Header Ads

Mabel Matiz: Yıkıma İnanıyorum


Mabel Matiz ikinci albümü ‘Yaşım Çocuk’u çıkarttı. Göksel’in bir parçada ona eşlik ettiği albümde yer alan Yıldız Tilbe cover’ı başta Tilbe’nin hayranlarından olmak üzere büyük ilgi gördü. Ayşe Düzkan sordu Mabel Matiz cevapladı..

-Dişçilik okuyan birinin daha sonra insan hakları konusunda yüksek lisans yapması çok alışıldık bir durum değil.
Aslında hepsi benim hayatımı şekillendirme yolunda attığım adımlar. İstanbul’a diş hekimliği okumak için gelim ve çok isteyerek seçtiğim bir bölümdü. Okul her anlamda, maddi, manevi fiziksel çok yorucu koşullara sahip. Eğitim boyunca çok yorulduğumu hatırlıyorum, okulun özellikle ikinci yarısından itibaren yani 2007’den sonra özellikle müziğe ağırlık vermeye başladım. Bir şekilde diş hekimliğini bitirdim, bir buçuk yıl kadar diş hekimliği de yaptım. Ama bir yandan müzik tarafı şiddetlendi, şarkılarımı yaptım, daha sonra onları internette yayımladım. Sonra bir albümde topladım ve 2010 yılında diş hekimliğini bıraktım. Bu benim hayatımı göz önüne aldığımda ciddi bir dönüm noktası. Bir anlamda dünyanın kabuğunu kırmak ve kendi kafamda, kendi gönlümde olay şeyi yaşamak için attığım bir adım. İnsan hakları hukukunda yüksek lisans yapmak da bunun gibi. Hiçbir farklı yok bence müziğe yönelmemle böyle bir fakültede yüksek lisans yapmanın. Oraya başvurmam ve kabul edilmem kendi hikâyem açısından çok özel bir şeydi. Ülke şartlarından hepimiz haberdarız ve her gün insan haklarına aykırı bin bir çeşit örneklere karşılaşıyoruz. Ben bu ülkenin bir vatandaşı olarak, dünya vatandaşı olarak bunların hepsinden çok rahatsızım ve kendi içimde bir şeyleri tartıp kendi kendimi parçalıyorum. Bir yandan da bunu akademik anlamda da tartmak, belki daha teorik bir şeyler öğrenmek istedim. O yüzden de bilgi üniversitesi insan hakları hukukuna girdim... Son bir yıldır okulu biraz sallıyorum albümden dolayı. Onu biraz toparlamam lazım. (gülüyor) ama dediğim gibi kişisel… Yani o bölümü seçmem tamamen kişisel bir karar. Tamamen dünya görüşüm ne derece aydınlanıp açılabilir, onunla ilgili.

-Myspace’in ünlü yaptığı son isimlerden birisin.
Myspace kapandı gibi bir şey zaten. Ben de uzun zamandır bakmıyorum, uzun zamandır bir şey de sunmuyor zaten insanlar başka başka mecralarda yayınlıyor müziklerini. Bandcamp var, soundcloud var. Youtube zaten hep var. Myspace biraz eskidi galiba.

-Şimdi olsa nerede yayınlardın müziğini?
Bunu hiç düşünmemiştim galiba. Bilmiyorum ki. youtube’a koyardım herhalde.

-Türkiye’nin sevdiği kadın müzisyenlerin sevdiği çocuk olarak müzik tarihine geçeceksin.
(gülüyor) Ne güzel bir cümle.

-Bütün ‘huysuz ablalar’ın sevdiği çocuk.
Birbirimizi çekiyoruz sanırım. Ben de huysuzum kendi içimde. Öyle bir enerji alışverişi oluyor.

-Bir yandan da senin yaptığın tarz beste kadın şarkı yazarlarına yakın bir tarz. Daha öznel…
İçselleştiriyor olabilirler.

-Göksel tapıyor adeta…
Ben de ona tapıyorum. İkinci albümünü Körebe’yi çok dinledim ve o müzik algımı da çok şekillendirmiştir. Kaset olarak almıştır ve çok dinlediğimi hatırlıyorum. O zamandan beri deli gibi takip ederdim. İkinci albümde tanıştık ve enerji olarak süper bir iletişim yakaladık. Birlikte şarkılar yazdık. Tanımadan önce de seviyordum ama tanıdıktan sonra insan olarak da çok kıymetli biri olduğunu gördüm.

