İsmail Saymaz: Gazetecilik Cesaret ve Gövde Gösterisi Değildir
Remzi Kitabevi’nin “yeni çıkanlar” rafındaydı “Sıfır Tolerans”. Festus Okey, oradan bakıyordu kitap dostlarına. Annesine para gönderebildiği için sevinmişti ölmeden kısa süre önce. Mustafa Kükçe’nin gözleri kocaman çocukları var. O çocuklar bugün babasızlar. Polis şiddetinin en ağırına maruz kaldı babaları: öldü! “Sıfır Tolerans”; Polis Vazife ve Selahiyetleri Kanunu’nda yapılan değişikliklerden sonra, artan polis şiddeti vak’alarını anlatıyor. Nasıl mı? İsmail Saymaz’la; “kahraman”larının hikâyelerini, çokça birbirimizin gözlerinin içine utançla bakarak konuştuk.
Selnur Aysever: Hakkında çok sayıda dava açılmış bir gazetecisiniz. Üstelik ülkemizde dokunan gazeteciler yanıyorlar. Sizdeki “cesaret” nereden kaynaklanıyor?
İsmail Saymaz: Benim için gazetecilik cesaret ve gövde gösterisi değildir. Ben cesaret algısından daha çok vicdan algısının önemli olduğunu düşünüyorum. Gazetecilik vicdan eksenli kurulur. Hakkaniyet eksenli kurulur. Cesaret sonra gelir. Ben meseleyi hak haberciliği ekseninde ve vicdan bağlamında okuyorum. Bir cesaret sonucu değil sadece vicdanım öyle gerektirdiği için yazarım. Devletin çeşitli biçimlerde şiddetine maruz kalabilirim. Bunu umursamıyorum. İnandığım bir haberi yazdığım için yaşayacağım resmi şiddet aklıma gelmez. Şundan korkarım; bir haberde emin değilsem kesinliğine ilişkin bir inanç sorununu kendi içimde yaşıyorsam o zaman korkarım. Haksızlık etmekten korkarım. Haksızlık ettiğimi düşünmüyorsam, saptadığım sorumluluk ve suç benim gözümde kesinleşmişse onun sıfatının, kudretinin benim gözümde hiç bir önemi olmaz.
Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanunu’ndaki değişikliklerden sonra yaşanan polis cinayetlerini anlatıyorsunuz “Sıfır Tolerans”ta. Polislerden nasıl tepkiler aldınız bundan biraz bahsedebilir miyiz?
İsmail Saymaz: Radikal’de on yıldır çalışıyorum. Sistematik olarak bu konuya dair haber yapıyorum. Kitapta ismini yazdığım, resmini bastığım polisler beni bilirler. Her haberden önce ve sonra haberleri oldu. Her önüme geleni yazıyor değilim. İkna olmadığım hiçbir haberi yapmam. İkna olmam için belli kriterler var. Örneğin, sağlık raporu olabilir darp gördüğüne dair. İkincisi, konunun savcılığa yansıtılmış olması gerekir. Ben savcı değilim. Ben gazeteciyim. Üçüncüsü o haberi yapmam için karşı görüşün alınması gerekir. İtham edilen kişinin görüşünün o haberde olması gerekir. Hakkında haber yapılacak polis haber yapılacağını bilecek. İtirazını orada yapacak. Ben bu kıstaslarla yıllardan beri haber yapıyorum. Dolayısıyla polisler için sürpriz olmaz benim bunları yazmam. Onları şaşırtan bir hamle değildi. Sonuç olarak kitap çıktıktan sonra hiçbir şey olmadı.
Festus Okey, kitabın kapağından okurun yüreğini delecek şekilde bakıyor. Okurunuzu irkiltmek mi istediniz?
Ben kitabı yazarken aynı zamanda ismi ve kapağını kendim tasarlıyorum.
O benim çektiğim bir fotoğraf. “Oğlumu Öldürdünüz Arz Ederim”in kapağı daha irkiltici. O fotoğrafı da ben çektim. Çok seviyorum o fotoğrafı. Bilerek seçtim. Böyle çarpıcı olacağını biliyordum.
Tüm davalarda polis cephesinden verilen cevaplar aynı. Sunuş yazınızda yasanın değişmemesi halinde Türkiye’nin tetiğin ucunda olduğunu söylüyorsunuz. “Sıfır Tolerans” farkındalık yarattı mı? Kanun koyucu üzerinde etkisi oldu mu?
