Yargı ve Cemevleri Skandalı
“Yeni” yargı iktidarının hükümran olduğu Yargıtay 7. Dairesi, demokratikleşme ve insan haklarına ilişkin anayasa, yasa ve uluslararası sözleşme metinleri dururken, 1925’te kabul edilen 677 sayılı Tekke ve Zaviyeler Kanunu’nu mevzuat mezarlığından çıkarıp, Türkiye toplumunun karşısına engel olarak koydu. Cemevlerinin ibadethane sayılamayacağına ilişkin karar incelendiğinde, temel dayanağının 677 sayılı kanun olmakla birlikte Haziran 1965 tarih ve 633 sayılı Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanuna da atıf yaptığı görülür.
Öncelikle Tekke ve Zaviyeler Kanunu’nda yasaklananların neler olduğunun sayma yoluyla belirtimesi ve bunlar arasında cemevleri olmadığı halde kıyas yoluyla cemevlerini bu kapsam içerisine alması hukuki yönden ciddi sorun taşıyor. Aynı şekilde 633 sayılı Diyanet İşleri Başkanlığı Kanunu’nda “ibadethane” tanımı olmamasına karşın sanki böyle bir tanım varmış ve ibadethane sadece cami ve mescitlerden ibaretmiş gibi kabul edilerek hüküm kurulması, aşırı zorlama bir yorum.
Din algısı
Yargıtay’ın bu kararının arkasındaki gerekçeyi son yıllarda Alevilere yönelik haksız uygulamaların yeni bir türü olarak açıklamak ne derecede yeterli? Kararın uzun dönemde doğuracağı sonuç ve etkiler açısından bakıldığında, bu tür yorumlar eksik bir değerlendirme olarak kalacaktır. Bu nedenle öncelikle bu kararı verenlerin hukuk, toplum ve din algısına bakmak gerek. Esere bakarak sahibinin ilmi, ustalığı konusunda fikir edinilebilir. Başta söylediğimiz üzere güncel demokratik ve insan hakları içerikli normlar yerine 1925’li yılların metinlerini tercih ediş, bir zihniyet tercihini de gösteriyor.
20. yüzyılın başı
Bu itibarla 1925 tarihli Tekke ve Zaviyeler Kanunu’nu ortaya çıkaran zihniyetin ve dönemin ruhunun ortaya konulması gerekir ki, aradaki fark gözler önüne serilebilsin. 1900’lerin başı, bilimin din haline getirildiği, dinin ise neredeyse yeryüzünden kökünün kazınması gereken bir hastalık olarak görüldüğü pozitivizm, rasyonalizm akımlarının zirve yaptığı yıllara tekabül eder. Batı Avrupa’da başlayan bu cereyan, tüm dünyayı sarmıştı.
Yoğun Fransız etkisi altındaki Tanzimat ve Cumhuriyet aydınlarının Müslümanlığı Hıristiyanlıkla bir tutarak, cami ve mescit dışındaki tüm dini kurumları kapatması, gelenekleri ortadan kaldırmaya çalışması, o dönemin ruhuyla açıklanabilir. Ancak pozitivizm ve rasyonalizmin üzerine onlarca yeni düşünce akımı ve açılımların yaşandığı bir dönemde, Yargıtay’ın 100 yıl öncesinin düşüncelerine sığınması, son derece dikkat çekici.
Farklı inançlar
Bir an için 1900’lü yılların koşullarının ve pozitivizmin aynı derecede geçerliliğini korumuş olduğu kabul edilse dahi, Hıristiyanlık ile İslamiyetin iki farklı inanç olması ve ibadet tanım ve uygulamalarındaki ciddi farklılıklar nedeniyle, Yargıtay kararı İslam dini açısından sorunlu.
Gerek inanç düzeyinde gerekse uygulama yönünden bakıldığında Hıristiyanlıkta ibadet yerini kilise ile sınırlamak mümkünken, İslamdaki ibadet tanımı, türleri ve uygulamaları yönünden bu mümkün değil. Kişilerin mizacına, meşrebine, mesleğine göre nefsini terbiye edebileceği, kamil mümin ve insan olabileceği sayısız yollara (Mevlevilik, Beştaşilik, Alevilik) ait dergahlar, ibadet mekanları olarak ortaya çıktı. Cami ve mescitlerden farklı olarak bu mekanlar aynı zamanda inancın musikiyle, edebiyatla, sanatla yoğrularak hayatın içine taşındığı yerler oldu. Örneğin Mevleviler ney’i tercih edip sema yaparken, Aleviler bağlama çalıp semah döner. Tekke ve Zaviyeler Kanunu’na kadar da hemen hiç kimse bu dergahları ve buralarda musikiyle yapılan zikir ve ayinleri, ibadet yönüyle sorgulamamıştı. Günümüzde de devletin, yargı organlarının, İslam adına ibadet tanımı yaparak, yapılanları bu kapsama göre sorgulaması, hukuken doğru değil. Bu alan, iman ve inanç alanıdır. Kaldı ki inanç açısından bakıldığında, Mevlevi dergahlarında okunan ilahiler gibi cemlerde okunan deyiş ve nefesler Allah’ı hatırlatması nedeniyle zikir ve ibadettir.
