Header Ads

Bisiklet, Cop ve Kötülük

- SİBEL KARADAĞ -
Yaz tatillerinde bisiklete binerdik birlikte. Ufak bir sahil kasabasında, bomboş yollarda rüzgara bırakırdık kendimizi. Rüzgar bizi götürürdü.

Yıllar sonra gördüm onu. İnsan ölüme yaklaştığında, hayatı film şeridi gibi gözünün önünden geçer derler ya, işte aynısı bana çocukluk arkadaşlarımı gördüğümde oluyor. Bir tek bana mı oluyor, bilmiyorum. Üniversiteye girmiş, mühendislik okumuş. İki yıl iş aramış ama bulamamış. Sonra iyi maaşı olan bir meslek diye polislik sınavına girmiş ve kazanmış. Ankara’ya çevik kuvvet olarak atamışlar.

Kapıdan içeri girdiğinde hafif bir ürperti hissediyorum onu üniformasıyla görünce. Polis üniformasının hoş anıları yok belleğimde.

Gözlerine bakmasam o olduğunu anlamazdım belki de. Çocukluğunuzdan hatıra kalan insanları yıllar sonra gördüğünüzde bütün oyunlarınız bozulur. Yine bozulmuştu oyunum. Karşımdaki üniformalı, donuk bakışlı genç adam o değildi ki! Peki ya benim çocukluk arkadaşım neredeydi ?

Duruşu dikleşmiş, bakışı sertleşmiş, yüzü donuklaşmıştı. Halbuki gamzeleri vardı eskiden, her utangaç bakışında gamzeleri hemen çıkıverirdi. Ya da bu da benim oyunumun bir parçasıydı. İçinde bir kahraman saklıyordu sanki, bir kahraman güveniyle hareket ediyordu.

- Sen de eylemlerde görev alıyor musun?
- E tabii, işimiz bu.

Belleğim altyazı geçiyordu durmaksızın.

“Diyarbakır’da 22 yaşındaki Özgür Arda polis tarafından arkadan vurularak öldürüldü.”

- Sen de mi varsın şiddet uygulayan polislerin arasında?

Sanki onu diğerlerinden ayırmak ister gibi bir çabam var.

- Sen onların neler çektiğini biliyor musun da böyle söylüyorsun. Asıl saldıran eylemciler, laftan sözden anlamıyor hiçbiri.

“19 yaşındaki Ö.E. polis tekmesiyle bebeğini kaybetti.”

Ellerine bakıyorum. Genelde bakarım ellere, ellerinden dinlerim karşımdakini. Çünkü el, iyi bir hikaye anlatıcısıdır. Copunu nasıl tuttuğunu hayal ediyorum o elleriyle. Sonra sevgilisine nasıl dokunduğunu. Elleri değişmiş sanki. Onun elleri böyle değildi ki ! Ya da bu da benim oyunumun bir parçasıydı.

- Peki ya nasıl hissediyorsun o saldırı anında, vururken yani?
- Sen vurmazsan o vurur. Zapt etmek zorundasın. Görevini yapıyorsun sonuçta. Bu kadar basit. Bir kan sıçraması oluyor tabii beynine o anda. Sonra bir rahatlama, zaten sonrasında pek bir şey hatırlamıyorsun.

Bedenim titremeye, midem bulanmaya başlıyordu ama belli etmemeye çalışıyordum. Beni ürperten vahşilik, onun sıradanıydı. Buz gibiydi bunları anlatırken. Yemeğini kaşıklıyordu. Yemek yemek kadar sıradandı hepsi. “Bu kadar basit”ti. Bir an durdu, yeni maaşıyla satın alacağı bilgisayardan bahsetmeye başladı.

“ODTÜ eylemlerinde polis saldırısına uğrayan Barış Barışık beyin kanaması geçirdi.”

- Peki bir gün beni görsen ne yaparsın orada?
- Bilmem, hiç düşünmedim. Senin ne işin var ki orada?

