"Yoksulluk Medya Gündemine Alınmayarak Görünmez Kılınıyor"
Doğru düzgün bir ocağın olmadığı yoksul hanelerde, televizyon mutlaka var... Başka birçok şey olmayabilir ama iyi kötü bir cep telefonu mutlaka var. Yoksullar, medyanın kapsama alanındalar. Peki onların medyayla ilişkilerini ne belirliyor? Gündelik hayatın çilesinden -hiç değilse hayal dünyasında- kaçma arzusu mu? Hayatı, dünyayı, kendi durumunu anlamlandırma arayışı mı? Yoksullukla baş etme stratejileri mi?
Yoksullar medyayı nasıl görüyor, medyanın aynasında kendilerine nasıl bakıyorlar: Medyanın yoksulları sunma, onları 'temsil etme' biçimini nasıl değerlendiriyorlar? Pasif tüketici konumunda mı saymalı onları, yoksa o kadar da "aciz" değiller mi? Hakan Ergül, Emre Gökalp ve İncilay Cangöz yoksul hanelerinde yaptıkları katılımlı gözlemleri de içeren geniş kapsamlı çalışmalarında, bu soruların yanıtlarını arıyorlar.
Başköşedeki televizyonun yanı sıra, gazete, cep telefonu, internet, kısacası geleneksel ve yeni medya ile yoksulların yaşam dünyası arasındaki ilişkiyi anlamak ve tartışmak için ufuk açan bir araştırma "Medya Ne Ki... Her Şey Yalan!" Genel olarak medyanın nasıl izlendiğine, nasıl algılandığına, nasıl anlamlandırıldığına dair bakış açımızı genişleten çalışma üzerinden Hakan Ergül, Emre Gökalp ve İncilay Cangöz'le medyayı ve yoksulluğu konuştuk.
Medya sosyolojisinde pek ele alınmayan kent yoksullarının medya ile ilişkilerini araştırma düşüncesi nasıl oluştu?
Yoksulluk ve medya ilişkisi bizim uzağımızda olan bir mesele değil. Uzun yıllardır medya sosyolojisi alanında çalışıyoruz, bu konuda dersler veriyoruz. Türkiye'de bu alanda üretim yapıyorsanız toplumsal sorunlar listesinin en tepesinde yer alan yoksulluk problemine dokunmanız da kaçınılmaz. Şaşırtıcı olan, Türkiye'de medya çalışmalarına baktığımızda, yoksulluk ve medya ilişkisinin meselenin büyüklüğü ve yakıcılığı ölçüsünde ele alınmamasıdır. Bizim ilgimizin arkasında da bu eksikliğin tespiti yer alıyor. Türkiye'de yaygın eğilim, yoksulluk problemini daha çok ekonomistlere ya da yoksulluk sosyolojine bırakmak yönünde. Oysa bugün kentli yoksulların sorunlara bakarken, medyayı ve yoksulların medyayla ilişkilenme biçimini bu kadrajın dışında bırakmak olanaksız. Bu ilişkiye yakından bakabilmek için de gündelik hayat denilen kültürel bağlama yaklaşmak gerekiyor. Biz de bunu yapmaya çalıştık. Önce zihnimizi meşgul eden soruları bir projeye dönüştürdük. TÜBİTAK gerekli desteği sağladı. Ardından iki yıl süren etnografik izleyici araştırması gerçekleştirdik. Yoksulluk ve medya ilişkisinde bakılması gereken daha pek çok mesele var; erişim problemleri, bölgesel farklılıklar, sınıflar arası uçurum, temsil sorunları, hak ihlalleri... Anaakım medyanın yoksulluğa iyiden iyiye körleştiği, yoksulluğu sembolik olarak sildiği bir dönemde bu sorulara yer açmanın değeri daha da artıyor. Türkiye'de medya, ekonomik büyüme rekorlarıyla, yükselen istihdam grafikleriyle, yatırım hesaplarıyla ve bölgesel-küresel güç mitleriyle bir aşk yaşıyor. Bu aşkın yarattığı baş dönmesi bir süre daha dinecek gibi gözükmüyor. Dinse, Türkiye'de yoksulluğun dün olduğu gibi bugün de en yakıcı toplumsal sorun olduğunu belki de yeniden hatırlayacağız.
ANAAKIM MEDYANIN TÜRKİYE ALGISI MİYOPİDİR
Türkiye'de yoksulluk araştırmalarının İstanbul, Ankara ve İzmir'le sınırlandırılmış olması veya bu şehirlerin dışına çıkamayışı hatırlandığında orta boy kentlerden Eskişehir'de yoksulluğun hallerine odaklanan çalışmanınız daha da önemli hale geliyor. Çalışma sahanız olarak Eskişehir'i seçme sebebiniz nedir?
Saydığınız üç kent, kuşkusuz önemli. Sadece Türkiye nüfusunun hatırı sayılır bir bölümü bu kentlerde yaşadığı için değil; yoksulluğun metropollerde büründüğü karmaşık görünüm açısından da. Türkiye coğrafyasında eşitsizlik üreten bütün mekanizmalar, büyük kentlerde sosyolojik açıdan daha zorlu meseleler olarak çıkar karşımıza. Bu kentlerde insan onuruna yaraşır bir yaşam sürebilmenin bedeli de hayli ağırdır. Ama bu tespiti yaparken, Türkiye'nin bu üç kentten ibaret olmadığını, dahası bir orta boy kentler ülkesinde yaşadığımızı da unutmamalıyız. Yoksulluk araştırmalarında dikkatlerin üç büyük kente çevrilmesi ne kadar olağansa, Türkiye'nin kalanı konusundaki ilgisizliği anlamak da bir o kadar zor. Bu çok yaygın bir miyopidir ve anaakım medyanın Türkiye algısında da ziyadesiyle mevcuttur. Yoksulluk bölgesel, coğrafi ve kültürel farklılıklarla birleşerek karşımıza bambaşka yoksunluk biçimleri, deneyimleri çıkarıyor. Eskişehir seçimi, bu nedenle önemliydi. Yer yer metropol özellikleri gösteren orta boy bir kent, Eskişehir. İki üniversiteye, gelişmiş bir sanayiye sahip. Yaşam koşulları açısından bir çekim merkezi olduğunu aldığı yoğun göçten de anlıyoruz. Etnik, mezhepsel, kültürel kimlikler açısından zengin. Hızla gelişiyor ve bu gelişme, farklı toplum kesimleri arasında yeni gerilimler, yeni yoksunluklar üretiyor. İşte araştırmacılar olarak bizim de bir parçası olduğumuz bu kente bakmanın, orta boy kentlerde yoksulluk deneyimini anlamamıza katkı sağlayacağını düşündük.
Yoksulluk literatüründe yer alan basmakalıp yargılardan ödünç alınmış temel ihtiyaçlar listesinin çok açıklayıcı olmadığını belirtiyorsunuz. Niçin?
Çünkü o listeyi yanımıza alıp sahaya gittiğimizde karşılaştığımız manzarayı açıklayamadığını gördük. Gözünüzde canlandırın: Eşikten içeri adım attığınızda sürekli çökme duygusu yaratan rutubetli, tek odalı bir gecekondu, aylarca eve uğramadan ömrü direksiyon başında geçen varla yok arası bir baba, sabah yediden evden çıkıp akşam yedide dönen bir anne, her sabah kendi başına uyanarak okula giden, bütün hazırlıklarını tek başına yapan ilköğretim üçüncü sınıf öğrencisi bir çocuk. Ve o çocuğun sobanın etrafında dönen, bahçe kapısında son bulan okul dışı sosyal hayatı... Bu dar çerçevenin içine uzun taksitlerle alınmış "toplama" bir bilgisayarın, İnternet bağlantısının, iki cep telefonunun sığabildiğini görünce –ve benzeri durumlarla diğer yoksul hanelerde de karşılaşınca- ihtiyacın ne olduğuna karar verirken sahaya daha yakından bakmak gerektiğine bir kez daha ikna olduk. Düne kadar belirli bir sosyoekonomik statüye, alım gücüne işaret eden bu iletişim araçları, bugün kentli yoksul hanelerin ihtiyaçlar listesinde ilk sıralara doğru tırmanıyor. Çünkü kentlerde bu araçlara erişemeyen bireylerin yaşamı daha da ağırlaşıyor. Son on yılın yoksulluk araştırmaları bu durumun küresel örneklerine dikkat çekiyor. Bir kez daha söyleyelim: Yoksul kesiminin ihtiyaçlarına karar verirken yoksulluğun deneyimlendiği hayata bakmak gerekiyor. Neyin, neden ihtiyaç sayılması gerektiği ancak sahada ve yoksulluğun tam ortasında yaşayan bireyin arzusunda netleşiyor.
EL İŞLERİ YAPARAK PARA KAZANAN KADINLAR İNTERNET'TE MODELLERE BAKIYORLAR
Yoksulun hanesinde medya nerede duruyor? Medyada sunulan içerikler nasıl alımlanıyor?