Hac ve oruç
Yine Yargıtay’ın “ibadethane”yi cami ve mescitlerle sınırlayan yorumu, İslamın ibadet türlerindeki zenginliği açısından bakıldığında anlamsızlaşır. İslam, namaz yanında hac, kurban, oruç gibi ibadethaneye sıkıştırılamayacak türden ibadetleri barındırır. Bu nedenle 633 sayılı Diyanet İşleri Başkanlığı Kanunu’nda “ibadethane” tanımı yapmaktan kaçınılarak, “ibadet yeri” terimi tercih edildi. Dolayısıyla Yargıtay’ın dayanak yaptığı kanunda olmayan “ibadethane” kavramı üretmesi ve bunu sadece cami ve mescitlerle sınırlı tutması, hem dayandığı yasa hükümlerine hem de İslam dininin inanç ve kurallarına ters. Yargıtay bu kararıyla Alevileri zorla camilerde ibadet ettirmeyi başaramasa da, tedavülden kalkmış olan 19. yüzyıl anlayışına dayalı yorum ve kararıyla cemevlerinde Allah’ı anmalarını, ibadet etmelerini engelleme niyetini ortaya koydu.
Engelleme
İşte bu nedenlerle her ne kadar yargı iktidarı “yeni” olsa da, zihniyet olarak “eski”dir. Toplumu, toplumsal ve dinsel oluşumları yok ederek veya devletleştirerek sivil alanı ortadan kaldıran anlayış, insanların nasıl inanacağına, ibadetin ne olduğuna, nasıl ve nerede olacağına karar verme yetkisini kendisinde görüyor. Dün başörtüsünün dini olup olmadığına, nerede ve nasıl bağlanacağına karar veren devlet zihniyeti bugün Alevilerin karşısına çıktı.
Anlaşılan o ki bu tür yaklaşımlar geçerlilik kazanamayacak bile olsa geçmişte olduğu gibi topluma ve devlete ağır bedeller ödetmekten geri durmayacak. Geçmişte Kürtlere yanlış yapıldığı itiraf edilerek bugün TRT’de Kürtçe yayın yapılması doğru olmakla birlikte yaşanan acıları ortadan kaldırmıyor, bozulan toplumsal barışı, halk devlet ilişkisini eski haline getiriyor. İçeride barışçı bir şekilde sorunları çözmeyen devlet zihniyeti sonunda geri adım atsa da, bu arada geniş bir halk kitlesi uluslararası telkin ve operasyonları elverişli hale getiriyor. Nitekim Alevilerin en temel haklarından olan din ve vicdan özgürlüğünü engellemeye yönelik cemevleri kararı da yüksek ihtimalle AİHM’den ya da AB organlarından geri dönecek, sadece Alevilere değil tüm toplumun haklarını ihlal ederek, toplumsal barışa ve devlete zarar verecektir.
Yargının toplumsal barışa ve insan haklarına yönelik bu girişimi karşısında yapılması gereken, siyasetin parlamentonun vakit geçirmeksizin devreye girmesidir. Çözüm halen var olan ancak devletin gözünü kapatarak yok saydığı cemevleri ve diğer dergahların devlet tarafından tanınmasıdır. Sadece tanımak yetmez, 677 sayılı Kanunla el konulan dergahlara ilişkin mallar da iade edilmeli. Geçmişe dönük iadelerin ardından geleceğe dönük olarak da tüm inanç yollarına ilişkin dergahların kamuya yararlı dernek statüsüne alınarak vergi kolaylıkları, arsa ve arazi temini, elektrik, su ve doğalgazın ücretsiz verilmesi gibi kolaylıklar getirilmeli. Devletin atacağı böyle bir adım, 1000 yıllık toplumsal barış geleneğinin yeniden sürdürülmesini sağlayacağı gibi, devletin halkına ve değerlerine verdiği önemi de gösterecektir.
* Doç. Dr., Demokrat Yargı Eşbaşkanı
**radikal iki
YORUM YAZIN