Siyasetçi mi Siyaset Bilimci mi?: Araştırmacının Konumu Üzerine Düşünceler
Sosyal bilimlerin genelinde, bilimsel çalışma sonucu elde edilen bilginin kesinliği ve doğruluğu ile ilgili bir tereddüt vardır. Bu tereddüt şu iki durumdan ileri gelmektedir: İlki, bilimin temel konusunun insan olması ve insanın da zamana ve mekana göre değişken bir varlık olmasından kaynaklanmaktadır. Hal böyle olunca, çalışmadan elde edilen bilgi, açıklayıcılığını uzun süre korumakta zorlanır. Örneğin, aynı konuyla ilgili olarak farklı zamanlarda aynı yerde ya da aynı zamanda farklı yerlerde yapılan seçmen eğilimlerine yönelik bir araştırmadan farklı sonuçlar çıkabilir. Zira insanların fikirleri/düşünceleri birbirinden farklı olabilir, ayrıca bir insanın herhangi bir konudaki fikri zamanla değişebilir. Dolayısıyla elde edilen sonuçlarla ilgili genelleme yapmak güçleşir. Bu da kimilerine göre sosyal bilimlerin doğa bilimleri karşısındaki zayıflığını göstermektedir. İkincisi, araştırmacının her ne sebeple olursa olsun, bilerek veya bilmeyerek doğru bilgiyi elde etmek için yeterli çabayı göstermemesi sonucu ortaya çıkmaktadır. Bu yazıda kısaca bu konu siyaset bilimi örneği üzerinden ele alınacaktır.
Kimi akademik yayınları ya da yazılı ve görsel medyada çıkan yazı ve yorumları değerlendiren bir kişinin, bilimle uğraşan ile uğraşmayan arasında bir fark olması, o farkın da üniversitede ders vermekle sınırlı kalmaması gerektiği kanısına varması muhtemeldir. Bu açıdan da siyaset bilimiyle –iç, dış ya da uluslararası- uğraşanların siyaseti yapanlardan farklarını ortaya koymaları gerekmektedir. Bu farkın siyaset bilimcide olması gereken iki temel ilkeyle ortaya konabileceği kanaatindeyim. Bunlardan ilki “tutarlılık/insicamlılık” diğeri ise “nesnellik”tir.
Siyaset bilimci tutarlı olmalıdır. Varsayımlarını duygusal değil mantıklı dayanaklar üzerine inşa etmelidir. Olaylara tek yönlü değil birden fazla pencereden bakabilmelidir. Örneğin Rusların Karadeniz’in kuzeyini ve Kafkasları, örneğin Çeçenistan’ı 18. yüzyılda işgal ettiğini ve işgalin hala sürdüğünü öne süren bir siyaset bilimci, kendisine sorulabilecek Türklerin şu an üzerinde bulunduğumuz coğrafyaya ne zaman ve nasıl yerleştiği şeklindeki muhtemel soruya hazırlıklı olmalıdır. Aynı şekilde, ‘Ermenilere soykırım uygulanmamıştır’ demeyi yasaklayan ve Ocak 2012’de Fransız Senatosu’ndan geçen –Şubat sonunda Anayasa Mahkemesi’nce iptal edilen- yasa tasarısı nasıl özgür düşünceye aykırıysa, tam tersi durumun, yani “Ermenilere soykırım yapılmıştır” demeyi yasaklayacak herhangi bir yasa tasarısının da özgür düşünceye aykırı olacağının; bunun ‘bu işi tarihçilere, bilim adamlarına bırakalım’ anlayışıyla da bağdaşmayacağının bilincinde olmalıdır. Demek istediğim, siyaset bilimci aynı ya da benzer olaylar karşısında benzer yorumlar yapabilme tutarlılığını gösterebilmelidir. Sözkonusu olayların birbiriyle A’dan Z’ye farklı olduğunu ve dolayısıyla farklı yorumlanması gerektiğini düşünüyor ise bunu mantıklı ve tatmin