Yoksul hanelerde medya özellikle de televizyon çok önemli bir yere sahip. Bu tutum bizim için yeni ve şaşırtıcı değildi ancak yeni medya dediğimiz Internet ve cep telefonu da önemli bir yer edinmiş durumda. Hem Internet hem de cep telefonu kolay benimsenmiş görünüyor. İşte bu durum bizler için şaşırtıcı oldu. Çünkü hem Internet hem de cep telefonu televizyon gibi ucuz iletişim araçları değil. Ayrıca Internet ve cep telefonunu kullanmanın belirli bir eğitimi ve beceriyi gerekli kıldığı ön kabulü vardır. Yeni medyanın böylesi çabuk kabulünün sunduğu olanaklarla ilgili. Yoksul insanlar ağırlıklı olarak enformal sektör dediğimiz esnek çalışma koşullarında çalışabiliyorlar. Esnek çalıştığınız durumda erişilebilir olmak önemli, dolayısıyla da cep telefonunu olmak durumunda. Anneler çocuklarını evde yalnız bırakıp işe gitmek durumunda; çalıştığımız ailelerin çoğunluğu göçle kente geldiği için aile büyüklerinden çocuklara bakmada destek de alamıyorlar. Dolayısıyla çocukların okuldan eve dönüp-dönmediği veya yemeğe gelip gelmediğini cep telefonundan sabit ev telefonu arayarak kontrol edebiliyor. Dolayısıyla çocuğunda her an anne-babaya erişiminin olabilmesi önemli oluyor.
İnternet'te durum farklılaşıyor. Çocukların ödev yapımında anne-baba yardımcı olamıyor dolayısıyla İnternet onlar için iyi bir kaynak. Aslında İnternet'in muhtelif riskler içerdiğinin farkındalar ancak zaten pek çok konuda "yoksun olma" duygusu içerisinde oldukları için ya fedakârlık yaparak eve almış durumdalar veya çocuğun İnternet cafe'lere gitmesi için para da izin de veriliyor. Yurtdışında akrabası olanlar MSN ve Skype gibi olanakları kullanıyor. Akrabalarla iletişimin daha ucuz kurulabildiğinin farkındalar. Internet iş ilanları için de başvurulan bir araç. Bunun dışında gençlerin temel eğlencesi tabii; müzik CD'lerinin çok pahalı olmasından yakınan gençler, buradan müzik indiriyorlar, haberlere bakıyorlar, ilgi duydukları alanlarda araştırma yapıyorlar veya popüler sanatçıları takip ediyorlar.
Bizi şaşırtan bir başka ilginç nokta ise el işleri yaparak para kazanmaya çalışan kadınlarda İnternet'te modellere bakıyorlar; onları taklit ediyorlar. Tebessüm ve takdirle andığız bir anımızı da paylaşalım: Çalıştığımız bir hanede evin hanımı yatağın üzerine sabunluklardan bir sergi yapmış ve arkadaşımıza cep telefonuyla çektirmiş. Araştırma ekibine model seçsinler ve satın alsınlar diye. Bu noktada şöyle bir toparlama yapalım. Aslında yeni medya pahalı gibi görünmekle birlikte sunduğu olanaklar açısından yoksullukla mücadelede kullanılan araçlar.
YOKSUL AİLE ÇOCUKLARI EĞİTİMDE ÇOK GERİDE KALIYOR
Yoksulluk ve yoksunluğun insanın olanaklarını gerçekleştirmesini nasıl engelliyor?
Çok anlamlı bir soru yöneltiyorsunuz; ekonomistler yoksulluğu rakamlarla açıklama eğilimindedir. Biz sosyal bilimciler ise rakamların insanların gündelik yaşamında ne ifade ettiğini anlama ve anlatma çabasındayız. Yoksulluk, "yoksunluğa" eşdeğer bir kavramdır ve bu yoksunluk hali bütün bir yaşamı içerir. Anne ve babalar kendi yaşamlarındaki pek mahrumiyeti kabullenmiş görünüyor, ancak çocukları söz konusu olduğunda sorun daha yakıcı hale geliyor. Politikacılara hem sohbetlerimizde, hem de haber bültenlerini izlerken yüksek sesle tepki veriyorlar. Bazı hanelerde de dışa vurulamıyor; bazen hüzünlü bir bakış oluyor, yarım kalan bir cümle oluyor.
Çocuklar, olanakları sınırlı devlet okullarına gidebiliyor ancak. Anne-baba ödev yapmada kendisi yardımcı olamadığı gibi özel ders aldırma veya dershane gibi ek eğitim hizmeti de alamıyorlar. Tüm bunlara erişebilen üst ve orta sınıf ailelerin çocukları ağır rekabet ortamında çok önlere geçebiliyor. İyi eğitim sınıfsal hareketlilikte önemli ama şu çok açık ki yoksul aile çocukları eğitimde çok geride kalıyor.
Sağlık bir başka önemli hizmet alanı. Bu alanda Türkiye'deki önemli iyileştirmeler yapılmış gibi görünse de sorun çözülebilmiş değil. Düzenli ilaç kullanması gereken kadın ve çocuklarla karşılaştık; onların bile sağlık takiplerinin düzenli yapılmadığını; doktor tarafından yazılan bazı reçetelerin ilaca dönüşemediğine tanıklık ettik. Artık her ihtiyaç sahibine bir yeşil kart verildi, denilebilir ama insanların 1 TL tasarruf etmek için yürümeyi seçtiği bir ortamda düzenli hastaneye gitmek ve ilaçları düzenli almak bile sıkıntılı olabiliyor. Ayrıca özellikle psikolojik durumlarda özellikle erkeklerin bunu bir hastalık olarak görmeme düşüncesi durumu daha da ağırlaştırıyor.
Kentin sosyal ve kültürel olanaklarından hiç yararlanamıyorlar. Yoksul mahalle olarak aldığımız bölge kent merkezine araçla 10-15 dakika, yürüyerek 20-30 dakika Türk filmlerini çok seven ve o bölgede doğup büyüyen genç bir kadın içini çekerek hiç sinemaya gitmediğini ve en büyük hayali olduğunu belirtti. Çocukların çoğu hiç hamburger yememiş; fastfood'dan uzak kalmak bir eksiklik sayılmayabilir ama ekonomik yetersizlik, bu durumu bir seçim olmaktan çıkarıyor, engele dönüştürüyor. Mahallede yeşil alan yok, park yok. Eskişehir festivallerin, konserlerin olduğu bir kenttir; bilet alıp bu etkinlikleri izlemek yoksullar için maalesef bir lüks. Dışarıda akşam yemeği, kahvaltı yapma, bir cafe'ye veya restorana ailece gitmek gibi sosyal etkinlikler yok denecek düzeyde. Tabii erkekler kahvehane veya lokallere gidebiliyor. Kadınlar bu tarz bir keyfe de sahip değil; "gün" bile yapamıyorlar. En fazla sokakta, kapı önünde oturarak sosyalleşebiliyorlar.
NEO-LİBERAL POLİTİKALARLA YOKSULLUK YAYGINLAŞTI
Bu noktada hem medya hem de yoksulluk geçmişten günümüze hangi bağlamlarda dönüştü?
Son derece geniş kapsamlı bir soru bu. Kısaca cevap vermemiz gerekirse, neo-liberal politikaların 1980'li yıllardan itibaren egemen olmaya başlamasıyla yoksulluk, hem son derece kalıcılaştı hem de vahim düzeyde yaygınlaştı. Bu durum sadece Türkiye'ye özgü olmasa da, gelir dağılımı eşitsizliği açısından Türkiye, Avrupa Birliği üyesi ve diğer aday ülkeler arasında ilk sıralarda yer alıyor. Diğer taraftan, yoksulluk, sadece eğitimsiz, vasıfsız ve/veya işsizlere dokunan bir sorun olmaktan çıkarak eğitimli, vasıflı ve işi olanları, çalışanları da ziyadesiyle içine aldı. Bugün "çalışan yoksullar" kavramı sosyal bilim literatüründe bu kadar merkezileştiğiyse, bu, sistem adına utanç duyulması gereken bir durumdur aslında. Medya'ya gelince... Neo-liberal rüzgârların sirayet etmesiyle ivme kazanan özelleştirme uygulamaları ve deregülasyon politikaları ile yaygın medya kurumlarının tamamı büyük sermaye tarafından ele geçirildi. Medyanın mülkiyet yapısı radikal olarak değişti. Medya kurumları artık kamusal sorumluluk ve toplumsal fayda ilkelerinden büyük ölçüde sıyrılmış vaziyette tiraj, izlenme oranı ve kar maksimizasyonu doğrultusunda hareket ediyor. Medyadaki mevcut sermaye yapısı, medya sahiplerinin başta finans ve endüstri sektörünün farklı alanlarında da yatırımları bulunması, hükümetlerle karşılıklı sembiyotik ilişkiyi de pekiştirmiş durumda. Bu durum, medya ile hükümet arasındaki mesafenin kısalmasına; iletişim ve basın özgürlüğünün de kaygı verici düzeye gerilemesine yol açıyor.
YOKSULLUK MEDYA GÜNDEMİNE ALINMIYOR
Peki, anaakım medyada yoksulluk nasıl ele alınmıyor?
Doğru bir soru yöneltiyorsunuz. İlk sorunuzda da belirtmiştik; yoksulluk, medya gündemine alınmayarak görünmez kılınıyor. Modern çağlarda artık toplumsal meselelerden medyada göründüğü kadarıyla haberdar oluyoruz ve olaylara, sorunlara dair nasıl düşüneceğimize yine medyadaki tartışmalar yön veriyor. Anaakım medya gündeminde yoksulluk önemli bir mesele olarak haber bültenlerine veya tartışmalara konu olmuyor. Rakamlarla kimi zaman mevcut eşitsizliğin altı çiziliyor ama rakamlar çoğunlukla uzmanlar için bir anlam taşır. Yoksulların medya gündemine girdiği durumlar da var: bir "suç"a karıştıklarında, toplum huzurunu tehdit eden kesimler olarak resmediliyorlar. Uyuşturucu yuvalarının sahipleri, "tinerci çocuklar" ya da "suç makineleri" olarak tarif edildiklerinde medyada yer alabiliyorlar. Ayrıca yangın, patlama, iş kazası gibi olumsuz olaylarda, mevsimlik işçilerin eşya gibi taşınırken geçirdikleri trafik kazalarında yollara savrulmuş bedenler olarak ya da mantar ve soba zehirlenmelerinde sıkça görüyoruz yoksulları. Anaakım medya için yoksullar yetersiz politika sonucunda bu yaşamlara mahkûm olmuş kişiler değil, çalışma arzusu olmayan tembellerdir, alkol ve uyuşturucu bağımlısı "sapkınlar"dır.