Bu kitabı da ondan önceki kitapları da yazdıran bu devlet. Ben değilim. Ben durup dururken seçmeci bir bakışla bu dosyaları ayıklayarak bir tez yaratmış değilim. “Nefret” kitabının amacı nefret suçlarına dair bir katkı sunmaktı. “Nefret”, bir yıl içerisinde atıfta bulunulan, referans gösterilen bir hale dönüştü. Bu da öyle olacak ama tabii bu mesele sadece bir gazeteci olarak benim ya da kitabın omuzlarına yüklenecek bir mesele değil. Devletin kendisi bunu değiştirecek. En nihayetinde ben gazeteciyim. Peki aileleri devlet nasıl ikna edecek? Bugüne kadar şöyleydi: Özellikle siyasetle ilgili olmayan aileler, belediye başkanının, valinin “sana da bir ev veririz aslanım” denmesiyle ikna ediliyordu. Biraz dişli çıkarsa dava açıp, susturuluyordu. Şimdi bir direnç oluştu. Bundan sonra bir hak arama mücadelesi başlığı açıldı. Ya bu devlet bunu değiştirecek ya da bunun böyle devam etmesini göze alacak, o zaman yeni kitapları göze alacak.
“Sıfır Tolerans”ın içinde bir çok hayat var. Hangi olay kitabınızı yazmaya yöneltti sizi?
Benim unutamadığım olay Mustafa Kükçe olayıdır. Olayın hemen ertesinde evine gitmiştim. Karısıyla tanışmıştım. Çocuklarını görmüştüm. Mustafa Kükçe’yle ilgili haberi tek ben yapıyorum. Fırsat buldukça yazıyorum ki unutulmasın. Çünkü o çok etkilemişti beni. Çok ağırıma gidiyor. Bir adam dört tane jant çalmış. Bu adam üç karakol gezdirilmiş. Üç karakol gezdirilirken ailesi onun peşinde dolaşmış. Yoksul, fakir, Alevi, çingene bir aile. Her kapıdan Alevi çingene diye kovulmuş bir aile. Savcının karşısına çıkarılmış...
Savcı iki polisin kolları arasında gördüğü halde hırsızlık yapan arabayı kullanıyormuş diye tutukladı. Ertesi gün ölüsü çıktı cezaevinden. Bununla ilgili soruşturmayı onu cezaevine gönderen savcı yaptı ve takipsizlik kararı verdi. Böyle hukuksuzluk olur mu? Ümraniye’de her karakolun kamerası çalıştığı halde gözaltına alındığı karakoldaki kamera çalışmıyor. Ve karakolun gözaltı kayıt defteri yok. Gözaltına alınan birinin nasıl kaydı olmaz? Bu manzara insanın midesini bulandırıyor. Ailenin ölümden sonra dağılışını görüyorsun. Çocuklar büyüyemiyor, eşi evden kaçıyor. İkincisi Yasin Kırbaş. Balici bir çocuk. Bir insanın hırsızlığa itilmesindeki toplumsal, sınıfsal nedenleri zaten ayrı bir başlıkta düşünüyoruz. Daha önce bir avukatı dövmüş olan polis, çocuğu ensesinden vuracak ve hiçbir şey yapılmayacak. Devlet bunun hesabını kime verecek? Bu sadece polisin suçu değil ki? Zincirleme bir biçimde devletin bütün aşamalarında savcısıyla, hâkimiyle ve bütün bürokrasisiyle muazzam bir suç dayanışmasının sonucu.
“Sıfır Tolerans”ta şiddet ve ölümleri anlatırken her şey öykü tadında başlıyor. Diğer kitaplarınızda da benzer bir kurguyla karşılaşıyor okur. Edebi kaygı güdüyor olduğunuzu düşünebilir miyiz?
Edebiyat kurgusal bir mesele. Benim öyle bir iddiam yok. Kitabı yazarken rahat okunmasına dikkat ediyorum. Okur sıkılıp kitabı yarıda bırakmasın. Mümkün olan en kısa sürede okuyabilsin. Bunun en iyi formülü bir vakayı öyküleyerek yansıtmak. Gazeteci edebiyatçı değildir. Gazeteci bir konuyu öykülerken onun yaşanmış ve gerçek bir vak’a olduğu hissini uyandırmalıdır. Öyküleyerek anlatıyorum ama bu öyküleme edebiyata girsin istemiyorum. O zaman olayın gerçek olup olmadığı konusunda kuşkular doğar. Benim edebi dilim vak’anın önüne geçmemeli.