edici gerekçelerle açıklayabilmelidir. Devletler veya siyasetçiler, devletin çıkarları gereği, örneğin ‘terörizm’ konusunda tutarlı davranmayabilirler. Açıkçası böyle bir zorunluluk da hissetmezler. Hatta ülke olarak terörle mücadele ettiği halde, başka bir ülkenin sorun yaşadığı ve terörist ilan ettiği gruplara maddi veya manevi destek olabilirler. Bu durum terörist ve özgürlük savaşçısı tanımının bakış açısına veya uygulanan siyasete bağlı olarak değişmesinden ileri gelir. Devletler bulundukları pozisyona göre PKK teröristi, Çeçen direnişçisi, Tamil gerillası, ETA militanı, El-Kaide teröristi, Afgan mücahidi/direnişçisi gibi tanımlamalar yapabilirler. Siyaset bilimci, bu konuda titiz ve tutarlı bir çalışma yaptıktan sonra tanımlamalarını belirleyip paylaşan kişidir. Siyaset bilimcinin günümüzde Suriye’de yaşananlarla ilgili olarak “düşük yoğunluklu çatışma”, “siyasi iktidarın ayaklanmaları bastırma çabası”, “muhaliflerin iktidarı ele geçirme mücadelesi”, “kalkışma” v.s. gibi tanımlamalar yapması mümkündür. Bir başka ifadeyle, siyaset bilimci medyanın ya da başka lobilerin yönlendirmesi altında kalmadan olayları bu şekilde değerlendirebilir. Fakat olayları siyasetçi gibi “Esed[1] halkını öldürüyor” şeklinde yorumlarsa o zaman Türkiye’de geçmişte muhtıra veya darbe dönemlerinde devletin bazı insanlara nasıl muamele ettiğine yönelik sorulardan köşe bucak kaçmak zorunda kalacaktır. Hele günümüzde “siyasi, etnik, dini, kültürel, ideolojik v.s. herhangi bir sebeple ülkenin bir bölümünün/bölgesinin, ülkedeki belli grup ya da grupların (örneğin Kürtlerin veya Alevilerin), Türkiye Cumhuriyeti devletine karşı olası bir ayaklanmasına devletin tepkisi nasıl olurdu?” konulu olası bir tartışmaya girmeye cesaret bile edemeyecektir. Netice itibariyle tutarlılık her bilim dalında olduğu gibi siyaset biliminde de önemlidir ve siyaset bilimciyi siyasetçiden ayıran bir özelliktir.
Siyaset bilimci nesnel olmalıdır. Bilim ahlakı bunu gerektirir. Nesnellikten kastedilen bir araştırmada araştırmacının kendi değer yargılarının önüne geçmek adına çalışmasını nicel, sayısal, istatistiksel yöntemlerle yürütmesi değildir. Siyaset bilimi sosyal bilimdir. İnsan da sosyal bir varlıktır. Sosyal bir varlık olarak araştırmasını yaparken üyesi olduğu toplumun değer yargılarının etkisi altında kalabileceği gibi kendi kişisel yargılarıyla araştırma konusu arasında bir set çekmekte de zorlanabilir. Bununla birlikte araştırmacı doğuştan bir ‘taraf’ da olabilir. Toplumsal tabakalaşma sistemi içerisinde belli bir toplumsal sınıfın bir üyesi olarak araştırma konusuna bulunduğu konumun gözlüğünden bakıyor da olabilir. Bu noktada bir sorun yoktur. Araştırmacı nasıl bir anlayış ve yöntem benimsiyorsa o çerçevede varsayımlarını test edebilir. Araştırmacının nesnelliğiyle kastedilenlerden ilki, araştırmacının işe “X’in Y’yi etkilediğini kanıtlayacağım” güdüsüyle başladığı çalışma sırasında baştan kendini bağladığı, elde etmek istediği sonuca uymayacak verilerle karşılaşması