Yoksulların yoksulluğu ve zenginliği algılama ve tanımlama biçimleri önemli. Yoksullar kendilerinin yoksul olduğunu kabullenmek istemiyor. Niçin?
Evet, bu bizi de oldukça şaşırtan bir gözlem oldu gerçekten. Kişisel değerlendirmemizle değil, somut olarak "yoksul" olan insanların çoğu, yoksul (ya da fakir) olduklarını kabullenmek istemiyor. Genellikle "Aç değiliz, açıkta değiliz, çok şükür" diyerek kendilerini "yoksul" olarak adlandırmaktan imtina ediyorlar. Yaygın medyanın yoksulluğu genellikle "bir ekmeğe muhtaç olan" açlık düzeyindeki yoksullarla özdeşleştirmesi, televizyon karşısındakilerin kendilerini ekrandaki yoksullukla karşılaştırmalarını mümkün kılıyor. Bu durum kendilerini daha "orta halli" görmelerinin yolunu açıyor, bir bakıma. Medyanın "sınıf" olgusunu çerçeveleme tarzı, izleyicilerin kendilerini içinde gördükleri sınıf pozisyonlarının oluşmasında etkili oluyor haliyle. Açıkça dillendirilmeyen ki zaten dillendirilmesi de çok kolay olmayan bir nokta da yoksul insanların yoksul olmayı utanılacak bir durum olarak algılamaları. Sonuçta, nasıl tanımlanırsanız tanımlayın, aslında nesnel olarak ve fiilen yoksul olan insanların çoğu kendilerini yoksul olarak algılamamış oluyor. Tabii biz çalışmamızda, yoksulluğun nesnel olarak kavramsallaştırılması ve öznel olarak algılanması arasındaki bu gerilime dikkat çektik. Yoksulluğun, onu deneyimleme ve algılama boyutlarıyla da ilişkili olduğunu vurguladık. Ancak araştırmamızdaki yoksul insanların yarısından çoğu kendilerini yoksul olarak görmezken, kalan bölümü kendilerini yoksul olarak tarif etmekten çekinmiyor.
Yoksullar yoksulluklarının nedeni/sorumlusu olarak kimleri görüyor?
Ve büyük ölçüde medya dolayımıyla yeniden üretilen yoksulluğa dair hakim söylemler, acaba yoksul hanelerde nasıl yankılanıyor? Araştırmamızın temel amaçlarından biri olmasa da, bu bizim de merak ettiğimiz sorulardı bunlar aslında. Medyada yoksulluğun ve yoksulların temsiline dair bir başka çalışmamızda gördüğümüz gibi, yoksulluk olgusunun ekonomi-politik boyutları görmezden gelinmektedir. Büyük sermayenin elinde olan yaygın medyada yoksulluğa neden olan ve onu kangrenleştiren ekonomik/politik faktörler kamufle edilmektedir. Nihayetinde, Türkiye'nin en önemli sorunlarından biri olan yoksulluğun sorumlusu olarak –her zaman doğrudan olmasa da- fatura yoksul insanlara çıkarılmaktadır. Çalışmamızdaki yoksulların kabaca yarısı genel olarak hâkim temsilleri içselleştirerek, yoksulluğu yoksul bireylerin "tembelliği" ile ilişkilendiriyor; yani yoksulluğun sorumlusu olarak yine yoksullara işaret ediyorlar. Lakin hanelerin yarısında da egemen güç/iktidar ve eşitsizlik ilişkileri bir hayli sorgulanmakta ve kıyasıya eleştirilmekte. Onlar yoksulluğun sorumlusu olarak ama "zenginleri" ama "siyasi iktidarı" görüyor. Yani, yoksulluk ortak paydasının bu mevzuda türdeş bir değerlendirmeyi beraberinde getirmediği ve genellemeye imkân vermediği de bir vakıa.
TELEVİZYONUN GİZLEDİKLERİ
İçerideki pencere olarak tanımladığınız televizyonun hâlâ vazgeçilmez teknolojiler listesinde ilk sırada olmasını nasıl yorumluyorsunuz?
Sahiden öyle. Yoksul hanelerde televizyonsuz bir hayatı tahayyül etmek de, böyle bir hayata tahammül etmek de zor. Yeni medya gündelik hayatta kendine giderek daha çok yer açıyor ama televizyon, dün olduğu gibi bugün de, başköşede. İnternetsiz, bilgisayarsız oluyor ama televizyonsuz asla olmuyor. Televizyonun varlığıyla hangi yoksunlukları örttüğünü anlayabilmek için yoksulluğun getirdiği sınırları hatırlamak gerekiyor. Coğrafi olarak kent merkezinin yanı başında, ama ekonomik ve kültürel olarak kentin olanaklarından alabildiğine uzak yoksul mahallelerde hayat, bir sınırdan diğerine akıyor. Yoksulluğun dayattığı ekonomik, fiziksel sınırlar, geleneksel-muhafazakâr sınırlar, kültürel sınırlar... Bu sınırlar arasında televizyon dış dünyayı, ulaşılamayan hayatları hane üyelerine taşıyan, gündelik sohbetlere malzeme sağlayan, hüzün, neşe, öfke, keyif gibi duygulanımlarda birliktelik duygusu yaratan tek araç durumunda. Hane-içi diyaloglarda dışarıda olan bitene dair en önemli referans kaynağı. Anne yemeklerini televizyon karşısında yapıyor, çocuklar ödevlerini bu aracın önünde tamamlıyor, babanın haber tutkusu kumanda hâkimiyetine yansıyor, kız çocuk anneyle telegörsel aşklar ve dramlar karşısında, erkek çocuk babayla spor karşılaşmalarında, polisiye dizilerde yakınlaşıyor. Nihayet "bunca yoksulluk varken", ekran karşısında iyi ve sözünü etmeye değer bir şeyler paylaşabiliyorlar. Televizyonu kapattığınızda ise yoksulluk olanca sıkıntısıyla yüzeye vuruyor, katlanılmaz hale geliyor.
Kimliksel farklılıklar medya içeriğinin tüketiminde farklılaşma sağlıyor mu? Yoksa herkes yarışmalar, diziler ve kadın programları karşısında "eşitleniyor" mu?
Aslında her ikisi de. Politik, mezhepsel, etnik, kültürel farklılıklar anaakım medya karşısında önemli ölçüde eriyor ama bu durum tam anlamıyla bir eşitlenme üretmiyor yine de. Görüşmelerimizde kendisini solcu, Alevi, Sünni ya da Kürt olarak tanımlayan ailelerde medya içeriklerinin tüketiminde kısmi farklılıklar görülebiliyor. Bu durum, söz gelimi, doğrudan bu kesimler için içerik üreten televizyon kanallarının kumandadaki yerini sağlamlaştırabiliyor. Ama popüler kılmaya yetmiyor. İzlenme oranları en yüksek olan, bütün evlerde en popüler olan kanallar, büyük sermayenin sahipliğindeki televizyon kanalları. Son seçimlerde oyunu AKP'ye verenler ile CHP'den yana oy kullananların, anadilini Türkçe ya da Kürtçe olarak tanımlayanların tercihleri bu bakımdan örtüşüyor. Elbette farklı kimlik bileşenleri farklı medya içerikleriyle kurulan duygusal ilişkiyi şekillendiriyor, bir içeriği diğerinden daha yakın ya da uzak kılabiliyor. Ama görüşmecilerimizin kimi zaman "medya ne ki, her şey yalan" dedirten eleştirelliğine karşın, hâkim medyanın bedeni, herkese uyan tek beden olmayı sürdürüyor.
"DİJİTAL UÇURUM"
Dijital uçurumdan söz ediyorsunuz. Bu kavram neleri içeriyor?
İlk kez 90'larda karşılaşıyoruz bu kavramla. Yeni iletişim teknolojilerinin ileri kapitalist ülkelerden başlayarak küresel olarak yayılmaya başladığı bir dönemde, bu araçlara erişimde ve kullanımda ortaya çıkan eşitsizliklere dikkat çekmek için kullanılıyor. Sadece bu teknolojilere "sahip olanlar ve olmayanlar" arasındaki sayısal uçurumdan söz etmiyoruz elbette. "Dijital uçurum", toplumsal yapıda mevcut, eğitime, ırka, etnisiteye, dile, yaşa, toplumsal cinsiyete ve diğer kültürel farklılıklara dayalı eşitsizliklerin, yeni medya kullanımına yansımasını tarif etmek için kullanılıyor. Bu eşitsizlikler İnternete bağlı bir bilgisayara ya da cep telefonuna sahip olmakla giderilebilseydi, her şey çok daha kolay olabilirdi. Söz gelimi, Türkiye'de yoksul kesimin eğitim imkânlarına erişimde yaşadığı sayısız eşitsizliği ve bu alanda sınıflar arasında giderek büyüyen uçurumu, bir tablet bilgisayar kampanyasıyla ya da "akıllı" tahtalarla aşmak mümkün değil. Mesele, daha iyi ve insanca bir yaşam kurabilmek için bu teknolojileri kullanabilme kapasitenizle ilişkili. Geleneksel anlamda nitelikli eğitim imkânına sahip, birden fazla dil bilen, kültürel olarak zengin kanallarda beslenen, algısı dünyaya açık bir çocuk ile yoksulluğun yükünü omuzlarında taşıyan, sağlıklı bir gelişim sürecinden mahrum, her gün pek çok sınırlılıkla mücadele eden bir başkasının yeni medyayı kullanarak hayatlarında yaratabilecekleri fark, gerçekten de bir uçuruma işaret ediyor. Bu teknolojilere erişimde ve kullanımda ortaya çıkan uçurumlar giderilmediği sürece, yoksulların ve diğer dezavantajlı kesimlerin sürekli uçurumdan düşen taraf olmayı sürdürecekleri ortada.