-Ama Nazan Öncel de var. Her kuşak var.
(gülüyor) Evet o da var.

-Sezen Aksu?
Sezen’e henüz ulaşmadım ama istiyorum.

-Ama belki de iyi olmuş çünkü onun sanatçısı onun çocukları gibi oluyor.
Bu saatten sonra öyle olmaz bence. O 1990’lardaydı, Sertab, Levent.

-Sen kimleri dinlersin?
Bu saydığın isimler buna dahil. Türk pop rock tarihinde diyecek sözü olan, kendi müzikal yapısını oluşturmuş bütün müzisyenler beni etkiledi. Barış Manço, Zeki Müren, Sezen Aksu, Nazan Öncel, Yıldız Tilbe, say say bitmez, Aysel Gürel, Onno Tunç, Mete Özgencil… Benim kendi şarkı yazarlığımı büyütmede bana destek olmuş isimler.

-İlginç bir liste saydın. Bir kere 17-18 yaşında herkes gibi metal dinlememiş olman büyük sorumsuzluk.
(gülüyor) Hiç dinlemedim, asla. 

-Ama bir tane bile arabesk müzik yapan müzisyen saymadın.
Evet, açıp özellikle inlememiş olabilirim ama arabeskin özellikle önemli bir müzik türü olduğunu düşünüyorum. Benim arabeskim kim olabilir, Yıldız Tilbe olabilir ama o da arabesk değil aslında, çok kendine has bir müzik yapıyordu 1990’larda. (ses tonuyla bu 1990’ların altını öyle bir çiziyor ki, ben Y.T. olsam kendimi gözden geçirirdim, açıkçası)

-Yıldız Tilbe hayranları ilk kez onun şarkılarını söyleyen birisine bu kadar olumlu yaklaşıyor.  
Evet ona çok mutluyum. Şaşırıyorum hakikaten.

-Yıldız Tilbe’ye çok yakıştı denmesi seni korkutmuyor mu?
Hayır hayır, hiç korkutmuyor. Tam tersine beni mutlu ediyor. (gülüyor) Yıldız çok gerçek bir figür, müzisyen ve yorumcu. O yüzden ona yaraşır bir şey yaptık diye düşünmeye başladım albüm çıktığından beri. Senin de dediğin gibi, Yıldız’ı dinleyen koyu fanatik insanlar bu albümde yer verdiğimiz ‘Aşk…’  cover’ına sarılmış durumdalar, benim de müziğime sarılmış durumdalar. Herhalde bir gerçeklik hissettiler ve yakaladılar diye düşünüyorum, o da hiçbir hesap kitap yapılamayan bir şey. Kendiliğinden oldu, ben özellikle bir şey yapmadım.




-Türkiye’de pop ve rock arasında bir değiş tokuş var sanki. Dünyanın başka yerlerinde, değişik, bir şeyler diyen iyi sözler rock müziğe has sayılır. Bizde ise biraz söyleyecek sözü olan; siyasetle ilgili demiyorum, dünyayla, hayatla ilgili diyecekleri olan, aşkla ilgili de biraz farklı şeyler söyleyenler yüksek davullar falan kullanmıyor.
Evet çünkü davulla ya da distortion’la olacak bir şey değil, rock bir duygu, bir söylem, bir duruş. Dolayısıyla bir takım sözlerle onu sağlayamazsınız, ne dediğiniz önemli çünkü. Sizi terk eden sevgilinizden bahsederseniz rock yaptığınıza ben inanmam. Dünyayla ilgili, tabii ki aşk da onun bir parçası, aşk ve sevgi hepimizi ayakta tutan ve hayatımızı şekillendiren çok önemli bir durum ve ondan da bahsetmeli şarkılar ama tamamen, yüzde yüz aşk acısından bahsetmek çok da gerçekçi gelmiyor bana galiba.

-Aynı zamanda yerle bir eden bir şey aşk.
Evet ama ben o yerle bir olma hissini seviyorum galiba, yıkıma kısmen inandığım için.