durumunda bunları görmezden gelmemesi veya ön yargılı bir şekilde kendi savını kanıtlayacak faktörlere odaklanmaması gerektiğiyle ilgilidir. Yani, araştırmacı, çalışmasının doğrultusunu, varsayımlarını oluştururken neleri ortaya koymayı amaçladığını ne gibi sonuçlar elde etmeyi umduğunu ve sonunda umduğuna ne ölçüde ulaştığını ifade edebileceği bir anlayış pekala çizebilir. Böyle bir durumda, yani beğenmediği veya argümanını desteklemeyen durumları göz ardı ettiği takdirde, araştırmacı, bilim ahlakına uygun davranmadığı gibi karşısındakini de yanıltmış olur. Örneğin ‘bütün devletler varlıklarını sürdürmek isterler’ bir varsayımdır. Bu konuda biraz düşündüğümüzde ya da ciddi bir araştırma yaptığımızda bu varsayımın geçerli olduğunu görürüz. Hiçbir devlet yıkılmak, yok olmak istemez. Ama bu varsayım 1990’da Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nin kendi iradesiyle Federal Almanya Cumhuriyeti’ne katılması hadisesini açıklayamaz. Varsayımı doğrulayan sayısız örnek bulunsa da araştırmacı, bu varsayımın açıklayamadığı bu durumu bir kenara atmamalı, çalışmasında mutlaka yer vermelidir. Kaldı ki siyaset biliminin ‘açıklamak’ kadar ‘anlama’ya da odaklandığını bilmelidir. Belki de doğru olan, araştırmacının bir şeyleri kanıtlamak için değil de ‘bakalım ne gibi sonuçlar çıkacak?’ anlayışıyla işe koyulmasıdır.
Siyaset bilimi kapsamına giren konular herkesin ucundan köşesinden bir şey bilse de bilmese de fikir sahibi olduğu ve yorum yaptığı konulardır. İlgili konularda araştırma yapan akademisyen ya da araştırmacı öncelikle siyaset yapmadığının, siyaset bilimiyle ilgili çalışma yaptığının bilincinde olmalıdır. Bu bağlamda, nesnellik kavramıyla kastedilenlerden ikincisi, araştırmacının benimsediği ya da herhangi bir siyasi görüşü ya da ideolojiyi meşrulaştırma, haklı çıkarma ya da karşıt görüşü ya da unsuru kötüleme amacı gütmemesi gerektiğiyle ilgilidir. Bir olayın ekseriyetle birden çok sebebi vardır. Bilinen sadece bir sebebi var ise siyaset bilimciye düşen bunu benimsemeden önce başka sebepleri olup olmadığı hususunda kuşkulanmak ve kuşkusunu giderene kadar da araştırma yapmaktır. Bakış açısı bakılan şey kadar hatta belki ondan daha fazla öneme sahiptir. Meseleyi bütün olarak görmek kapsamlı incelemek önemlidir. Örneğin Soğuk Savaş, (dünyada ve Türkiye’de) olayları tek yönlü inceleme hatasına sıkça düşüldüğü ve karşı blokla (Doğu Bloku) ilgili her türlü olay ve gelişmeye önyargılı yaklaşıldığı bir dönem olmuştur. Öyle ki, hala kimilerince Sovyetler Doğu Avrupa’yı işgal etmiştir, kimilerince Nazilerden kurtarmıştır. SSCB’nin II. Dünya Savaşı’nın ardından Türk boğazlarında üs talep etmesi Türkiye’de, egemenliğe aykırı bir durum şeklinde algılanmış ama daha sonraları ülkenin çeşitli yerlerinin üs olarak bir başka ülkeye tahsis edilmesinin devletin egemenliğine bir sakınca doğurup doğurmadığı üzerinde durulmamıştır. Rusların “sıcak denize inme politikası” ise Türkiye’de deyim yerindeyse zaman zaman kısık zaman zaman da