Yoksul hanelerde bireylerin telefon ve cep telefonu kullanımları yoksulluk deneyimi hakkında hangi ipuçlarını sunuyor?
Yoksul hanelerde bireylerin telefon ve cep telefonu kullanımları yoksulluk deneyimleriyle hakkında hakikaten kayda değer ipuçları sunuyor. Araştırmamızdaki hanelerde sabit ev telefonu aboneliği ya söz konusu değil ya da hatlar ödenmemiş borç nedeniyle kapalı. Lakin cep telefon hatlarının kapatılması telaffuz bile edilmiyor. Yoksul hanelerde cep telefonun "cazibesi" bariz bir şekilde hissediliyor. Burada, cep telefonun ev dışında da iletişim imkânı sunması, esnek iş koşullarında her an ulaşılabilmeyi mümkün kılması ve çocukların güvenlik ve gözetimi gibi bazı işlevsel nedenlerin yanı sıra, cep telefonun bir toplumsal bağımlılık nesnesine dönüşmüş olması da şüphesiz çok etkili.Hanelerde babaların hepsinin, evin büyük çocuğun ve annelerinse yaklaşık yarısının cep telefonu vardı. Tüm hanelerde babanın ve annenin daha eski ve "ucuz" bir model cep telefonu varken, çocukların daha yeni, çok fonksiyonlu ve pahalı modellere sahip olması bizim için çok şaşırtıcı olmadı. Zira "kapsama alanı" yoksul hanelere de uzanan günümüz tüketim kültüründe cep telefonları arzu edilen ama sahip olunamayan toplumsal statüyü inşa eden bir sembol, bir statü sembolü olarak işlev görüyorlar. Somut bir yoksulluğun hüküm sürdüğü bu hanelerde ortalama iki-üç cep telefonu bulunsa da, mevzu cep telefonu olunca yoksulluk ne yazık ki kontörsüzlük olarak tezahür ediyor. Fakat kontörsüzlükle (ve yoksullukla) baş etmede, evin genç çocuklarının ve kadınların çağrı bırakarak haberleşmeleri oldukça yaygın.
Yoksulluğun sadece gelir ve mal yoksulluğu olarak tanımlanmaktan çıkıp, bireyin kendi hayatını kurma kapasitesinden 'yani yapabilirliklerden' yoksun olması olarak anlaşılmaya başlanmasıyla yoksullukla ilgili literatürde ve stratejilerde ne tür değişimler meydana geldi?
Bir kere her şeyden önce bu durum, "göreli yoksulluk" olgusunun ve "toplumsal dışlanma" kavramının daha fazla yankılanmasına yol açtı. Bireylerin kendilerini özgürce geliştirme ve yaşama hakkını elinden alan yoksulluğu bir insan hakkı ihlali olarak tarif eden argümanlar artık uzun süredir daha çok dile getiriliyor. Bu hak ihlalini görebilmek için Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'ne göz atmak kafidir. Beyanname'nin 25. maddesi "herkesin kendisinin ve ailesinin sağlık ve refahı için beslenme, giyim, konut ve tıbbi bakım hakkı vardır. Herkes, işsizlik, hastalık, sakatlık, dulluk, yaşlılık ve kendi iradesi dışındaki koşullardan doğan geçim sıkıntısı durumunda güvenlik hakkına sahiptir," diyor. UNESCO, Yeni Delhi'de düzenlediği bir konferans da (Poverty as Violation of Human Rights, 2003) bu bakış açısını başlığına taşıdı ve konuya hak odaklı bakan pek çok çalışmayı bir araya getirdi. Bugün soruna duyarlı akademisyeninden sivil toplum kuruşuna tüm toplumsal ve tabii ki siyasal aktörlerin palyatif tedbirlerden ziyade günümüzden yaklaşık 2400 yıl önce, M. Ö. 429'da Perikles'in çarpıcı bir şekilde dile getirdiği gibi[1], yoksulluğu yenmek için çaba sarf etmemenin utanılacak bir durum olduğunu -geç de olsa- kabul etmemiz gerekiyor.
KÜLTÜREL ÇALIŞMALARIN İMKANLARI
Sosyal bilimlerde kitle kültürünün ele alınma biçimleri hakkında ne düşünüyorsunuz? Siz araştırmanızda hangi bakış açısını esas aldınız?
Sosyal bilimler içerisinde 1960'lı yıllara kadar kitle kültürüne olumsuz bir bakış hâkim olageldi. Kültürel ve sanatsal üretim ancak üst sınıfların üretimi olarak tanımlandı. Ancak 1960'lardan sonra katı bir sınıfsal analiz yeterli görülmeyerek, politik ve kimlik temelli mücadeleleri kültür eksenli bir bakış açısıyla ele alan yeni bir anlayış öne çıkmaya başladı. Varoşlarda ve sokakta üretilenlerin de kültürel bir analize tabi tutulması gerektiği vurgulandı; bir bütün olarak kültürü anlama çabası elitist bakışın indirgemeci tavrından kurtarıldı. Biz de işte kültürel çalışmalar olarak tarif edilen bu perspektife yakın duruyoruz; kitle kültürü ve popüler kültürü toptan reddeden bir yerden bakmıyoruz. Eleştirilmesi gereken boyutlar elbette eleştirilmeli; ama bu kültürlerin üretim ve tüketim süreçlerinin anlaşılması, taşıdıkları, yüklendikleri değerlerin analizi elbette önemli.
Yoksul hanelerde dizi izleme pratiğinde göze çarpan noktalar neler?
Diziler yoksul hanelerde de ilgiyle izleniyor çünkü insanların başka türlü sanatsal veya kültürel etkinliğe ayıracak paraları yok. Türkiye'de şu anda gösterimde olan diziler ağırlıklı olarak üst orta veya üst sınıfların yaşamlarını konu alan diziler. Bu dizilerde kullanılan özellikle evler, mobilyalar, mekânlar büyük bir hayranlık ve özlemle izleniyor. Karakterlerle özdeşlik kurma yoğun, kendi yaşamlarında sahip olamadıkları ekonomik gücü ve ilişkileri aslında bu dizilerde arıyorlar. Kimi zaman onları örnek alıyorlar; eşlerine örnek olarak gösterebiliyorlar. Tabii evdeki özellikle ergenlik çağındaki kız çocukları ve oğlan çocukları dizi karakterlerini taklit etme eğiliminde. Saç kesimleri, giyim-kuşam tarzları benzesin diye uğraşıyorlar. Bu nokta da hayli ucuz, taklit giysi ve makyaj malzemeleri kullanılıyor. Erkek çocuklar için Polat Alemdar, kız çocukları içinse popüler mankenler rol modeli oluyor.
KADINLARIN VE ERKEKLERİN DÜNYASI
Kadınlarla erkeklerin medya metinlerini okumalarında nasıl bir farklılaşma var?
Özellikle ana haber bülteni, hanedeki herkes tarafından izleniyor. Bu, önemli bir günlük rutin. Erkekler pek dizi bağımlısı olmuyor ama kadınların bir-iki tane hiç kaçırmadan izlediği dizileri var. Kadınlar, gündüz kaçınılmaz olarak evde kalan ve karasal yayınlara mahkûm izleyicilere dayatılan "kadın programları" denilen gündüz kuşağı programlarını izlerken akşamları da dizileri öncelikli izliyorlar. Aslında kabaca erkekler gerçekliğe yaslanan haberler, tartışma programı gibi türleri daha çok tercih ettiğini belirtiyorlar ama neler izlediklerine baktığımızda ise haber ve spor programları öncelikli tercihleri. Erkekler onlara yüklendikleri sosyal rol gereği dış dünyayla daha ilgili. Ancak kadınlar evde kaldıkları için dış dünyadan çok fantastik bir dünyayı seçebiliyor. Erkekten savaşma, mücadele, zorluklarla baş etme beklentisi olduğu ve bu değerlerle bezendiği için kendini gerçek yaşamın zorluklarına hazırlamaya çalışıyor; kadın ise sıkışıp kaldığı ev içinde kurgusal bir dünyaya kaçma, gündelik yaşamında ulaşamadıklarını kurgusal bir dünyada yakalama arzusunda. Benzer bir kaçış erkekte spor, futbol, kahvede Okey, tavla gibi kurgusal oyunlarda kendini gösteriyor.