-Bunu anlatır mısın biraz?
Gördüğüm anladığım ve yaşadığım kadarıyla yazan, çizen, üreten her insan için geçerli. Bir takım olumsuz ve can sıkıcı durumlar insanı bir şeyler söylemeye, anlatmaya itiyor çünkü bu şekilde ondan kurtulma hissine daha çok yaklaşmış oluyorsunuz. Benim şarkı yazarlığım ve müzik yapma halim de buna daha yakın. Canımı sıkan her şey benim müziğimin konusu olabilir. Zaten albümlere baktığımızda da şarkıların hepsi birbirinden farklı konulardan bahsediyor. Yıkıma inanmam değişimin mutlaklığını kabul etmek galiba, hiçbir şey sonsuza dek sürmüyor, hiçbir duygu sonsuza dek devam etmiyor, hiçbir ilişki ya da durum sonsuza dek devam etmiyor. Dolayısıyla yıkıma, sıfırlanıp, bir başka kapıdan, pencereden çıkıp yoluna devam etmeye açık olmalı insan. Bunları tak tak söylüyorum ama yaşarken çok zor. Genel manzarayla galiba daha çok ilgiliyim. Önemli olan yolun kendisi galiba, yol üzerinde karşılaştığımız bütün şeylerin tamamı, kavgalar, ayrılıklar, isyanlar…

-Bu da Yıldız Tilbe’ye uygun. Sanki aşk mecazi anlamda kan çıkmadan bitmezmiş, gitmezmiş gibi. Duygunun insanı esir etmesine inanıyorsun.
Evet, kesinlikle inanıyorum. Aşk biraz oralarda galiba. Diğer türlü olan sevgi, emniyet duygusu, bağlılık çerçevesinde yürüyen bir şey. Aşk denince benim aklıma gözü kara ve tekinsiz şeyler geliyor.

-Bir yandan da sanki artık insanlar çok dengi dengine. Sınıfsal olarak uygun, yaşları, hatta boyları denk, mutlular, hafta sonlarını birlikte geçiriyorlar ama aşıklar mı emin değilim. Emniyet arayışı daha güçlü şimdi sanki.
Haklı olabilirsin, evet…

-Ama biz oralarda değiliz diyorsun.
Biz oralarda değiliz, benim kuşağım da değildi. Annemlerin kuşağı da öyle değildi sanki. Yeni kuşak galiba senin dediğin gibi. Dengi dengine ifadene takıldım, o benim reddettiğim bir şey, insan her şeye, herkese aşık olabilir. Oturmuş toplumsal kalıpların hiçbir önemi yok.

-Kitap okur musun?
Aslında kitap okumayı çok seviyorum ama çok ağır bir kitap okuyucusu oldum son 4-5 yılda.

-Belki de müzisyen olmaya başladığın için.
Onunla alakası olabilir. çok yavaş okuyorum artık ve daha çok şiir okuyorum. Belki o taraf biraz benim ağırlığımı toparlıyor. Bütün Türk şairleri okuyorum gibi bir şey aslında cemal Süreya, Turgut Uyar, Küçük İskender, Birhan Keskin, Murathan Mungan. Genç kuşaktan da var takip ettiklerim, Fırat var, Fırat Demir. Sinem Sal şu an adı aklıma gelmeyen başka şairler var.  

-Şiir öldü de diyen var.
Hayır ben inanmıyorum şiirin öldüğüne. Buna katılmıyorum. Şiir sadece basılı bir şeyin üstündeki kelime dizisi de değil benim için. Müzikte de bulabilirsiniz şiiri, bir düz yazıda da bulabilirsiniz, televizyonda izlediğiniz bir konuşma da bulabilirsiniz. Şiir ölmesin de zaten.

-Röportajlarından müzik ortamı dışında geliştiğin duygusunu edindim. Bir müzisyen çevresi vardır, işte bir arkadaşın davulcudur, stüdyoda çalışırken seni çağırırlar, yok festivalde karşılaşırsın falan. O ortamın dışında müziğe bulaşmışsın gibi geldi bana.
Tamamen kendi içimde ve yalnız başladım müziğe, o ilk demoları falan kaydederken yalnızdım. Ama sonra o dediğin ortama ben de girdim (gülüyor).

-Bunun yaratıcılığına bir etkisi olduğunu düşünüyor musun?
Tabii tabii. Kesinlikle. Hem kendime ve müziğime inandırdı, tek başıma yaptığım bir şey oradan albüme dönüştü, bu bana inanılmaz bir güç verdi. O kayıtları tek başıma, zorlanarak yaptım, bir yaka mikrofonuyla, bir bilgisayardaki bir harici ses kaydıyla. O imkansızlıklarla onları yayınlayıp daha sonra bunun profesyonel bir müziğe dönüşmesi beni besledi ve dik durmamı sağladı.

