
Muhafazakâr/Liberal hegemonyanın geçtiğimiz süreçte toplumsal muhalefet hattındaki bütün siyasetleri -özellikle polisiye tedbirlerle- zayıflattığını gözlemledik. Bu öyle bir süreçti ki Türkiye solunun, AKP’ye ve yeni devlete karşı mücadelesini sekteye uğratacak donanımı bünyesinde taşıyordu. Althusser’in “İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları” eserinde savunduğu bütün tezler, belki de ilk kez bu denli yoğun bir şekilde Türkiye toprakları içerisinde hayat bulmuştu. Yetmez Ama Evet; kapitalistleşen ve muhafazakârlaşan “yeni Türkiye”nin “mutlu sol” ayağı oluvermişti.
Toplumsal dinamiklerin yeni bir anayasa sürecini öngördüğü şu günlerde AKP, kamuoyu gücünü de arkasına alarak yeni bir referandumu gündeme getirecek gibi görünmektedir. 12 Eylül Darbesi’nin huzurunda yapılan bir anayasadan “özgürlükçü ve demokratik” bir anayasaya geçişi “muştulayan” bu süreç; ciddi bir biçimde ele alınarak derinlerine doğru deşifre edilmelidir.
AKP’nin ısrarla vurguladığı ve anahtar kelimelerle algıları değiştirdiği bu yeni anayasa, sahiden de ‘özgürlükçü ve demokratik’ olacak mıdır? Yoksa bu durum yalnızca başarılı bir algı yönetimi midir? Zira Yetmez Ama Evet’in zafer çığlıklarıyla geçirilen bir süreçte; mevcut hegemonya eliyle Kürtler, sosyalistler, ulusalcılar, öğrenciler, işçiler ve memurlar -polisiye tedbirlerle- baskı altına alınmadılar mı? Onlarca operasyon, baskın ve dava ile toplumsal muhalefet yok edilmek istenmedi mi?
Bu süreci derin bir biçimde gözden geçirirken, üzerinde durmamız gereken çok önemli bir ayrıntıyı kaçırmayalım: Toplumun önemli bir bölümü, yaşanılan ağır acıların ardından Kürt sorununda çözüme ulaşıldığı inancını kendi içinde yükselttiği böylesi bir dönemde, yine ve umutla yüzünü çözümü getireceklerin üzerine çevirdiğinde; “çok eksenli bir çözüm programı” oluşturulması yerine, “gizli görüşmelerin” ve “özürlü müzakerelerin” yürütüldüğünü fark etmiştir.
Belirsizliğin, dolayısıyla çözümsüzlüğün toplumda kök saldığı ve aynı zamanda eğitim ve medya eliyle uzun vadede milliyetçileştirilen kitlelerin saldırganlaştırıldığı gözlemlendikçe; barış umudunu ve rasyonel çözümleri yitirmemiz ne yazık ki kaçınılmazdır. Bu eksende yürütülen bir mücadele ile Kürt sorunu çözümünün; toplumsal yaşam içerisinde demokratikleşmeye, özelde ise piyasalaşmaya, kapitalistleşmeye, güdükleşmeye ve muhafazakârlaşmaya karşı olan bir anlayışa; yani özgürleşmeye ve serpilmeye varması uzak bir olasılık değildir.
Ancak rakibin, devlet aygıtının bizzat kendisi olması ve onun argümanları içerisinde ülkenin dört bir yanına yayılmış eğitim sistemi ve çanak anten görevinde olduğu gerçeğini görmek; mücadelenin keskin köşelerini göstermesi bakımından oldukça önemlidir. “Ürkek” ve “savunmasız” bir barış umudunun nasıl bir akla sahip olması gerektiğini göstermesi bakımından, bu gerçeklikleri önümüze katıp; yine buradan rasyonel çözümleri yaratmak oldukça güç görünmektedir.