ODTÜ olaylarında gözaltına alınan arkadaşlarımın serbest bırakıldığı haberleri geliyordu. Karşımdaysa onlara bu zulmü yapan çocukluk arkadaşım oturuyordu. Oysa hepimiz diğer çocukları merak eden çocuklardık. Bisiklete binen bir çocuk ne kadar kötü olabilirdi ki?

Eichmann ve kötülüğün sıradanlığı
Adolf Eichmann, 1962 yılında İsrail’de yargılanan ve altı milyon Yahudinin ölümüne yol açmaktan idam edilen bir Alman Nazi subayıdır.

Yahudileri toplama kamplarına nakletmekle görevli, Gestapo Yahudi Ofisi yöneticisi Eichmann’ın yargılanma sürecini izler Hannah Arendt ve bunun üzerine bir kitap yazar.

Kötülük, insan doğasının bir parçası mıdır; insan, akıl ve irade yoluyla mı kötülüğü seçer; bütün bunları sorgular. Eichmann Kudüs’te: Kötülüğün Bayağılığı Üzerine Rapor isimli kitabında, mitoloji, edebiyat ve felsefedeki bütün kötülük diskuruna bambaşka bir teori getirir Eichmann’dan yola çıkarak.

Mahkemede kendisini, yasalara uygun davranan, görevini harfiyen yapan iyi bir yurttaş olarak tanımlar Eichmann. Arendt’e göre, yaptıklarının tüm ürperticiliğine nazaran, bu adamdaki şey vahşilik, korkunçluk, ideolojik bir inanç, kuraltanımazlık, şeytani bir zeka ya da patalojik bir durum değildir. Hepsinin aksine, bu adam fazlasıyla sıradan birisidir ve inanılmaz bir bayağılıkla konuşmaktadır. Ortalama, basmakalıp bir devlet memurudur.

Dünyanın en sıradışı cinayetlerinden sorumlu bu adam, bunları olabilecek en sıradan güdülerle, iyi bir vatandaş olma isteği, görev duygusu, üstlerine yaranma ve ‘nezih’ bir toplum anlayışıyla yapmıştır. İdama giderken dahi klişe olmayan bir cümle bile kurmaz. Kör bir ittatkardır. Bu vahşiliğe onu itense, ne şeytani zekası ne de aptallığıdır, sadece düşüncesizliğidir (thoughtlessness) Arendt’e göre.

Derin bir anlama ve sorgulamadan, kötülüğe dair güdülerini bile anlamlandırmaktan yoksun, köksüz bir düşüncesizlik hali.

Düşüncesi olmayan ‘kötü’, düzenin klişelerinden, ona öğretilen ‘doğru’nun ezberlerinden asla kurtulamadan, bilinçsiz bir şiddetin esiri olur. Her geçen gün mantar gibi çoğalır. Tarihin en büyük vahşiliklerini yapanların, yaptıklarını hatırlamamalarının nedeni tam da bu düşüncesizlik halidir. Arendt, buna ‘kötüğülün sıradanlığı’ der.

Eichmann’ın, polis soruşturmasını yürüten bir Alman Yahudi karşısında aylarca oturup içini dökmesi, niçin sadece teğmen rütbesine kadar yükselebildiğini, terfi edememesinin kendi suçu olmadığını anlatması, tam da bu sıradanlığa örnektir. Ve bu bayağılık, dünyaya, insanın doğasında olası olan tüm kötücül güdülerin toplamından daha büyük bir felaket getirmiştir ve getirmeye de devam edecektir.

***

“Bu kadar basit” cümlesini hatırlıyorum yeniden. Sonra alacağı bilgisayarı.

Kan tutmuş bilinçlerimizi. Kana tutunan kahramanlıklarımızı.

Büyümüştük.

Rüzgarda savrulan bisikletini tutmaya çalışan hür bir çocuğun ellerinden, copu tutan itaatkar bir kahramanın ellerine kadar geçen zamana ‘büyümek’ deniyordu.


Sibel Karadağ

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.