*Röportaj: Asım Öz/Dünya Bülteni
Hakan Ergül, Emre Gökalp, İncilay Cangöz, "Medya Ne Ki... Her Şey Yalan!"-
Kent Yoksullarının Günlük Yaşamında Medya, İletişim Yayınları, 2012
[1] "Yoksulluğu itiraf etmekte utanılacak bir durum olduğunu düşünmez, utanılacak şeyin yoksulluğu yenmek için çaba sarf etmemek olduğunu düşünürüz."
Yoksullar medyayı nasıl görüyor, medyanın aynasında kendilerine nasıl bakıyorlar: Medyanın yoksulları sunma, onları 'temsil etme' biçimini nasıl değerlendiriyorlar? Pasif tüketici konumunda mı saymalı onları, yoksa o kadar da "aciz" değiller mi? Hakan Ergül, Emre Gökalp ve İncilay Cangöz yoksul hanelerinde yaptıkları katılımlı gözlemleri de içeren geniş kapsamlı çalışmalarında, bu soruların yanıtlarını arıyorlar.
Başköşedeki televizyonun yanı sıra, gazete, cep telefonu, internet, kısacası geleneksel ve yeni medya ile yoksulların yaşam dünyası arasındaki ilişkiyi anlamak ve tartışmak için ufuk açan bir araştırma "Medya Ne Ki... Her Şey Yalan!" Genel olarak medyanın nasıl izlendiğine, nasıl algılandığına, nasıl anlamlandırıldığına dair bakış açımızı genişleten çalışma üzerinden Hakan Ergül, Emre Gökalp ve İncilay Cangöz'le medyayı ve yoksulluğu konuştuk.
Medya sosyolojisinde pek ele alınmayan kent yoksullarının medya ile ilişkilerini araştırma düşüncesi nasıl oluştu?
Yoksulluk ve medya ilişkisi bizim uzağımızda olan bir mesele değil. Uzun yıllardır medya sosyolojisi alanında çalışıyoruz, bu konuda dersler veriyoruz. Türkiye'de bu alanda üretim yapıyorsanız toplumsal sorunlar listesinin en tepesinde yer alan yoksulluk problemine dokunmanız da kaçınılmaz. Şaşırtıcı olan, Türkiye'de medya çalışmalarına baktığımızda, yoksulluk ve medya ilişkisinin meselenin büyüklüğü ve yakıcılığı ölçüsünde ele alınmamasıdır. Bizim ilgimizin arkasında da bu eksikliğin tespiti yer alıyor. Türkiye'de yaygın eğilim, yoksulluk problemini daha çok ekonomistlere ya da yoksulluk sosyolojine bırakmak yönünde. Oysa bugün kentli yoksulların sorunlara bakarken, medyayı ve yoksulların medyayla ilişkilenme biçimini bu kadrajın dışında bırakmak olanaksız. Bu ilişkiye yakından bakabilmek için de gündelik hayat denilen kültürel bağlama yaklaşmak gerekiyor. Biz de bunu yapmaya çalıştık. Önce zihnimizi meşgul eden soruları bir projeye dönüştürdük. TÜBİTAK gerekli desteği sağladı. Ardından iki yıl süren etnografik izleyici araştırması gerçekleştirdik. Yoksulluk ve medya ilişkisinde bakılması gereken daha pek çok mesele var; erişim problemleri, bölgesel farklılıklar, sınıflar arası uçurum, temsil sorunları, hak ihlalleri... Anaakım medyanın yoksulluğa iyiden iyiye körleştiği, yoksulluğu sembolik olarak sildiği bir dönemde bu sorulara yer açmanın değeri daha da artıyor. Türkiye'de medya, ekonomik büyüme rekorlarıyla, yükselen istihdam grafikleriyle, yatırım hesaplarıyla ve bölgesel-küresel güç mitleriyle bir aşk yaşıyor. Bu aşkın yarattığı baş dönmesi bir süre daha dinecek gibi gözükmüyor. Dinse, Türkiye'de yoksulluğun dün olduğu gibi bugün de en yakıcı toplumsal sorun olduğunu belki de yeniden hatırlayacağız.
ANAAKIM MEDYANIN TÜRKİYE ALGISI MİYOPİDİR
Türkiye'de yoksulluk araştırmalarının İstanbul, Ankara ve İzmir'le sınırlandırılmış olması veya bu şehirlerin dışına çıkamayışı hatırlandığında orta boy kentlerden Eskişehir'de yoksulluğun hallerine odaklanan çalışmanınız daha da önemli hale geliyor. Çalışma sahanız olarak Eskişehir'i seçme sebebiniz nedir?
Saydığınız üç kent, kuşkusuz önemli. Sadece Türkiye nüfusunun hatırı sayılır bir bölümü bu kentlerde yaşadığı için değil; yoksulluğun metropollerde büründüğü karmaşık görünüm açısından da. Türkiye coğrafyasında eşitsizlik üreten bütün mekanizmalar, büyük kentlerde sosyolojik açıdan daha zorlu meseleler olarak çıkar karşımıza. Bu kentlerde insan onuruna yaraşır bir yaşam sürebilmenin bedeli de hayli ağırdır. Ama bu tespiti yaparken, Türkiye'nin bu üç kentten ibaret olmadığını, dahası bir orta boy kentler ülkesinde yaşadığımızı da unutmamalıyız. Yoksulluk araştırmalarında dikkatlerin üç büyük kente çevrilmesi ne kadar olağansa, Türkiye'nin kalanı konusundaki ilgisizliği anlamak da bir o kadar zor. Bu çok yaygın bir miyopidir ve anaakım medyanın Türkiye algısında da ziyadesiyle mevcuttur. Yoksulluk bölgesel, coğrafi ve kültürel farklılıklarla birleşerek karşımıza bambaşka yoksunluk biçimleri, deneyimleri çıkarıyor. Eskişehir seçimi, bu nedenle önemliydi. Yer yer metropol özellikleri gösteren orta boy bir kent, Eskişehir. İki üniversiteye, gelişmiş bir sanayiye sahip. Yaşam koşulları açısından bir çekim merkezi olduğunu aldığı yoğun göçten de anlıyoruz. Etnik, mezhepsel, kültürel kimlikler açısından zengin. Hızla gelişiyor ve bu gelişme, farklı toplum kesimleri arasında yeni gerilimler, yeni yoksunluklar üretiyor. İşte araştırmacılar olarak bizim de bir parçası olduğumuz bu kente bakmanın, orta boy kentlerde yoksulluk deneyimini anlamamıza katkı sağlayacağını düşündük.
Yoksulluk literatüründe yer alan basmakalıp yargılardan ödünç alınmış temel ihtiyaçlar listesinin çok açıklayıcı olmadığını belirtiyorsunuz. Niçin?
Çünkü o listeyi yanımıza alıp sahaya gittiğimizde karşılaştığımız manzarayı açıklayamadığını gördük. Gözünüzde canlandırın: Eşikten içeri adım attığınızda sürekli çökme duygusu yaratan rutubetli, tek odalı bir gecekondu, aylarca eve uğramadan ömrü direksiyon başında geçen varla yok arası bir baba, sabah yediden evden çıkıp akşam yedide dönen bir anne, her sabah kendi başına uyanarak okula giden, bütün hazırlıklarını tek başına yapan ilköğretim üçüncü sınıf öğrencisi bir çocuk. Ve o çocuğun sobanın etrafında dönen, bahçe kapısında son bulan okul dışı sosyal hayatı... Bu dar çerçevenin içine uzun taksitlerle alınmış "toplama" bir bilgisayarın, İnternet bağlantısının, iki cep telefonunun sığabildiğini görünce –ve benzeri durumlarla diğer yoksul hanelerde de karşılaşınca- ihtiyacın ne olduğuna karar verirken sahaya daha yakından bakmak gerektiğine bir kez daha ikna olduk. Düne kadar belirli bir sosyoekonomik statüye, alım gücüne işaret eden bu iletişim araçları, bugün kentli yoksul hanelerin ihtiyaçlar listesinde ilk sıralara doğru tırmanıyor. Çünkü kentlerde bu araçlara erişemeyen bireylerin yaşamı daha da ağırlaşıyor. Son on yılın yoksulluk araştırmaları bu durumun küresel örneklerine dikkat çekiyor. Bir kez daha söyleyelim: Yoksul kesiminin ihtiyaçlarına karar verirken yoksulluğun deneyimlendiği hayata bakmak gerekiyor. Neyin, neden ihtiyaç sayılması gerektiği ancak sahada ve yoksulluğun tam ortasında yaşayan bireyin arzusunda netleşiyor.
EL İŞLERİ YAPARAK PARA KAZANAN KADINLAR İNTERNET'TE MODELLERE BAKIYORLAR
Yoksulun hanesinde medya nerede duruyor? Medyada sunulan içerikler nasıl alımlanıyor?
Yoksul hanelerde medya özellikle de televizyon çok önemli bir yere sahip. Bu tutum bizim için yeni ve şaşırtıcı değildi ancak yeni medya dediğimiz Internet ve cep telefonu da önemli bir yer edinmiş durumda. Hem Internet hem de cep telefonu kolay benimsenmiş görünüyor. İşte bu durum bizler için şaşırtıcı oldu. Çünkü hem Internet hem de cep telefonu televizyon gibi ucuz iletişim araçları değil. Ayrıca Internet ve cep telefonunu kullanmanın belirli bir eğitimi ve beceriyi gerekli kıldığı ön kabulü vardır. Yeni medyanın böylesi çabuk kabulünün sunduğu olanaklarla ilgili. Yoksul insanlar ağırlıklı olarak enformal sektör dediğimiz esnek çalışma koşullarında çalışabiliyorlar. Esnek çalıştığınız durumda erişilebilir olmak önemli, dolayısıyla da cep telefonunu olmak durumunda. Anneler çocuklarını evde yalnız bırakıp işe gitmek durumunda; çalıştığımız ailelerin çoğunluğu göçle kente geldiği için aile büyüklerinden çocuklara bakmada destek de alamıyorlar. Dolayısıyla çocukların okuldan eve dönüp-dönmediği veya yemeğe gelip gelmediğini cep telefonundan sabit ev telefonu arayarak kontrol edebiliyor. Dolayısıyla çocuğunda her an anne-babaya erişiminin olabilmesi önemli oluyor.