Tüm parçaların tamamı bir araya getirildiğinde ve tüm tarafların icraatları ele alındığında, partiler üstü ama partileri de içerisine dâhil edecek bir siyasetin kısa ve orta vadeli bir yol haritasının çizilmesi akılcı bir çözüm olacaktır. Böyle bir ortamda ‘ideolojiler’ çerçevesinde blokların oluşması ise kaçınılmazdır. Müzakere süreci; elbette halkın en çok itibar ettiği partiyle, devleti temsil ettiği için yürütülecektir. Ancak şunu bir an bile unutmamak gerekir ki iktidar partisi yani “yeni devlet” ve onun polisiye tedbirleri, demokratik toplumun oluşmasında en güçlü ayak olan “toplumsal muhalefet” hattını bilinçli olarak ezmektedir. Bu durum, muhafazakâr/liberal hegemonya karşısında gardımıza ve pozisyonumuza her an dikkat etmemiz gerektiğinin kanıtı niteliğinde önümüzde durmaktadır. Yeni anayasa sürecinin de, Kürt sorununun da, bunlardan bağımsız olarak düşünülemeyecek demokratikleşme sürecinin de, esasen “büyük aktörlerin bölgedeki çıkarları hizmetine dönüştürülmek” istendiği gün gibi aşikârdır.
Son birkaç yıl içerisinde Türkiyeli gençlik hareketlerinin siyaset yapma tarzlarında seyreltilmeye çalışılan “emperyalist güçler, büyük aktörler, bölgedeki çıkarlar, enerji havzası, petrolün gücü vb.’” terimler esasen kurulacak yeni Sünni Ortadoğu Despotizmi’ni tanımlamaktadır. Yani bir enerji havzası üzerinde, kapitalist üretim ilişkilerinin daraldığı bir yenidünyada; yeni hammadde kaynakları, yeni pazarlar ve yeni üretim güçlerinin Ortadoğu’da faaliyete geçmeyi bekliyor olması, müzakerelerin neden “özürlü” ve görüşmelerin neden “gizli” yapıldığını apaçık ortalığa seriyor. Ortadoğu’yu sömürecek ve şartlara bağlı olarak kapitalistleştirecek bu despotizme karşı mücadele göstermek; Kürt coğrafyasının halkları dâhil, Ege ve Akdeniz’de kıyı şeridinin yeni orta sınıflarına kadar herkesin ve tüm toplumun sorumluluğunda olmalıdır.
BDP'nin ve esasen Kürt siyasi hareketinin, geçtiğimiz birkaç günlük süre zarfında Karadeniz kıyı şeridi ziyaretlerinde uğradığı saldırılar göz önüne alındığında görülmektedir ki; eğitim ve medya eliyle milliyetçileştirilen kitleler, gizli görüşmeler ve özürlü müzakerelerle belirsizleştirilen sürecin bir sonucu olarak; içlerindeki aşırı nefreti dizginleyemeyerek apaçık kusmuşturlar. Sinop’taki öğretmen evinde milletvekillerine ve hemen ardından Samsun’da; Halkevleri, ÖDP ve TKP üyelerine yapılan saldırılar, barışın ne kadar “ürkek” olabileceğini kamuoyuna tüm çıplaklığıyla göstermiştir.
BDP’lilerin Sinop’tan sonra aceleci bir biçimde CHP’yi suçlaması, aslında AKP ve BDP yol arkadaşlığına dönük bir katkı idi. Tayyip Erdoğan’ın aynı argümanla kendi sorumluluğunu perdeleyip, CHP’ye saldırması bu konudaki ortaklığın işareti olarak görülmelidir. Bu hem muhafazakâr/milliyetçi kitlelerin, hem de siyasal iktidarın anayasa yapım sürecinde elini güçlendirmek ve “Kürtleri kendi bölgelerine hapsetmek; oradan ve oranın kimlik sorunuyla ilgili siyaset üretmeleri yönünde telkinde bulunmak” maksadında idi.
Eğer Kürt siyasi hareketi bu hamleye karşı boyun eğer ve daha önceleri kendilerine sıkça yöneltilen “konu partisi olma” eleştirisini içselleştirip, Türkiye’nin diğer sorunlarıyla ilgilenmezlerse; AKP, kendisi için daha geniş bir siyasal hareket alanı bulmuş olacaktır. Bir tarafta iyi niyet girişimlerini izlerken, diğer tarafta hamleleri izlediğimiz/izleyeceğimiz bu süreçte; iktidar partisi kendini kamuoyuna anlatmak konusunda çok sıkıntı çekmeyecek gibi görünmektedir. Zira, BDP de böyle bir güçle mücadele edebilmek için pragmatizmin arkasına öyle bir sığınacaktır ki, zaman içerisinde BDP pragmatizmi, -4+4+4 örneğinde görüldüğü gibi- “ideolojisizlik” üzerine kurgulanır olacaktır.