yüksek ateşte pişirilip servis edilen bir yemek olmuştur. Halbuki bu, Yunanistan’ın Megalo İdea’sı, Ermenilerin Büyük Ermenistan hayali veya Yahudilerin Tevrat’ta geçen Anadolu’daki vaat edilmiş toprakları gibi resmiyet kazanmış ya da kendi içerisinde meşru bir zemine oturmuş bir politika değildir. Rusya’nın (ve sonra SSCB’nin) istediği, 1854-56 Kırım Savaşı, I. ve II. Dünya Savaşı’nda yaşadığı tecrübelere binaen boğazların ve dolayısıyla kendisinin güvenliğinin sağlanmasıdır. ‘Sıcak denize inme’ diye bir şey yoktur, olsa olsa ‘sıcak denize çıkış’ olabilir.[2] O da I. Petro zamanında Karadeniz kıyısına ulaşabilmeyi içermektedir. Her şey bir yana, SSCB’nin Akdeniz’de ya da Hint Okyanusu’nda seyreden bir gemisi ya da bu deniz kıyılarında sahip olduğu bir liman “sıcak denizlere inme politikası”nın göstergesi olarak değerlendirilecek olursa aynı denizlerde görülebilecek bir ABD gemisi ya da ABD’nin sahip olduğu bir liman, bu ülkenin hangi “meşru” politikasıyla açıklanmalıdır? Siyaset bilimci tabii ki bir ideolojiyi benimseyebilir. Ama tuttuğu takımın sürekli galip gelmesini isteyen bir taraftar gibi dışladığı rakip gördüğü ideolojiyi mağlup etme gayesiyle hareket etmemelidir. O siyasetçinin işidir. Rakip ideolojiyi temsil edeni ya da benimseyeni kötülemek de aynı şekilde. Bu bağlamda siyaset bilimci, 1958’de Lübnan yönetimin darbeyle devrilme endişesiyle iktidarını kaybetmemek için ABD’den askeri müdahale talep etmesini hangi değişkenlerle değerlendiriyorsa, 1979’da, iki devlet arasında 1 yıl önce imzalanmış antlaşmaya dayanarak sosyalist iktidarı korumak ve ona yönelik ayaklanmayı bastırmak amacıyla SSCB’nin Afganistan’a girmesini de aynı değişkenlerle değerlendirmelidir. Zira iki olay da takdir edilmelidir ki siyahla beyaz kadar birbirinden farklı şeyler değildir. Temelde iki eylemin amacı da aynıdır.
Siyasetçi, tıpkı bir yönetmenin veya senaristin bir dizide veya filmde istediği karakteri iyi ya da kötü role büründürüp izleyenlerde o yönde bir algının oluşmasını sağlaması gibi toplumsal olay ve olgularla ilgili yönlendirici olabilmektedir. Siyaset bilimci ise tek doğrunun olmadığı bilinciyle en mantıklı analizi yapan ve toplumu aydınlatıcı bir rol üstlenen kişidir. Bu da, onda bulunması gereken nesnellik ilkesinin üçüncü boyutunu oluşturmaktadır. Örneğin, siyasetçi Ahmet Davutoğlu emperyalist bir bakış açısıyla şöyle söyleyebilir:
“Türkiye olarak bundan sonra da Orta Doğu’da değişim dalgasını yöneteceğiz. Bu değişim dalgasının öncüsü olmaya devam edeceğiz. Bütün Orta Doğu toplumlarında Türkiye sadece dost ve kardeş ülke olarak değil, geleceği belirleme fikrine sahip yeni bir fikrin, yeni bölgesel düzenin öncüsü ülke olarak görülmektedir..”[3]
Ama siyaset bilimci/akademisyen Ahmet Davutoğlu ya bu ifadenin altını mantıksal çıkarımlarla dolduran ya da bu konuşmadan kısa bir süre önce Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu’nun (USAK) yaptığı şu analizlere katılarak bunu söylemekten vazgeçen kişidir ya da olmalıdır.