İnternet'te durum farklılaşıyor. Çocukların ödev yapımında anne-baba yardımcı olamıyor dolayısıyla İnternet onlar için iyi bir kaynak. Aslında İnternet'in muhtelif riskler içerdiğinin farkındalar ancak zaten pek çok konuda "yoksun olma" duygusu içerisinde oldukları için ya fedakârlık yaparak eve almış durumdalar veya çocuğun İnternet cafe'lere gitmesi için para da izin de veriliyor. Yurtdışında akrabası olanlar MSN ve Skype gibi olanakları kullanıyor. Akrabalarla iletişimin daha ucuz kurulabildiğinin farkındalar. Internet iş ilanları için de başvurulan bir araç. Bunun dışında gençlerin temel eğlencesi tabii; müzik CD'lerinin çok pahalı olmasından yakınan gençler, buradan müzik indiriyorlar, haberlere bakıyorlar, ilgi duydukları alanlarda araştırma yapıyorlar veya popüler sanatçıları takip ediyorlar.
Bizi şaşırtan bir başka ilginç nokta ise el işleri yaparak para kazanmaya çalışan kadınlarda İnternet'te modellere bakıyorlar; onları taklit ediyorlar. Tebessüm ve takdirle andığız bir anımızı da paylaşalım: Çalıştığımız bir hanede evin hanımı yatağın üzerine sabunluklardan bir sergi yapmış ve arkadaşımıza cep telefonuyla çektirmiş. Araştırma ekibine model seçsinler ve satın alsınlar diye. Bu noktada şöyle bir toparlama yapalım. Aslında yeni medya pahalı gibi görünmekle birlikte sunduğu olanaklar açısından yoksullukla mücadelede kullanılan araçlar.
YOKSUL AİLE ÇOCUKLARI EĞİTİMDE ÇOK GERİDE KALIYOR Yoksulluk ve yoksunluğun insanın olanaklarını gerçekleştirmesini nasıl engelliyor?
Çok anlamlı bir soru yöneltiyorsunuz; ekonomistler yoksulluğu rakamlarla açıklama eğilimindedir. Biz sosyal bilimciler ise rakamların insanların gündelik yaşamında ne ifade ettiğini anlama ve anlatma çabasındayız. Yoksulluk, "yoksunluğa" eşdeğer bir kavramdır ve bu yoksunluk hali bütün bir yaşamı içerir. Anne ve babalar kendi yaşamlarındaki pek mahrumiyeti kabullenmiş görünüyor, ancak çocukları söz konusu olduğunda sorun daha yakıcı hale geliyor. Politikacılara hem sohbetlerimizde, hem de haber bültenlerini izlerken yüksek sesle tepki veriyorlar. Bazı hanelerde de dışa vurulamıyor; bazen hüzünlü bir bakış oluyor, yarım kalan bir cümle oluyor.
Çocuklar, olanakları sınırlı devlet okullarına gidebiliyor ancak. Anne-baba ödev yapmada kendisi yardımcı olamadığı gibi özel ders aldırma veya dershane gibi ek eğitim hizmeti de alamıyorlar. Tüm bunlara erişebilen üst ve orta sınıf ailelerin çocukları ağır rekabet ortamında çok önlere geçebiliyor. İyi eğitim sınıfsal hareketlilikte önemli ama şu çok açık ki yoksul aile çocukları eğitimde çok geride kalıyor.
Sağlık bir başka önemli hizmet alanı. Bu alanda Türkiye'deki önemli iyileştirmeler yapılmış gibi görünse de sorun çözülebilmiş değil. Düzenli ilaç kullanması gereken kadın ve çocuklarla karşılaştık; onların bile sağlık takiplerinin düzenli yapılmadığını; doktor tarafından yazılan bazı reçetelerin ilaca dönüşemediğine tanıklık ettik. Artık her ihtiyaç sahibine bir yeşil kart verildi, denilebilir ama insanların 1 TL tasarruf etmek için yürümeyi seçtiği bir ortamda düzenli hastaneye gitmek ve ilaçları düzenli almak bile sıkıntılı olabiliyor. Ayrıca özellikle psikolojik durumlarda özellikle erkeklerin bunu bir hastalık olarak görmeme düşüncesi durumu daha da ağırlaştırıyor.
Kentin sosyal ve kültürel olanaklarından hiç yararlanamıyorlar. Yoksul mahalle olarak aldığımız bölge kent merkezine araçla 10-15 dakika, yürüyerek 20-30 dakika Türk filmlerini çok seven ve o bölgede doğup büyüyen genç bir kadın içini çekerek hiç sinemaya gitmediğini ve en büyük hayali olduğunu belirtti. Çocukların çoğu hiç hamburger yememiş; fastfood'dan uzak kalmak bir eksiklik sayılmayabilir ama ekonomik yetersizlik, bu durumu bir seçim olmaktan çıkarıyor, engele dönüştürüyor. Mahallede yeşil alan yok, park yok. Eskişehir festivallerin, konserlerin olduğu bir kenttir; bilet alıp bu etkinlikleri izlemek yoksullar için maalesef bir lüks. Dışarıda akşam yemeği, kahvaltı yapma, bir cafe'ye veya restorana ailece gitmek gibi sosyal etkinlikler yok denecek düzeyde. Tabii erkekler kahvehane veya lokallere gidebiliyor. Kadınlar bu tarz bir keyfe de sahip değil; "gün" bile yapamıyorlar. En fazla sokakta, kapı önünde oturarak sosyalleşebiliyorlar.
NEO-LİBERAL POLİTİKALARLA YOKSULLUK YAYGINLAŞTI
Bu noktada hem medya hem de yoksulluk geçmişten günümüze hangi bağlamlarda dönüştü?
Son derece geniş kapsamlı bir soru bu. Kısaca cevap vermemiz gerekirse, neo-liberal politikaların 1980'li yıllardan itibaren egemen olmaya başlamasıyla yoksulluk, hem son derece kalıcılaştı hem de vahim düzeyde yaygınlaştı. Bu durum sadece Türkiye'ye özgü olmasa da, gelir dağılımı eşitsizliği açısından Türkiye, Avrupa Birliği üyesi ve diğer aday ülkeler arasında ilk sıralarda yer alıyor. Diğer taraftan, yoksulluk, sadece eğitimsiz, vasıfsız ve/veya işsizlere dokunan bir sorun olmaktan çıkarak eğitimli, vasıflı ve işi olanları, çalışanları da ziyadesiyle içine aldı. Bugün "çalışan yoksullar" kavramı sosyal bilim literatüründe bu kadar merkezileştiğiyse, bu, sistem adına utanç duyulması gereken bir durumdur aslında. Medya'ya gelince... Neo-liberal rüzgârların sirayet etmesiyle ivme kazanan özelleştirme uygulamaları ve deregülasyon politikaları ile yaygın medya kurumlarının tamamı büyük sermaye tarafından ele geçirildi. Medyanın mülkiyet yapısı radikal olarak değişti. Medya kurumları artık kamusal sorumluluk ve toplumsal fayda ilkelerinden büyük ölçüde sıyrılmış vaziyette tiraj, izlenme oranı ve kar maksimizasyonu doğrultusunda hareket ediyor. Medyadaki mevcut sermaye yapısı, medya sahiplerinin başta finans ve endüstri sektörünün farklı alanlarında da yatırımları bulunması, hükümetlerle karşılıklı sembiyotik ilişkiyi de pekiştirmiş durumda. Bu durum, medya ile hükümet arasındaki mesafenin kısalmasına; iletişim ve basın özgürlüğünün de kaygı verici düzeye gerilemesine yol açıyor.
YOKSULLUK MEDYA GÜNDEMİNE ALINMIYOR
Peki, anaakım medyada yoksulluk nasıl ele alınmıyor?
Doğru bir soru yöneltiyorsunuz. İlk sorunuzda da belirtmiştik; yoksulluk, medya gündemine alınmayarak görünmez kılınıyor. Modern çağlarda artık toplumsal meselelerden medyada göründüğü kadarıyla haberdar oluyoruz ve olaylara, sorunlara dair nasıl düşüneceğimize yine medyadaki tartışmalar yön veriyor. Anaakım medya gündeminde yoksulluk önemli bir mesele olarak haber bültenlerine veya tartışmalara konu olmuyor. Rakamlarla kimi zaman mevcut eşitsizliğin altı çiziliyor ama rakamlar çoğunlukla uzmanlar için bir anlam taşır. Yoksulların medya gündemine girdiği durumlar da var: bir "suç"a karıştıklarında, toplum huzurunu tehdit eden kesimler olarak resmediliyorlar. Uyuşturucu yuvalarının sahipleri, "tinerci çocuklar" ya da "suç makineleri" olarak tarif edildiklerinde medyada yer alabiliyorlar. Ayrıca yangın, patlama, iş kazası gibi olumsuz olaylarda, mevsimlik işçilerin eşya gibi taşınırken geçirdikleri trafik kazalarında yollara savrulmuş bedenler olarak ya da mantar ve soba zehirlenmelerinde sıkça görüyoruz yoksulları. Anaakım medya için yoksullar yetersiz politika sonucunda bu yaşamlara mahkûm olmuş kişiler değil, çalışma arzusu olmayan tembellerdir, alkol ve uyuşturucu bağımlısı "sapkınlar"dır.