-Özellikle son albümdeki Balkan etkisi, maço görünmeme, bu topraklardan beslenme anlamında Can Bonomo’ya benzetiliyorsun.
O da, ben de açık bir kafaya sahibiz ve bahsettiğin şeyler buna dair, bu özelliklerimiz tabii ki benziyor ve sahiplenirim bu benzerliği. Birbirimizi de çok sever sayarız, çok nevi şahsına münhasır bir şarkı yazarı bence. Benim o çok sevdiğim o 90’lar Türk müziğine çok yakın ezgiler ve sözler buluyor. Birbirimize o konularda benziyorsak mutlu olurum.  

-Erkin Koray’ın da…
‘Krallar’ adında bir şarkısı var. Benim ‘Krallar’ımın onunla bir ilgisi yok ama o çok sevdiğim bir şarkıdır. Hatta onu daha sonra Toz ve Toz cover’lamıştı, onu da çok severim. Onlar da yakın zamanda dağıldı maalesef, onlar da Myspace’in çıkarttığı önemli müzikal oluşumlardandır Seni Görmem İmkânsız’la birlikte. Eğer Erkin Baba’ya bir selam çaktıysam fark etmeden de olsa, ne mutlu bana. Erkin Koray’ın ‘Krallar’ı bence rock tarihinin en önemli şarkılarından biri.




-‘Yaşım Çocuk’u sormak istiyorum. Çocukluk günleri nasıldı senin için?
Güzeldi, Mersin’de büyüdüm ben. Terzi bir anne ve tır şoförü bir babanın ilk çocuğuyum. Bir kardeşim var, benden üç buçuk yaş küçük. Babam yollara gidip gelirdi. Limon portakal bahçeleri içinde geçen bir çocukluk hatırlıyorum. Babamın yoldan gelmesini çok beklerdik. Çok heyecanlı olurdu geleceği günler, bize ne getirdi falan merakla beklerdik. Yurtdışına giderdi hep ve muhakkak oralara özgü bir şeyler getirirdi. Şimdi dönüp bakınca çok tatlı, heyecanlı günler. Şimdi dönüp bakınca beni ben yapan şeylerden biri o bekleme hissi. Annem çok ilgiliydi. Çok baskındı tabii ki hayatımızda. Her şeyimizle ilgilenirdi. Annem Mersin’de çok ünlü bir terzidir. Bizim de birçok şeyimizi o dikti. Hatta sahneye çıkmaya başladıktan sonra ona gömlek siparişleri falan vermeye devam ettim, çok beğenirim dikişini.

- Dikişten anlıyorsun yani.
Dikiş dikemiyorum keşke diksem ama iyi dikişten anlarım (gülüyor)

-Çukurova’yı sormak istiyorum. Hem edebiyat hem müzik açısından çok bereketli bir yer. Nedir bunun sırrı sence?
Valla Çukurova iklim olarak çok aydınlık, sıcak, pozitif bir bölge bence. Bu da insanına yansıyor olabilir, insanına yansıdığı için o insanlar arasından müzikle sanatla uğraşan insanlara daha derin ilhamlar veriyor olabilir. Benim açımdan öyle açıkçası. Mersin, Çukurova deyince benim aklıma sapsarı, güneşli bahçeler geliyor ve ben on düşündüğüme bile mutlu oluyorum. Galiba bunlarla ilgili.

-Mabel’i ilk duyduğumda açıkçası aklıma Michelle Mabel geldi açıkçası. Ama Buket Uzuner’in romanındanmış.
Evet, İstanbul’a ilk geldiğim sene okumuştum, on yıl olmuş tam. Tuna’yı çok içselleştirmiştim ben. Tuna’ya Mabel diye sesleniyordu Ada. Küçük bir arkadaş grubu içerisinde biz de onu yaşamaya başladık; ‘Mabel Mabel’ diye sesleniyorduk birbirimize. Sonra tek Mabel ben kaldım. O bir şekilde kaldı ve müziğimi yayınlayacağım zaman o ismi kullandım. Aslında çok hesap kitap yapmadan, anlık ibr kararla, o sayfayı açarken başlığı Mabel, Mabel Matiz oldu.   

-Bir yandan da mahlas kullanmak rapçilere mahsus değil mi?
Aynı zamanda şairlere… Türkiye’de çok örneği yok gerçekten. Aslında dünya müziğine baktığımızda çok var.