“Türkiye’nin hangi değerler üzerinden bir ‘rol model’ ya da ‘imrenilecek ülke’ konumunda olduğu hususu oldukça tartışmalıdır. Türkiye’nin Ortadoğu’ya yönelik dış politikasında hangi değerleri projekte ettiği ve nasıl bir ‘rol tanımı’ içinde olduğu yeterince net değildir. Üstelik muğlak da olsa uygulanan politika, Türkiye’de iç siyasetin aşırı kutuplaştırıcı etkisi nedeni ile sistematik olmaktan uzaktır.. Türkiye’nin iç siyasette toplumsal uzlaşma oluşturamaması ve Kürt sorunu gibi yapısal meselelerin çözümüyle ilgili kararlı adımların atılamaması dış politikada çelişkili hamleleri ve verimsiz tartışmaları beraberinde getirmektedir.. Bölgesel aktörlerin, küçük ya da büyük, Türkiye’nin takipçisi olduğu söylenemez. Türkiye’ye gösterilen ilginin bu açıdan şimdilik ‘kuru sempati’ düzeyinde kaldığı görülmektedir. Yapılacak hatalar ya da bazı söylem ve politikaların Arap dünyasındaki muhataplar tarafından yanlış anlaşılması Türkiye’ye yönelik teveccühü hızlı bir şekilde eritebilme ihtimalini barındırmaktadır..”[4]
Sonuç olarak, siyaset biliminde (ve temelde sosyal bilimlerin genelinde) tutarlılık/insicamlılık ve nesnellik önemlidir. Bu ilkeler, yalnızca bilimde doğruya, kesine ulaşma, bilim adamının adaletli bir araştırma yapması açısından bir gereklilik değildir. Aynı zamanda sosyal bilimlerin ve sosyal bilimcilerin itibarının ve güvenilirliğinin artmasına da katkı sağlayacaktır. Siyaset bilimci bilimle uğraşmalı, siyaseti siyasetçiye bırakmalıdır.
Umut Bekcan
Doktora Öğrencisi, Ankara Üniversitesi ve Araştırma Görevlisi, Pamukkale Üniversitesi
(http://researchturkey.org/?p=1744&lang=tr)
[1] Türkiye-Suriye ilişkileri bozulduktan sonra, ‘daha bizden’ bir isim olan Esad yerine tepki ve düşmanlık belirtmek amacıyla kullanılmaktadır. ‘Kardeş’ olan Esad’dı. Esed ise ‘düşman’dır.
[2] Rusça orijinal ifade выход к теплому морю (vıhod k teplomu moryu) şeklindedir. Bu ifadenin dilbilgisi ve anlam olarak Türkçe karşılığı ‘sıcak denize çıkış’, ‘sıcak denize kıyısı olmak’tır. Bu, tıpkı evin penceresinin ormanı/denizi görmesi gibi, I. Petro’nun Peterburg’u kurduktan sonra прорубил окно в Европу (prorubil okno v Yevropu-Avrupa’yı gören bir delik/pencere açtım) demesi gibi bir anlama sahiptir. İfadeye ‘açılma’, ‘inme’, ‘yayılma’ gibi bir anlam yüklemek doğru değildir. Kavram, Rusçada herhangi bir devletin denize kıyısı olup olmaması durumunu ifade etmek için sıkça kullanılır.
[3] Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu bu sözleri 26 Nisan 2012 tarihinde TBMM’de, Türkiye’nin Suriye politikasıyla ilgili yaptığı konuşmada sarfetmiştir. “Ortadoğu’da Değişimi Yöneteceğiz”, <http://siyaset.milliyet.com.tr/ortadogu-da-degisimi-yonetecegiz/siyaset/siyasetdetay/27.04.2012/1533209/default.htm> (20.06.2012).
[4] Osman Bahadır Dinçer ve Mustafa Kutlay’ın hazırladığı “USAK Dış Politika Kapasite Raporu: “Türkiye’nin Ortadoğu’daki Güç Kapasitesi: Mümkünün Sınırları” adlı raporun geniş özeti için bkz: <http://www.usakgundem.com/haber/72386/usak-d%C4%B1%C5%9F-politika-kapasite-raporu-%E2%80%9Ct%C3%BCrkiye%E2%80%99nin-ortado%C4%9Fu%E2%80%99daki-g%C3%BC%C3%A7-kapasitesi-m%C3%BCmk%C3%BCn%C3%BCn-s%C4%B1n%C4%B1rlar%C4%B1%E2%80%9D.html> (20.06.2012).