Yoksulların yoksulluğu ve zenginliği algılama ve tanımlama biçimleri önemli. Yoksullar kendilerinin yoksul olduğunu kabullenmek istemiyor. Niçin?
Evet, bu bizi de oldukça şaşırtan bir gözlem oldu gerçekten. Kişisel değerlendirmemizle değil, somut olarak "yoksul" olan insanların çoğu, yoksul (ya da fakir) olduklarını kabullenmek istemiyor. Genellikle "Aç değiliz, açıkta değiliz, çok şükür" diyerek kendilerini "yoksul" olarak adlandırmaktan imtina ediyorlar. Yaygın medyanın yoksulluğu genellikle "bir ekmeğe muhtaç olan" açlık düzeyindeki yoksullarla özdeşleştirmesi, televizyon karşısındakilerin kendilerini ekrandaki yoksullukla karşılaştırmalarını mümkün kılıyor. Bu durum kendilerini daha "orta halli" görmelerinin yolunu açıyor, bir bakıma. Medyanın "sınıf" olgusunu çerçeveleme tarzı, izleyicilerin kendilerini içinde gördükleri sınıf pozisyonlarının oluşmasında etkili oluyor haliyle. Açıkça dillendirilmeyen ki zaten dillendirilmesi de çok kolay olmayan bir nokta da yoksul insanların yoksul olmayı utanılacak bir durum olarak algılamaları. Sonuçta, nasıl tanımlanırsanız tanımlayın, aslında nesnel olarak ve fiilen yoksul olan insanların çoğu kendilerini yoksul olarak algılamamış oluyor. Tabii biz çalışmamızda, yoksulluğun nesnel olarak kavramsallaştırılması ve öznel olarak algılanması arasındaki bu gerilime dikkat çektik. Yoksulluğun, onu deneyimleme ve algılama boyutlarıyla da ilişkili olduğunu vurguladık. Ancak araştırmamızdaki yoksul insanların yarısından çoğu kendilerini yoksul olarak görmezken, kalan bölümü kendilerini yoksul olarak tarif etmekten çekinmiyor.
Yoksullar yoksulluklarının nedeni/sorumlusu olarak kimleri görüyor?
Ve büyük ölçüde medya dolayımıyla yeniden üretilen yoksulluğa dair hakim söylemler, acaba yoksul hanelerde nasıl yankılanıyor? Araştırmamızın temel amaçlarından biri olmasa da, bu bizim de merak ettiğimiz sorulardı bunlar aslında. Medyada yoksulluğun ve yoksulların temsiline dair bir başka çalışmamızda gördüğümüz gibi, yoksulluk olgusunun ekonomi-politik boyutları görmezden gelinmektedir. Büyük sermayenin elinde olan yaygın medyada yoksulluğa neden olan ve onu kangrenleştiren ekonomik/politik faktörler kamufle edilmektedir. Nihayetinde, Türkiye'nin en önemli sorunlarından biri olan yoksulluğun sorumlusu olarak –her zaman doğrudan olmasa da- fatura yoksul insanlara çıkarılmaktadır. Çalışmamızdaki yoksulların kabaca yarısı genel olarak hâkim temsilleri içselleştirerek, yoksulluğu yoksul bireylerin "tembelliği" ile ilişkilendiriyor; yani yoksulluğun sorumlusu olarak yine yoksullara işaret ediyorlar. Lakin hanelerin yarısında da egemen güç/iktidar ve eşitsizlik ilişkileri bir hayli sorgulanmakta ve kıyasıya eleştirilmekte. Onlar yoksulluğun sorumlusu olarak ama "zenginleri" ama "siyasi iktidarı" görüyor. Yani, yoksulluk ortak paydasının bu mevzuda türdeş bir değerlendirmeyi beraberinde getirmediği ve genellemeye imkân vermediği de bir vakıa.
TELEVİZYONUN GİZLEDİKLERİ
İçerideki pencere olarak tanımladığınız televizyonun hâlâ vazgeçilmez teknolojiler listesinde ilk sırada olmasını nasıl yorumluyorsunuz?
Sahiden öyle. Yoksul hanelerde televizyonsuz bir hayatı tahayyül etmek de, böyle bir hayata tahammül etmek de zor. Yeni medya gündelik hayatta kendine giderek daha çok yer açıyor ama televizyon, dün olduğu gibi bugün de, başköşede. İnternetsiz, bilgisayarsız oluyor ama televizyonsuz asla olmuyor. Televizyonun varlığıyla hangi yoksunlukları örttüğünü anlayabilmek için yoksulluğun getirdiği sınırları hatırlamak gerekiyor. Coğrafi olarak kent merkezinin yanı başında, ama ekonomik ve kültürel olarak kentin olanaklarından alabildiğine uzak yoksul mahallelerde hayat, bir sınırdan diğerine akıyor. Yoksulluğun dayattığı ekonomik, fiziksel sınırlar, geleneksel-muhafazakâr sınırlar, kültürel sınırlar... Bu sınırlar arasında televizyon dış dünyayı, ulaşılamayan hayatları hane üyelerine taşıyan, gündelik sohbetlere malzeme sağlayan, hüzün, neşe, öfke, keyif gibi duygulanımlarda birliktelik duygusu yaratan tek araç durumunda. Hane-içi diyaloglarda dışarıda olan bitene dair en önemli referans kaynağı. Anne yemeklerini televizyon karşısında yapıyor, çocuklar ödevlerini bu aracın önünde tamamlıyor, babanın haber tutkusu kumanda hâkimiyetine yansıyor, kız çocuk anneyle telegörsel aşklar ve dramlar karşısında, erkek çocuk babayla spor karşılaşmalarında, polisiye dizilerde yakınlaşıyor. Nihayet "bunca yoksulluk varken", ekran karşısında iyi ve sözünü etmeye değer bir şeyler paylaşabiliyorlar. Televizyonu kapattığınızda ise yoksulluk olanca sıkıntısıyla yüzeye vuruyor, katlanılmaz hale geliyor.
Kimliksel farklılıklar medya içeriğinin tüketiminde farklılaşma sağlıyor mu? Yoksa herkes yarışmalar, diziler ve kadın programları karşısında "eşitleniyor" mu?
Aslında her ikisi de. Politik, mezhepsel, etnik, kültürel farklılıklar anaakım medya karşısında önemli ölçüde eriyor ama bu durum tam anlamıyla bir eşitlenme üretmiyor yine de. Görüşmelerimizde kendisini solcu, Alevi, Sünni ya da Kürt olarak tanımlayan ailelerde medya içeriklerinin tüketiminde kısmi farklılıklar görülebiliyor. Bu durum, söz gelimi, doğrudan bu kesimler için içerik üreten televizyon kanallarının kumandadaki yerini sağlamlaştırabiliyor. Ama popüler kılmaya yetmiyor. İzlenme oranları en yüksek olan, bütün evlerde en popüler olan kanallar, büyük sermayenin sahipliğindeki televizyon kanalları. Son seçimlerde oyunu AKP'ye verenler ile CHP'den yana oy kullananların, anadilini Türkçe ya da Kürtçe olarak tanımlayanların tercihleri bu bakımdan örtüşüyor. Elbette farklı kimlik bileşenleri farklı medya içerikleriyle kurulan duygusal ilişkiyi şekillendiriyor, bir içeriği diğerinden daha yakın ya da uzak kılabiliyor. Ama görüşmecilerimizin kimi zaman "medya ne ki, her şey yalan" dedirten eleştirelliğine karşın, hâkim medyanın bedeni, herkese uyan tek beden olmayı sürdürüyor.
"DİJİTAL UÇURUM"
Dijital uçurumdan söz ediyorsunuz. Bu kavram neleri içeriyor?
İlk kez 90'larda karşılaşıyoruz bu kavramla. Yeni iletişim teknolojilerinin ileri kapitalist ülkelerden başlayarak küresel olarak yayılmaya başladığı bir dönemde, bu araçlara erişimde ve kullanımda ortaya çıkan eşitsizliklere dikkat çekmek için kullanılıyor. Sadece bu teknolojilere "sahip olanlar ve olmayanlar" arasındaki sayısal uçurumdan söz etmiyoruz elbette. "Dijital uçurum", toplumsal yapıda mevcut, eğitime, ırka, etnisiteye, dile, yaşa, toplumsal cinsiyete ve diğer kültürel farklılıklara dayalı eşitsizliklerin, yeni medya kullanımına yansımasını tarif etmek için kullanılıyor. Bu eşitsizlikler İnternete bağlı bir bilgisayara ya da cep telefonuna sahip olmakla giderilebilseydi, her şey çok daha kolay olabilirdi. Söz gelimi, Türkiye'de yoksul kesimin eğitim imkânlarına erişimde yaşadığı sayısız eşitsizliği ve bu alanda sınıflar arasında giderek büyüyen uçurumu, bir tablet bilgisayar kampanyasıyla ya da "akıllı" tahtalarla aşmak mümkün değil. Mesele, daha iyi ve insanca bir yaşam kurabilmek için bu teknolojileri kullanabilme kapasitenizle ilişkili. Geleneksel anlamda nitelikli eğitim imkânına sahip, birden fazla dil bilen, kültürel olarak zengin kanallarda beslenen, algısı dünyaya açık bir çocuk ile yoksulluğun yükünü omuzlarında taşıyan, sağlıklı bir gelişim sürecinden mahrum, her gün pek çok sınırlılıkla mücadele eden bir başkasının yeni medyayı kullanarak hayatlarında yaratabilecekleri fark, gerçekten de bir uçuruma işaret ediyor. Bu teknolojilere erişimde ve kullanımda ortaya çıkan uçurumlar giderilmediği sürece, yoksulların ve diğer dezavantajlı kesimlerin sürekli uçurumdan düşen taraf olmayı sürdürecekleri ortada.
