Header Ads

Sultan Abdülaziz ve 'Yahşi Batı'..

- yazı: AYCA YILMAZ -
Komedyen Cem Yılmaz ‘Yahşi Batı’ filmini yapıp iki Osmanlı’yı Amerika seyahatine çıkardığında, gişelerin önünde gülmek için meraklı kalabalıklar toplanmıştı. Ticari bir iş tabii, sponsorlar, reklamlar, bir sürü teferruat. Herkes Cem Yılmaz’ın hayali Amerika seyahatini merak etti ama Osmanlı’nın Batı ile kurduğu ilişkiye çok az kişi vakıf...

Mesela, Osmanlı padişahlarının, biri dışında, Avrupa seyahati yapmadığını biliyor muydunuz? Gerçi neredeyse tamamı kendini “cihan imparatoru” olarak telakki ediyor ve nasılsa Avrupa’nın tamamını fethedeceklerinden emin görünüyordu. Dolayısıyla, “Artık seyahati de oraları aldığımızda yaparız,” diye düşünüyor olma ihtimalleri büyüktür. Avrupa seyahati konusundaki tek istisna Sultan Abdülaziz’di. 1861’de tahta çıkan Sultan Abdülaziz’in 1867’de çıktığı bu yolculuk, bir ilk olmanın yanı sıra, Osmanlı’nın algısıyla “hakiki dünya” arasındaki mesafenin ne denli açıldığını göstermesi açısından dikkate değer bir gelişmeydi. Tarihçi Cemal Kutay’ın kendi arşivinden yola çıkarak hazırladığı “seyahatname”, yani 47 Gün - Sultan Abdülaziz’in Avrupa Günlüğü hem dönemi, hem de o dönemdeki Osmanlı algısını anlamak açısından önemli bir eser olarak görülebilir.

Kitabın önsözünde Cemal Kutay, Osmanlı’nın “medeniyet” kavrayışına işaret eden şu satırlara yer veriyor:

“Matbaayı iki yüz yetmiş yıl sonra benimsemiştik. Buharı devlet kabul etmiş, halk ürkmüştü. Üzerine bastığımız medeniyet anlayışı devrini tamamlamıştı. Sultan İkinci Mahmud’un 1830 yılında, Moskofların nasıl güçlenerek Osmanlı devletini gerilettiğini anlamak için Rusya’ya gönderdiği eniştesi Damad Amiral Halil Paşa şöyle diyordu:

‘Şevketmeap... Bizde şehirlerde kadın kafes arkasındadır, erkek meydandadır. Köylerde ise kadın tarladadır, erkek kahvelerdedir. Yani bizim nüfusumuz milli hayatta daima yarımdır, tam değildir. Avrupa’da ise kadın da, erkek de, umumi yaşama içinde kıymettirler ve her ikisi birleşerek MİLLET’i teşkil ediyorlar. Bizler önce bu ayrı iki yarımdan Bir Tam çıkarmaya mecburuz.’

Sultan Aziz, 1867 Paris Milletlerarası Sergisi’nin şeref misafiri olarak, Osmanlı padişahları içinde İLK TACİDAR hüviyeti ile Batı’yı ziyaret ederken, ülkesindeki manzara, Amiral Halil Paşa’nın 1867’den 37 yıl önce çizdiğinin AYNI idi.”

“Batılılaşma”, “muasır medeniyetler seviyesine yükselme”, “Batı’ya benzeme”, adına ne derseniz deyin, ilk örgütlü ifadesini Tanzimat’la birlikte bulan ve 19. yüzyıldan bu yana tartışılan bir başlık. Çoğu zaman “Batı’ya benzeme” olarak algılanan ve kamplaşması bu algı üzerinden kurulan tartışmayı aslında o önsözdeki “kadın” kriteri üzerinden yürütmek çok daha anlamlı olmaz mı? Kadının kuluçka makinesi olarak görüldüğü, eve tıkıldığı, pasifleştirildiği bir toplumsal yapının, bırakın insan hak ve özgürlüklerini falan, sadece üretim ve iktisadi gelişme açısından baksanız bile, sorunlu bir toplumsal yapı olacağını söylemek için akademik kariyer yapmak gerekmiyor...

Bunu kitabın önemli bir bölümünü oluşturan Hafız Ömer Faiz Efendi’nin ‘Ruzname’sinde de görmek mümkün:

“İşte, bugün, 1 Temmuz 1867 Pazartesi... Öğleden sonra saat dört buçukta Paris’e girdik. Bir beldenin halkı ne demektir, burada gördüm: Kadın-erkek, yaşlı-genç-çocuk... Hepsi bir arada kaynaşmış gibi. Bakışlarına dikkat ettim: Evvela kılığımızla, giyim-kuşamımızla alakalılar. Aradaki farka rağmen, diyebilirim ki bizimkilerin hususiyeti onlarda yok. Fakat onlar basitlik içinde daha rahat giyiniyorlar. Mesela kafalarındaki şapka, güneşten kendilerini daha iyi koruyor. Biz fesler altında buram buram terliyoruz. Bu şapkalar kışın yağmur ve soğuktan da korur.