Korkulan odur ki; valilik kurumunun bölgelerdeki güçlü rolünün ve yüzde 10’luk seçim barajının 1-2 hattına çekilmesi gerektiği gibi, direkt olarak demokratikleşmeyi ilgilendirir konular gündeme gelmeyecektir. Yalnızca merkezin gücünü kısmen zayıflatmak gibi algılanan ‘etkin yerelleşme’, AKP’nin bir bölümünün üzerinde ısrarla duracağı ‘Başkanlık sistemi’ne karşı masada bir hamle olarak bekletileceğe benzer...
Hâlbuki ‘Başkanlık sistemi’ başta toplumsal muhalefet olmak üzere, muhafazakâr/liberal hegemonyanın karşısında kim varsa ortadan kaldıracağı gibi, Kürt siyasi hareketini de sekteye uğratacak nitelikte olacaktır. Ancak Kürt siyasi hareketinin “etkin yerelleşme”ye sarılarak Türkiye’nin geri kalanından vazgeçiyor olması, başta CHP ve BDP'nin de içerisinde yer aldığı Türkiye Solu’nun bir bölümünü acilen uyandırmalıdır. Burada ikna edilmesi gereken partinin BDP olduğunu artık hepimiz biliyoruz. Dolayısıyla, en nazlı partinin de BDP olduğunu anlıyoruz. Ancak, hem sosyal demokrat hem de sosyalist yapıların içerisinden BDP’nin karşısına çıkacak olan ikna edicilerin; başta Kürt coğrafyası olmak üzere Türkiyeli her 5 yaşındaki çocuğun geleceğinin bizzat BDP’nin eliyle pazarlık masasına konmuş olduğunu, Selahattin Demirtaş başta olmak üzere tüm aktörlere anlatması gereklidir.
BDP, zaman içerisinde – sürecin hızının artmasıyla birlikte – pragmatizme saplanabilir. Keza BDP’li Selahattin Demirtaş, birkaç hafta önce soL Gazetesi’ne verdiği röportajın manşetlerinde “demokratik bir anayasanın sadece Kürtler için değil tüm gruplar için gerekli olduğunu” ve “partisinin bu anayasa taslağını hazırladığını” belirtirken; alt satırlarda “BDP’nin AKP ile demokratik bir anayasa karşılığında Başkanlık sisteminde anlaşabileceğini” belirtmiştir.
Türkiye’yi Sünni Ortadoğu Despotizmi’ne dönüştürecek bu tablodan acilen çıkılması gerekmekte ise, bunu yapacak öncelikli kurumun CHP olması gereklidir. Türkiye solunun da Kürt siyasi hareketini baskılayacağı bir ortamda CHP, öncelikle “etkin yerelleşme” ve “eğitimde çiftdillilik” gibi modellere eğilerek, BDP’yi ve kendi tabanıyla birlikte Türkiye toplumunu ikna etmelidir. Türkiye solunun referandum sürecinde Türkiye’nin ve bölgenin geleceği için hayati önem arz eden rolü budur. Aksi halde, AKP’nin arkasındaki güvenlikli alanda yeni bir “Yetmez Ama Evet” kampanyası düzenlenecek ve muhtemelen yeni kampanyanın adı da ‘Her şeye Rağmen Evet’ olacaktır.
Bütün bu Evet’lerden topluma kalan ise, evrensel değerlere ve düşünceye ait her şeyin üstünü kapatmak ve yeni devletin doğruları ile despotik bir Orta Doğu atmosferinde yaşamak zorunda kalmaktır. Elbette ki bu süreci durduracak tek şey; demokrasi, özgürlük, eşitlik, barış ve sol adına biriktirdiklerimiz ve birlikteliğimiz olacaktır.
Eren Aksoyoğlu
İdrahim Adıgüzel
Onat Çetin
Seçil Erdem
Dr. Ali Haydar Fırat
Erdi Öztürk
Tunç Toker
Elif Uzunşimşek
Sibel Yalçın
*ilk olarak BirGün'de yayımlanmıştır.
YORUM YAZIN