-Matiz de eski bir İstanbul argosudur. Nasıl öğrendin?
(gülüyor) Matiz ‘Gece, Melek ve Bizim Çocuklar’da geçiyor. Oradaki bir karakter ‘Kafam da hala matiz’ diyor. Ben anlamamıştım ne olduğunu, hatta matiz dediğini de anlamamıştım, onlarca kez izledim o filmi. Sonra matiz dediğini anladım, kelime anlamını öğrendim ve çok sevdim. Gece, Melek ve Bizim Çocukla’ en sevdiğim filmlerden. Çok garip ve güzel bir gerçekçiliği var. O erken 1990’ların karanlığını çok çıplak anlatıyor. Oyuncuları, senaristinden sanat yönetmenine, o filme dahil olan herkesle çok ilgiliyim. Bir de öyle bir büyüsü de var. Uzay Heparı başrolde, senaryo Yıldırım Türker, yönetmen Atıf Yılmaz, Deniz Türkali var yine başrolde. Müzik Gökhan Kırdar. Bu isimler hep bir biçimde bana ilham veren insanlar. Kendi hikâyesinin yanında bu filmi bu yönüyle de içselleştirdim.

-Birinci albümdeki vokalini beğenmeyenler bile ikinci albümdekini beğeniyor. Sen ne düşünüyorsun bu konunda?
Doğrudur. Fark olduğunu ben de düşünüyorum.  Çünkü şarkı söylemek bir yolculuk aslında, söyleyerek kendinizi geliştiriyorsunuz, yol alıyorsunuz. İnsanın her hali değişiyor, şarkıcılığında değişebilir. Tabii ki ben üç yıl önceki Mabel ile hiçbir anlamda aynı Mabel değilim. İlk albüm itibarıyla çok fazla konser verdim. Bu canlı performanslar benim vokalimi de, şarkıcılığıma da şekillendirdi. Ben şarkı söyleyerek kendimi, vokalimi daha iyi tanıdım. Bu da ikinci albüme yansıdı. Aynı zamanda miksleri de yapan Tolga Görsev vokal koçuydu da bu albümde. Onun da çok doğru yönlendirmeleri benim kendi içimdeki değişimi daha çok ortaya çıkardı. Sanırım daha güzel bir vokal kaydı oldu ilk albüme göre.

-Biraz böyle Dario Moreno…
Severim, çok severim.

-Birçok müzisyen politik görüşlerini dillendirmekten çekinir ama sen böyle yapmıyorsun.
Evet, politik görüş adlandırması yapmıyorum ama evrensel insan hakları, kendi iç vicdanım çerçevesinde kendi fikirlerimi söylüyorum, tabii ki.


- Müziği, bir dönüştürücü dinamik olarak görüyor musun?
Bence benim de dahil olduğum kuşak duyarlı bir kuşak bence. Özellikle müzisyen tarafı öyle diyeyim. Benim tanıdığım, bildiğim, birebir tanışmasam da yazdıklarını bildiğim, müziklerini takip ettiğim birçok yeni kuşak müzisyenden aldığım his bu. O yüzden de ne ben yalnızım ne onlar yalnız. Bir şekilde hep birlikte bir şeylerden bahsediyoruz ve bu artacak tabii ki. Ceyl’an Ertem ‘Ne Olursan Ol Gelme’ diye bir şarkı yazıyor, ben ‘Krallar’, ‘Alaimisema’ diye şarkılar yazıyorum, Rashit’in herhangi bir şarkısı buna örnek olabilir. Bu örnekler git gide artıyor ve bunların söze dökülüyor olması önemli.

-‘Alaimisemada Fransızca var.
Aslında o şarkının oluşum süreciyle alakalı o Fransızca bölüm. Şarkıyı yazdım ve nakarat kısmı kalmıştı sadece. Bestesi vardı ama sözleri yoktu. Şarkı kısmen bir marşa aslında, cinsel ayrımcılığa karşı yazdığım ve bütün renkleri ve sesleri kucaklayan bir şarkı anlatım olarak. Ritim ve enerji olarak da öyle aslında, şarkının sözlerini anlayan, anlamayan herkes de aslında bir biçimde hoplayıp zıplıyor. Lansmanda inanılmaz bir coşkuyla karşıladı insanlar o şarkıyı. Niye Fransızca? Aslında cevabı yok aslında, öyle geldi. İngilizceden çeviri aslında ‘But the rain will be the rainbow’dan bir Fransız arkadaşıma çevirdim onu. ‘Alaimisema’ bir Türkçe kelime olarak kaldı şarkının içinde.