*karikatür: Katia Fouquet – New York Times Gazetesi’nde yayınlandığı haliyle
Kimi akademik yayınları ya da yazılı ve görsel medyada çıkan yazı ve yorumları değerlendiren bir kişinin, bilimle uğraşan ile uğraşmayan arasında bir fark olması, o farkın da üniversitede ders vermekle sınırlı kalmaması gerektiği kanısına varması muhtemeldir. Bu açıdan da siyaset bilimiyle –iç, dış ya da uluslararası- uğraşanların siyaseti yapanlardan farklarını ortaya koymaları gerekmektedir. Bu farkın siyaset bilimcide olması gereken iki temel ilkeyle ortaya konabileceği kanaatindeyim. Bunlardan ilki “tutarlılık/insicamlılık” diğeri ise “nesnellik”tir.
Siyaset bilimci tutarlı olmalıdır. Varsayımlarını duygusal değil mantıklı dayanaklar üzerine inşa etmelidir. Olaylara tek yönlü değil birden fazla pencereden bakabilmelidir. Örneğin Rusların Karadeniz’in kuzeyini ve Kafkasları, örneğin Çeçenistan’ı 18. yüzyılda işgal ettiğini ve işgalin hala sürdüğünü öne süren bir siyaset bilimci, kendisine sorulabilecek Türklerin şu an üzerinde bulunduğumuz coğrafyaya ne zaman ve nasıl yerleştiği şeklindeki muhtemel soruya hazırlıklı olmalıdır. Aynı şekilde, ‘Ermenilere soykırım uygulanmamıştır’ demeyi yasaklayan ve Ocak 2012’de Fransız Senatosu’ndan geçen –Şubat sonunda Anayasa Mahkemesi’nce iptal edilen- yasa tasarısı nasıl özgür düşünceye aykırıysa, tam tersi durumun, yani “Ermenilere soykırım yapılmıştır” demeyi yasaklayacak herhangi bir yasa tasarısının da özgür düşünceye aykırı olacağının; bunun ‘bu işi tarihçilere, bilim adamlarına bırakalım’ anlayışıyla da bağdaşmayacağının bilincinde olmalıdır. Demek istediğim, siyaset bilimci aynı ya da benzer olaylar karşısında benzer yorumlar yapabilme tutarlılığını gösterebilmelidir. Sözkonusu olayların birbiriyle A’dan Z’ye farklı olduğunu ve dolayısıyla farklı yorumlanması gerektiğini düşünüyor ise bunu mantıklı ve tatmin edici gerekçelerle açıklayabilmelidir. Devletler veya siyasetçiler, devletin çıkarları gereği, örneğin ‘terörizm’ konusunda tutarlı davranmayabilirler. Açıkçası böyle bir zorunluluk da hissetmezler. Hatta ülke olarak terörle mücadele ettiği halde, başka bir ülkenin sorun yaşadığı ve terörist ilan ettiği gruplara maddi veya manevi destek olabilirler. Bu durum terörist ve özgürlük savaşçısı tanımının bakış açısına veya uygulanan siyasete bağlı olarak değişmesinden ileri gelir. Devletler bulundukları pozisyona göre PKK teröristi, Çeçen direnişçisi, Tamil gerillası, ETA militanı, El-Kaide teröristi, Afgan mücahidi/direnişçisi gibi tanımlamalar yapabilirler. Siyaset bilimci, bu konuda titiz ve tutarlı bir çalışma yaptıktan sonra tanımlamalarını belirleyip paylaşan kişidir. Siyaset bilimcinin günümüzde Suriye’de yaşananlarla ilgili olarak “düşük yoğunluklu çatışma”, “siyasi iktidarın ayaklanmaları bastırma çabası”, “muhaliflerin iktidarı ele geçirme mücadelesi”, “kalkışma” v.s. gibi tanımlamalar yapması mümkündür. Bir başka ifadeyle, siyaset bilimci medyanın ya da başka lobilerin yönlendirmesi altında kalmadan olayları bu şekilde değerlendirebilir. Fakat olayları siyasetçi gibi “Esed[1] halkını öldürüyor” şeklinde yorumlarsa o zaman Türkiye’de geçmişte muhtıra veya darbe dönemlerinde devletin bazı insanlara nasıl muamele ettiğine yönelik sorulardan köşe bucak kaçmak zorunda kalacaktır. Hele günümüzde “siyasi, etnik, dini, kültürel, ideolojik v.s. herhangi bir sebeple ülkenin bir bölümünün/bölgesinin, ülkedeki belli grup ya da grupların (örneğin Kürtlerin veya Alevilerin), Türkiye Cumhuriyeti devletine karşı olası bir ayaklanmasına devletin tepkisi nasıl olurdu?” konulu olası bir tartışmaya girmeye cesaret bile edemeyecektir. Netice itibariyle tutarlılık her bilim dalında olduğu gibi siyaset biliminde de önemlidir ve siyaset bilimciyi siyasetçiden ayıran bir özelliktir.