Asıl dikkatimi çeken kadınlarının kıyafeti... Yüzleri açık, bedenleri istedikleri gibi hareket ettirecek fistanlar içinde. Anlaşılan MİLLET denince, umumi hayata erkeği kadını, kızı çocuğu beraberce iştirak edebilen toplulukları kasdetmek lazım. Bizim kadınlarımız, evlerinin dışında olan-biteni göremiyorlar ki yaşadıkları dünyanın eb’adı hakkında fikir sahibi olsunlar...”

Belki de “başörtüsü” ya da “türban” tartışmasını bu gözle bir daha ele almak ve her şeyin sadece “örtünme” değil, örtünmeyle ve daha pek çok kültürel-dinsel basınçla birlikte gelen toplumsal rol olduğunu anlamak hepimiz açısından daha hayırlı olur. Ama ne yazık ki, bizim biçimsel dogmalarımız bu tartışmayı bile sükunet ve anlayış içinde yürütmeye engel...

Neyse... Kitabı okudukça, Osmanlı’nın neden “hasta adam” haline geldiğini anlamanız daha da kolaylaşıyor...

Açıkçası, kitaptan fazlaca vakayı buraya aktararak okuma keyfine ipotek koymak istemiyorum. Ancak Britanya Kraliçesi Viktorya’nın Veliahd Murad’ı çok beğenmesi üzerine İngiliz prenseslerinden biriyle evlenmesini istediğini ve alternatifler sunduğunu vurgulamadan olmaz. Sultan Abdülaziz’e dolaylı yollardan iletilen bu talep, Sultan tarafından nezaket sınırları dahilinde geri çevrilmiş. Buna sebep, Osmanlı padişahlarının tek kadınla yetinmeme geleneğiymiş...

Evet, farkındayım, Paris’te başlayarak Almanya, Belçika, Avusturya ve İngiltere’ye kadar devam eden bu geziden sadece bir “kadın meselesi”ni size yansıttım. Bu sebeple, çok “erkek” bir bölümü aktararak bitirmek yerinde olacaktır. Konu Halil Paşa’nın yumruğu. Bildiğiniz lunaparklardaki yumruk atılan top hikâyesi. Yumruk vurduğunuz top bir çeşit dinamometreye çarpar ve yumruğunuzun gücü tespit edilir ya... Gerisi kitaptan:

“Bu kol kuvvetini ölçmeye yarayan dinamometreye ‘Türk kafası’ adını vermişler!.. Bizimkiler bu isimden tabii fena halde ve haklı olarak alınmışlar, amma, zamanlarca evvel yapılan alet önüne, Osmanlı padişahının geleceğini kim nereden tahmin etsin?

Sultan Aziz, kimliğini mümkün olduğu kadar belli etmeden yaptığı son gezisinde yanındakilerle beraber bu aletin de önüne gelmiş ve adını öğrenince içerlemiş. Yanındaki Başyaver Halil Paşa’ya dönmüş, eliyle dinamometreyi işaret ederek, ‘Haydi Halil... Göreyim seni... Şunlara Türk kolunun kuvvetini göster’ fermanını vermiş. Pehlivan yapılı, aslan kuvvetli Halil Paşa üzerindeki avniyyesini (pelerin) çıkarıp şöylece bir tarafa koymuş, yanaşmış dinamometreye, yaradana sığınıp bir yumruk atınca, Fransız kol kuvvetine göre yapılmış olan yuvarlak mihverinden fırlayarak, dinamometreyi tuzla buz etmiş... O mahşeri kalabalık, ağızları bir karış açık, gözleri can evinden fırlamış olub-bitene bakarken, Fransız Kurmay Yüksek Askeri Akademisi Sen-Sir mezunu Başyaver, şu nezaket dersini de vermiş: Bu tête Turque (Türk kafası) değil... Türk’ün kafasına vurulmaz... Bu ancak tête Europeenne (Avrupalı kafası) olmalı ki, bir vuruşta dağıldı...”

Nasıl? Beğendiniz mi beyler?

47 GÜN
Sultan Abdülaziz’in Avrupa Günlüğü
Cemal Kutay
abm Yayınevi
2012, 257 sayfa, 12 TL.




*radikal kitap

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.