-Bu seneki Onur Yürüyüşü’nde duymayı bekliyorum o şarkıyı.
İnşallah çalarlar, çok mutlu olurum. Müziğin birleştiriciliğine hep inandım ve kendi müziğimi de bu eksende yaptım hep, çok mutlu olurum çalınırsa.

-Bir de kızçe’yi sormak istiyorum.
Kızçe bir Trakya terimi, küçük kız anlamına geliyor ve genç kızlar için de kullanılıyor. İlk albümdeki ‘Mori’nin Meyhanesi’nde geçiyordu. ‘Mori’nin Meyhanesi’ yarı rock’n roll yarı Trakya havalı bir şarkı. Bir ara Edirneli bir sevgilim vardı, çok sık gidip gelirdim, Trakya kültürüne aşinayım. Hatta ‘Matiz’in Şarkısı’nda da ‘aylamak’ terimini kullanıyorum, ‘yapmak etmek, araba kullanmak’ anlamına geliyor.

-Biraz albümün yapım sürecini anlatır mısın?
Düzenlemelerin çoğu sahnede de birlikte olduğumuz Can Güngör ve Canberk Ünsal’a ait. Enstrümanlarının da çok büyük bir bölümü ikisine ait. Albümün ve şarkıların ruhunu onlar ortaya çıkardı. Vokal koçluğu ve miks Tolga Görsev’e ait. Albümü Elektro Tunç Südyosu’nda kaydettik. Bu stüdyo da benim röportajın başında saydığım bütün idollerimin kayıt yaptığı bir stüdyo. Üç sene öncesine kadar Levent’te yer alan ama üç yıldır Rıza Erekli’nin evinin alt katında yer alan, ona ait bir stüdyo. O da Türk müziğinde çok önemli bir prodüktör. Bir şekilde albüm hikayemize dahil oldu, prodüktör olarak yer almadı ama bir sürü şarkının bir sürü yerine müdahale etti ve onlar benim için sihirli dokunuş gibiydi. Onun adını özellikle anmak isterim. Onunla bu albümü birlikte yapmak ok büyük bir mutluluktu.

-Sen sound’unla da müziğinle de bağımsız kategorisine konacak bir müzisyensin. Ama şimdi Türkiye’nin en büyük şirketlerinden biriyle çalışıyorsun. Bunun gerilimini hissettiğin oluyor mu?
Hiç hissetmiyorum tam tersine avantajlı ve güzel bir şey benim yamak istediğim şeye destek sağlayacak bir şey. Hep bir şeyleri değiştirmekten söz ediyorum, yani piyasanın kimyasına başka bir şeyler sızdırmak; başka duygular, başka kelimeler, başka melodiler, baka bir tür. Bir şeyler değişsin, başka türlü, daha renkli olsun bu müzik piyasası derdindeyim, en başından beri. Bu da tek başına olacak bir şey değil. Ya da Taksim’in ücra köşesinde bir barda tek başına gitar çalarak sağlanabilecek bir şey değil. Aslında bir devrimden bahsediyorum belki de, bir müzikal devrimden. O yüzden DMC’nin beni ve bu şarkıları bu kadar sahiplenmesi benim için çok değerli. Kısmen onlar da farkında, birlikte bir şeyleri değiştireceğiz aslında. Bundan mutluluk duyuyorum. 

Röportaj: Ayşe Düzkan 
twitter.com/sndrll

MABEL MATIZ, FAVELA (ESKI ISTANBUL LIVE) SAHNESI'NDE!
Mabel Matiz; geçtiğimiz günlerde çıkardığı yepyeni stüdyo albümü “Yaşım Çocuk” sonrasında İstanbullu müzikseverlerle buluşmaya hazırlanıyor.
Yeni albümünde 12 yepyeni şarkı yeralan müzisyen, “Yaşım Çocuk”ta; sözleri Mete Özgencil, bestesi Mabel Matiz ve Mete Özgencil’e ait olan “Zor Değil”, yine sözleri Mabel Matiz’e bestesi ise Mabel Matiz ile birlikte Can Güngör’e ait olan “Tamburu Yokuştan”, “Yaşım Çocuk”, “Yıllar Saçlarına”, geri vokallerde Göksel’in eşlik ettiği “Ah Bu Sefer”, coşkulu bestesi ve ritmiyle “Alaimisema” ve bir Yıldız Tilbe şarkısı olan “Aşk Yok Olmaktır”ın yepyeni yorumu ile dikkatleri çekiyor.
www.biletix.com23 Şubat Cts 21.30
giris ucreti 20 tl

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.