Kitaplarınızda hep acı var. Kayıplar, yitirilen hayatlar, aslında kaybettiğimiz insanlığımız var. Gazeteci olmak ile insan olmak arasındaki dengeyi nasıl kuruyorsunuz?
Hak haberciliği böyledir. İnsan hak ve özgürlüklerini haber yapma çabası, Türkiye’de ekonomi, spor muhabirliği gibi kurumsal bir alan değil. Biz bazı gazeteciler mütemadiyen bu haberleri yaparak bir kurumsallık sağlamaya çalışıyoruz. Esasen değindiğimiz konular insanın hissi hayatına dokunan konular olduğu için orada vak’a ile gazeteci arasındaki mesafe ihlal edilebiliyor.
Bir karakolda tecavüz vak’ası var. Gazeteci ve insan olma konusunda zorlandınız mı?
Ben her haberde polisin de doğru söyleyebileceği fikrinden hareket ediyorum. Konuya eşit yerden durarak başlamaya gayret ediyorum. Orada polisin savunmasına yer verdim. Ama tablo şunu gösteriyor; polisi de soruşturup tutuklayan kendi amiri ve emniyet müdürü. Kurum kendi içinde o müdahaleyi yapmış. Polise el çektirip cezaevine yollamış. Benim, hakkında haber yaptığım, kitap yazdığım konular insanın vicdanını yaralayan konular. Ben “ajitasyon” yaparsam okurda meselenin öyle olmayacağına dair kafasında soru işaretleri uyandırabilirim. Bundan korkarım. Benim yapabileceğim en iyi şey meseleye tarafsız bakabilmek.
Tarafsız ve yorumsuz…
Özellikle yorumsuz. Çünkü benim yorumuma ihtiyaç yok. Vak’ayı tarafların anlatması yetiyor. Polisinden hâkimine, hatta bazı gazetecilerine kadar şöyle düşünüyorlar: Ben devletin polisine mi güveneceğim elin balicisine mi? Temel yaklaşım bu olduğu için vak’anın doğrudan kendisinden yaklaşan bakış açısı meseleyi anlatmaya yetiyor. O yüzden fazladan bir insani his koymamaya gayret ediyorum. Ben resmi şiddetin fotoğrafını çekerek kendi sözümü söylediğimi düşünüyorum.
Sizin için mesleğinizdeki en üst nokta nedir?
Benim için gazetecilik, muhabirlik. Daha ötesi yok. Muhabirlik yaparken formu değişebilir. Kitap yazarken de muhabirliği sürdürürüm. Fikret Başkaya ya da İsmail Beşikçi olma hayalim yok. Bazı yerlere davet ediyorlar. Gazeteci-yazar diyorlar. Böyle söylendiği zaman benim gözümde Uğur Mumcu canlanıyor. Araştırmacı gazeteci deniyor. Ne araştırmacı, ne yazar. Ben sadece gazeteciyim. Ben sadece muhabirim. Bazılarına hafif gelebilir. Benim için çok ağır bu. Ben gazeteci olmayı yazarlık ve araştırmacı gazeteci kimliği üzerinde görüyorum. Ben gazetecilik mesleğimin bir parçası olarak araştırıyorum ve kitap yazıyorum. Benim üst kimliğim gazetecilik ve ben ondan mutlu oluyorum. Yetinmek bağlamında söylemiyorum, giderek yüzeyselleşen ve genişleyen değil de bulunduğun yere doğru kazan bir gazetecilik türünü önemsiyorum.
Basının bugünkü durumunu kaygı verici buluyor musunuz?
Tabii öyle. Eskiden medyada bilgi, haber ve bunun dolaşımındaki tekelleşme üzerinden basın özgürlüğünü tartışırdık. Bu tartışma bitti. Bir kapitalist işletme bakımından tekelleşmeden söz etmiyoruz. Bir devlet medyasından söz ediyoruz. Bir iktidarı sistematik olarak destekleyen onlarca televizyon, gazete ve internet sitesinden bahsediyoruz. İktidarın bilgi ve haber özeti tekelinden bahsediyoruz. Başbakana hangi soruların sorulabileceği, başbakanın uçağına hangi gazetecilerin binebileceği, başbakana nasıl bir edayla soru sorulabileceği ya da kimlere nasıl gerdan kırmalı bir fikrimiz var artık. Gazetecilik çabasıyla değil ani dönüşlerle elde edilmiş bir gazetecilik başarısından söz ediyoruz. Başbakanın ya da iktidarın ya da cemaatin haz etmediği gazetecilere sistematik bir saldırı, onları işsizleştirme, işsiz olanları hapse atma, içerde olanları dışarı çıkarmama ve daha uzun yatmalarını sağlamaya dönük muazzam bir mesleki saldırı var. Bu tekele rağmen şunu görüyoruz: On yıllık iktidarın bakiyesi bir tane düşünür yaratmadı. Bir tane şair yok, bir tane romancı yok. Adam akıllı bir tane gazeteci de yok.