Yoksul hanelerde bireylerin telefon ve cep telefonu kullanımları yoksulluk deneyimi hakkında hangi ipuçlarını sunuyor?
Yoksul hanelerde bireylerin telefon ve cep telefonu kullanımları yoksulluk deneyimleriyle hakkında hakikaten kayda değer ipuçları sunuyor. Araştırmamızdaki hanelerde sabit ev telefonu aboneliği ya söz konusu değil ya da hatlar ödenmemiş borç nedeniyle kapalı. Lakin cep telefon hatlarının kapatılması telaffuz bile edilmiyor. Yoksul hanelerde cep telefonun "cazibesi" bariz bir şekilde hissediliyor. Burada, cep telefonun ev dışında da iletişim imkânı sunması, esnek iş koşullarında her an ulaşılabilmeyi mümkün kılması ve çocukların güvenlik ve gözetimi gibi bazı işlevsel nedenlerin yanı sıra, cep telefonun bir toplumsal bağımlılık nesnesine dönüşmüş olması da şüphesiz çok etkili.Hanelerde babaların hepsinin, evin büyük çocuğun ve annelerinse yaklaşık yarısının cep telefonu vardı. Tüm hanelerde babanın ve annenin daha eski ve "ucuz" bir model cep telefonu varken, çocukların daha yeni, çok fonksiyonlu ve pahalı modellere sahip olması bizim için çok şaşırtıcı olmadı. Zira "kapsama alanı" yoksul hanelere de uzanan günümüz tüketim kültüründe cep telefonları arzu edilen ama sahip olunamayan toplumsal statüyü inşa eden bir sembol, bir statü sembolü olarak işlev görüyorlar. Somut bir yoksulluğun hüküm sürdüğü bu hanelerde ortalama iki-üç cep telefonu bulunsa da, mevzu cep telefonu olunca yoksulluk ne yazık ki kontörsüzlük olarak tezahür ediyor. Fakat kontörsüzlükle (ve yoksullukla) baş etmede, evin genç çocuklarının ve kadınların çağrı bırakarak haberleşmeleri oldukça yaygın.
Yoksulluğun sadece gelir ve mal yoksulluğu olarak tanımlanmaktan çıkıp, bireyin kendi hayatını kurma kapasitesinden 'yani yapabilirliklerden' yoksun olması olarak anlaşılmaya başlanmasıyla yoksullukla ilgili literatürde ve stratejilerde ne tür değişimler meydana geldi?
Bir kere her şeyden önce bu durum, "göreli yoksulluk" olgusunun ve "toplumsal dışlanma" kavramının daha fazla yankılanmasına yol açtı. Bireylerin kendilerini özgürce geliştirme ve yaşama hakkını elinden alan yoksulluğu bir insan hakkı ihlali olarak tarif eden argümanlar artık uzun süredir daha çok dile getiriliyor. Bu hak ihlalini görebilmek için Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'ne göz atmak kafidir. Beyanname'nin 25. maddesi "herkesin kendisinin ve ailesinin sağlık ve refahı için beslenme, giyim, konut ve tıbbi bakım hakkı vardır. Herkes, işsizlik, hastalık, sakatlık, dulluk, yaşlılık ve kendi iradesi dışındaki koşullardan doğan geçim sıkıntısı durumunda güvenlik hakkına sahiptir," diyor. UNESCO, Yeni Delhi'de düzenlediği bir konferans da (Poverty as Violation of Human Rights, 2003) bu bakış açısını başlığına taşıdı ve konuya hak odaklı bakan pek çok çalışmayı bir araya getirdi. Bugün soruna duyarlı akademisyeninden sivil toplum kuruşuna tüm toplumsal ve tabii ki siyasal aktörlerin palyatif tedbirlerden ziyade günümüzden yaklaşık 2400 yıl önce, M. Ö. 429'da Perikles'in çarpıcı bir şekilde dile getirdiği gibi[1], yoksulluğu yenmek için çaba sarf etmemenin utanılacak bir durum olduğunu -geç de olsa- kabul etmemiz gerekiyor.
KÜLTÜREL ÇALIŞMALARIN İMKANLARI
Sosyal bilimlerde kitle kültürünün ele alınma biçimleri hakkında ne düşünüyorsunuz? Siz araştırmanızda hangi bakış açısını esas aldınız?
Sosyal bilimler içerisinde 1960'lı yıllara kadar kitle kültürüne olumsuz bir bakış hâkim olageldi. Kültürel ve sanatsal üretim ancak üst sınıfların üretimi olarak tanımlandı. Ancak 1960'lardan sonra katı bir sınıfsal analiz yeterli görülmeyerek, politik ve kimlik temelli mücadeleleri kültür eksenli bir bakış açısıyla ele alan yeni bir anlayış öne çıkmaya başladı. Varoşlarda ve sokakta üretilenlerin de kültürel bir analize tabi tutulması gerektiği vurgulandı; bir bütün olarak kültürü anlama çabası elitist bakışın indirgemeci tavrından kurtarıldı. Biz de işte kültürel çalışmalar olarak tarif edilen bu perspektife yakın duruyoruz; kitle kültürü ve popüler kültürü toptan reddeden bir yerden bakmıyoruz. Eleştirilmesi gereken boyutlar elbette eleştirilmeli; ama bu kültürlerin üretim ve tüketim süreçlerinin anlaşılması, taşıdıkları, yüklendikleri değerlerin analizi elbette önemli.
Yoksul hanelerde dizi izleme pratiğinde göze çarpan noktalar neler?
Diziler yoksul hanelerde de ilgiyle izleniyor çünkü insanların başka türlü sanatsal veya kültürel etkinliğe ayıracak paraları yok. Türkiye'de şu anda gösterimde olan diziler ağırlıklı olarak üst orta veya üst sınıfların yaşamlarını konu alan diziler. Bu dizilerde kullanılan özellikle evler, mobilyalar, mekânlar büyük bir hayranlık ve özlemle izleniyor. Karakterlerle özdeşlik kurma yoğun, kendi yaşamlarında sahip olamadıkları ekonomik gücü ve ilişkileri aslında bu dizilerde arıyorlar. Kimi zaman onları örnek alıyorlar; eşlerine örnek olarak gösterebiliyorlar. Tabii evdeki özellikle ergenlik çağındaki kız çocukları ve oğlan çocukları dizi karakterlerini taklit etme eğiliminde. Saç kesimleri, giyim-kuşam tarzları benzesin diye uğraşıyorlar. Bu nokta da hayli ucuz, taklit giysi ve makyaj malzemeleri kullanılıyor. Erkek çocuklar için Polat Alemdar, kız çocukları içinse popüler mankenler rol modeli oluyor.
KADINLARIN VE ERKEKLERİN DÜNYASI
Kadınlarla erkeklerin medya metinlerini okumalarında nasıl bir farklılaşma var?
Özellikle ana haber bülteni, hanedeki herkes tarafından izleniyor. Bu, önemli bir günlük rutin. Erkekler pek dizi bağımlısı olmuyor ama kadınların bir-iki tane hiç kaçırmadan izlediği dizileri var. Kadınlar, gündüz kaçınılmaz olarak evde kalan ve karasal yayınlara mahkûm izleyicilere dayatılan "kadın programları" denilen gündüz kuşağı programlarını izlerken akşamları da dizileri öncelikli izliyorlar. Aslında kabaca erkekler gerçekliğe yaslanan haberler, tartışma programı gibi türleri daha çok tercih ettiğini belirtiyorlar ama neler izlediklerine baktığımızda ise haber ve spor programları öncelikli tercihleri. Erkekler onlara yüklendikleri sosyal rol gereği dış dünyayla daha ilgili. Ancak kadınlar evde kaldıkları için dış dünyadan çok fantastik bir dünyayı seçebiliyor. Erkekten savaşma, mücadele, zorluklarla baş etme beklentisi olduğu ve bu değerlerle bezendiği için kendini gerçek yaşamın zorluklarına hazırlamaya çalışıyor; kadın ise sıkışıp kaldığı ev içinde kurgusal bir dünyaya kaçma, gündelik yaşamında ulaşamadıklarını kurgusal bir dünyada yakalama arzusunda. Benzer bir kaçış erkekte spor, futbol, kahvede Okey, tavla gibi kurgusal oyunlarda kendini gösteriyor.
*Röportaj: Asım Öz/Dünya Bülteni
Hakan Ergül, Emre Gökalp, İncilay Cangöz, "Medya Ne Ki... Her Şey Yalan!"-
Kent Yoksullarının Günlük Yaşamında Medya, İletişim Yayınları, 2012
[1] "Yoksulluğu itiraf etmekte utanılacak bir durum olduğunu düşünmez, utanılacak şeyin yoksulluğu yenmek için çaba sarf etmemek olduğunu düşünürüz."

YORUM YAZIN