Siyaset bilimci nesnel olmalıdır. Bilim ahlakı bunu gerektirir. Nesnellikten kastedilen bir araştırmada araştırmacının kendi değer yargılarının önüne geçmek adına çalışmasını nicel, sayısal, istatistiksel yöntemlerle yürütmesi değildir. Siyaset bilimi sosyal bilimdir. İnsan da sosyal bir varlıktır. Sosyal bir varlık olarak araştırmasını yaparken üyesi olduğu toplumun değer yargılarının etkisi altında kalabileceği gibi kendi kişisel yargılarıyla araştırma konusu arasında bir set çekmekte de zorlanabilir. Bununla birlikte araştırmacı doğuştan bir ‘taraf’ da olabilir. Toplumsal tabakalaşma sistemi içerisinde belli bir toplumsal sınıfın bir üyesi olarak araştırma konusuna bulunduğu konumun gözlüğünden bakıyor da olabilir. Bu noktada bir sorun yoktur. Araştırmacı nasıl bir anlayış ve yöntem benimsiyorsa o çerçevede varsayımlarını test edebilir. Araştırmacının nesnelliğiyle kastedilenlerden ilki, araştırmacının işe “X’in Y’yi etkilediğini kanıtlayacağım” güdüsüyle başladığı çalışma sırasında baştan kendini bağladığı, elde etmek istediği sonuca uymayacak verilerle karşılaşması durumunda bunları görmezden gelmemesi veya ön yargılı bir şekilde kendi savını kanıtlayacak faktörlere odaklanmaması gerektiğiyle ilgilidir. Yani, araştırmacı, çalışmasının doğrultusunu, varsayımlarını oluştururken neleri ortaya koymayı amaçladığını ne gibi sonuçlar elde etmeyi umduğunu ve sonunda umduğuna ne ölçüde ulaştığını ifade edebileceği bir anlayış pekala çizebilir. Böyle bir durumda, yani beğenmediği veya argümanını desteklemeyen durumları göz ardı ettiği takdirde, araştırmacı, bilim ahlakına uygun davranmadığı gibi karşısındakini de yanıltmış olur. Örneğin ‘bütün devletler varlıklarını sürdürmek isterler’ bir varsayımdır. Bu konuda biraz düşündüğümüzde ya da ciddi bir araştırma yaptığımızda bu varsayımın geçerli olduğunu görürüz. Hiçbir devlet yıkılmak, yok olmak istemez. Ama bu varsayım 1990’da Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nin kendi iradesiyle Federal Almanya Cumhuriyeti’ne katılması hadisesini açıklayamaz. Varsayımı doğrulayan sayısız örnek bulunsa da araştırmacı, bu varsayımın açıklayamadığı bu durumu bir kenara atmamalı, çalışmasında mutlaka yer vermelidir. Kaldı ki siyaset biliminin ‘açıklamak’ kadar ‘anlama’ya da odaklandığını bilmelidir. Belki de doğru olan, araştırmacının bir şeyleri kanıtlamak için değil de ‘bakalım ne gibi sonuçlar çıkacak?’ anlayışıyla işe koyulmasıdır.