Bizatihi polis şiddetiyle yapılmış, bizatihi hâkim ve savcı kullanılarak inşa edilmiş bilgi tekelinden bahsediyoruz. Bunların önemli bir kısmı –bazı saygın isimleri kenara koyarak söylüyorum– zor dönemlerde parmak kaldıracak cesarete sahip değillerdi. Dönem değişsin bunlara duvar gazetesini emanet etmezler. Geride sadece sözüne, kalemine inanan, dürüst, namuslu gazeteciler kalacak. Ve bunlar arasında dindarlar da olacak. Sadece seküler eğilimi temsil eden gazeteciler değil, içlerinde çok namuslu gazeteciler var dindar kesimde, onlar da bunun içinde kalacaklar.
Genç yaşta birçok basın özgürlüğü ödülü almışsınız. Bunu neye bağlıyorsunuz? Söz ettiğimiz yorumsuzluk olabilir mi?
Hakkımda açılan davaların büyük bir kısmı Ergenekon davasıyla ilgili yaptığım haberlerden açıldı. Bir kısmı da işkenceyle ilgili yaptığım haberlerden. Erzincan Davası’nda İlhan Cihaner cephesinden haber yaptığım iddiasıyla bu davalar bana açılırken diğer taraftan Mustafa Balbay, İbrahim Şahin, Ergenekon Mahkemesi Başkanı aleyhinde yaptığım haberlerden de yargılandım. Aynı anda birbirine zıt görünen davalarda yargılandım. Benim işim bu: Doğru gördüğüm yerde yazmak. Aynı anda ayrı davalardan yargılandığım için bir tereddüt oluşmadı. Benim için şu eksende haber yapıyor denilemez. Denilemediği için o ödülleri aldığımı düşünüyorum.
İyimser solcu olarak tanımlıyorsunuz kendinizi. İyimser kalmayı nasıl başarıyorsunuz bu kadar haber içerisinde?
Ben şuna inanırım; yurtseverlik bir siyasal bakış, pozisyon alış değildir. İnsanların annesini sevmesi gibi, evini sevmesi gibi bir haldir yurtseverlik. Ben o bağlamda kendimi yurtsever diye tarif eden bir adamım. Ben bu toprakları seviyorum. Bu topraklara dair bir şey yapıyorum ve o benim çok hoşuma gidiyor. Bireysel bir haz alış bu. Bu toprakları seviyor olmasam bu insanı seviyor olmasam bu haberleri yazamazdım. Buna inanıyorum. Beni iyimser kılan da buraya olan bağlılığım. Benim için olabilecek en ağır pozisyon, görebileceğim en ağır sonuç bu topraklara dair umudumu kaybetmek olur. O zaman gazeteciliğin de bir anlamı kalmıyor zaten. İyimser olmanın bir ihtiyaç olduğunu, bu topraklara bağlılığın da doğal bir sonucu olduğunu düşünüyorum. İyimserlik hayalperestlik değil. Buraların değişebileceğine dair bir his. Bir mücadele biçimidir aynı zamanda. Bireysel anlamda da ben bir insanı öldürmüş polisin bile bir başına kötülük abidesi olduğunu düşünemem. Onun hatalarıyla, kıskançlığı, sevecenliği, âşık olma hali, aldatma hali, her şeyiyle bir insan olduğunu düşünüyorum. Öldürme halinde de bir insan. Ona dair de bir cümledir bu. Onu değiştirebilme ihtimaline karşı bir cümledir. O bakımdan kesin olarak yaşadığımız siyasal bağlamın da yarattığı siyahlar ve beyazlar dışında herkesin, her nesnenin, aynı anda hem olumluyu hem olumsuzu içerisinde barındırabileceğine dair ve bu ülkenin değişebileceğine dair bir umut sahibi olması gerekir. O bağlamda iyimser solcuyum.
Röportaj: Selnur Aysever
Remzi Kitap gazetesinden alınmıştır.

YORUM YAZIN