Akademisyenin ‘Aşırı Acıklı’ Yabancılaşması
![]() |
| - SİBEL KARADAĞ - |
Sene 2011. Yer, London School of Economics and Political Science (LSE). Yüzlerce insanla birlikte okulun politikalarını protesto ediyoruz. Taşeronlaşmanın artmasıyla, pek çok açıdan sorunlu olan sosyal güvencelerini temelli kaybetme noktasına gelmiş temizlik görevlilerinin grevi. Üniversite genelinde, tüm temizlik işçilerinin görevlerini bırakıp eyleme başladıkları hafta. Onların direnişine pek çok öğrenci ve öğretim görevlisi de destek veriyor. Eylem sırasında 50’li yaşlarında bir adam yanıma yaklaşıp elindeki bildirilerden birazını da bana uzatıyor, “Dağıtmak ister misin?” diye soruyor. Gülümseyip uzatıyorum elimi. Bir anda afallamış olduğumu sezdiğinden midir bilinmez, sohbete başlıyor benimle. Gelecek planlarımı dinliyor. Çoğunlukla monolog halinde geçen sohbeti şu cümleyle bitiriyor:
“Akademisyenlik, kendi emeğine en çok yabancılaşmış mesleklerden biridir. Yerinin tam da burası olduğundan hep bihaberdir.”
Sonrasında, LSE’de İnsan Hakları departmanının bölüm başkanı olduğunu öğrendiğim bu adam, o an, hayatımın sonraki kısmında hep hatırlayacağım ezcümleyi söylemiş olduğundan habersizdi muhtemelen. Belki de değildi.
Sene 2012. Yer, Türkiye. ODTÜ olayları. Göktürk-2 uydusuyla gururlanıp heyecanlanamayan öğrenciler, onları utanıp sıkılmadan savunan öğretim üyeleri ve bunlarla batmış gitmiş ülkemiz. Hemen akabinde, RedHack eylemi ile açığa çıkan YÖK belgeleri, gururlu ve heyecan dolu rektörlerin yolsuzluk bilgileri.
Sene yine 2012. Bu kez yeni YÖK taslağı kapsamında görevlerine son verilecek olan İTÜ’lü asistanlar ve onların YÖK binası önündeki eylemleri. Eylemlerinin neticesinde, asistanlar bir süreliğine de olsa görevlerine geri dönüyorlar. Peki ama ya sonrası?
Bir avuç insan, genelde bıçak kemiğe dayandığında ya da artık çok geç olduğunda, pragmatist ya da simgesel yöntemlerle hak arayışına çıktığımız, kendimizin çalıp kendimizin söylediği, bunu yaparken de kepçeyle alınan hakların taneyle bırakılmasına her defasında sevinip o huzurla evlerimize döndüğümüz bir muhalefet anlayışını iyice kanıksar olduk. Belki de bundandır üniversitelerde yapılacak olan dönüşümün böyle cılız seslendirilmesi. Daha bıçak kemiğe dayanmamıştır. Belki de hala ve hala umutlu olduğumuzdandır. Bu ülkenin, vadedilen her yenilikte eskisinden daha beterini yaratabilme kabiliyetine sahip olduğunu kavrayamamış olduğumuzdandır. Ya da bütün bunlar bizi hiç mi hiç ilgilendirmiyordur.
Eskimiş, köhneleşmiş, yıllardır süregelen otosansürü ve bürokratik yapısı ile kısırlaşmış, dünyada kimsenin akıl erdiremediği bir kurum ile 30 sene yaşayabilmiş bir akademi, son hızla bu ölü derisinden soyunduruluyor ve neoliberalizmin sıcak kollarına kavuşuyor.
İktidar ilişkilerinden beslenen hiyerarşik yapısıyla, dekanın öğretim görevlisi, öğretim görevlisinin asistan ve öğrenci, rektörün bunların hepsi üzerindeki hükümranlığı da ‘dönüşüm’e uğruyor. Performansa dayalı, rekabeti teşvik eden bir yönetim modeli bu statükocu yapıyı yıkabilicek çözüm olarak sunuluyor. Böylece, öğretim görevlisinin öğrenci üzerindeki hükümranlığı sona erecek, ancak diğer hiyerarşiler harikulade devam edebilecek.
Bu taslakla, üniversiteler kendi gelirini kendileri oluşturacak, böylece çok ‘özerk’ olabilecekler. Bu doğrultuda çeşitli sanayi kuruluşları ile ortak araştırmalar yürütebilecek, yapılacak bağışlardan yararlanacaklar. Şüphesiz ki, tüm bunlar aşırı şeffaf ve meritokrat bir biçimde gerçekleşecek. Rektör ve dekanlar, adeta bir mütevelli heyeti gibi işlev görecek olan Üniversite Konseyleri tarafından seçilecek. Üniversite Konseyleri’ni ise, beş öğretim üyesi, iki Bakanlar Kurulu üyesi, iki YÖK üyesi, bir üniversite mezunu ve bir de üniversitenin bulunduğu ilde en çok bağışta bulunan kişi oluşturacak.
Üniversiteler birer şirkete dönüşürken, aynı anda akademik olarak özgürleşiyormuş gibi yapacak, öğrenciler de müşteri pozisyonunun sayısız faydalarından yararlanabilecekler. Halihazırda pek çok vakıf üniversitesinde ‘PR’ görevi yapan araştırma ve öğretim görevlileri herkese örnek olacak, bu misyonlarında uzmanlaşacak, aralarındaki rekabet ortamını daha iyi yaratabilecekler.
Çünkü bu ülkede, ister devlet ister vakıf üniversitelerinde olsun, iktidar ve gücün yanında konumlanan, itiraz etmeyen ve ettirmeyen akademisyen her zaman mübahtır. Sadece, artık bu iktidar ilişkileri, siyasetin yanısıra neoliberal politikaların kucağında da yeşerecek her üniversitede.
Akademisyen daha da fazla sömürüldüğünün farkındalığında olmadan kendisini daimi bir rekabetin içinde bulacak, kimileri daha çok kazanacak, performansı en yüksek olan, ‘ayın elemanı’ seçilecek. Ama biz buna özgür ve profesyonelleşen akademi diyeceğiz.
Ve bu coğrafya, zaten yabancısı olduğu Said’in ‘entelektüel’ tasvirini, temelli müfradatından çıkaracak. Ve biz, bu coğrafyanın insanları. Eskisini değiştirirken, daha özgür olanını getirmenin tadına yine varamayacağız.
Sibel Karadağ

YORUM YAZIN