Siyaset bilimi kapsamına giren konular herkesin ucundan köşesinden bir şey bilse de bilmese de fikir sahibi olduğu ve yorum yaptığı konulardır. İlgili konularda araştırma yapan akademisyen ya da araştırmacı öncelikle siyaset yapmadığının, siyaset bilimiyle ilgili çalışma yaptığının bilincinde olmalıdır. Bu bağlamda, nesnellik kavramıyla kastedilenlerden ikincisi, araştırmacının benimsediği ya da herhangi bir siyasi görüşü ya da ideolojiyi meşrulaştırma, haklı çıkarma ya da karşıt görüşü ya da unsuru kötüleme amacı gütmemesi gerektiğiyle ilgilidir. Bir olayın ekseriyetle birden çok sebebi vardır. Bilinen sadece bir sebebi var ise siyaset bilimciye düşen bunu benimsemeden önce başka sebepleri olup olmadığı hususunda kuşkulanmak ve kuşkusunu giderene kadar da araştırma yapmaktır. Bakış açısı bakılan şey kadar hatta belki ondan daha fazla öneme sahiptir. Meseleyi bütün olarak görmek kapsamlı incelemek önemlidir. Örneğin Soğuk Savaş, (dünyada ve Türkiye’de) olayları tek yönlü inceleme hatasına sıkça düşüldüğü ve karşı blokla (Doğu Bloku) ilgili her türlü olay ve gelişmeye önyargılı yaklaşıldığı bir dönem olmuştur. Öyle ki, hala kimilerince Sovyetler Doğu Avrupa’yı işgal etmiştir, kimilerince Nazilerden kurtarmıştır. SSCB’nin II. Dünya Savaşı’nın ardından Türk boğazlarında üs talep etmesi Türkiye’de, egemenliğe aykırı bir durum şeklinde algılanmış ama daha sonraları ülkenin çeşitli yerlerinin üs olarak bir başka ülkeye tahsis edilmesinin devletin egemenliğine bir sakınca doğurup doğurmadığı üzerinde durulmamıştır. Rusların “sıcak denize inme politikası” ise Türkiye’de deyim yerindeyse zaman zaman kısık zaman zaman da yüksek ateşte pişirilip servis edilen bir yemek olmuştur. Halbuki bu, Yunanistan’ın Megalo İdea’sı, Ermenilerin Büyük Ermenistan hayali veya Yahudilerin Tevrat’ta geçen Anadolu’daki vaat edilmiş toprakları gibi resmiyet kazanmış ya da kendi içerisinde meşru bir zemine oturmuş bir politika değildir. Rusya’nın (ve sonra SSCB’nin) istediği, 1854-56 Kırım Savaşı, I. ve II. Dünya Savaşı’nda yaşadığı tecrübelere binaen boğazların ve dolayısıyla kendisinin güvenliğinin sağlanmasıdır. ‘Sıcak denize inme’ diye bir şey yoktur, olsa olsa ‘sıcak denize çıkış’ olabilir.[2] O da I. Petro zamanında Karadeniz kıyısına ulaşabilmeyi içermektedir. Her şey bir yana, SSCB’nin Akdeniz’de ya da Hint Okyanusu’nda seyreden bir gemisi ya da bu deniz kıyılarında sahip olduğu bir liman “sıcak denizlere inme politikası”nın göstergesi olarak değerlendirilecek olursa aynı denizlerde görülebilecek bir ABD gemisi ya da ABD’nin sahip olduğu bir liman, bu ülkenin hangi “meşru” politikasıyla açıklanmalıdır? Siyaset bilimci tabii ki bir ideolojiyi benimseyebilir. Ama tuttuğu takımın sürekli galip gelmesini isteyen bir taraftar gibi dışladığı rakip gördüğü ideolojiyi mağlup etme gayesiyle hareket etmemelidir. O siyasetçinin işidir. Rakip ideolojiyi temsil edeni ya da benimseyeni kötülemek de aynı şekilde. Bu bağlamda siyaset bilimci, 1958’de Lübnan yönetimin darbeyle devrilme endişesiyle iktidarını kaybetmemek için ABD’den askeri müdahale talep etmesini hangi değişkenlerle değerlendiriyorsa, 1979’da, iki devlet arasında 1 yıl önce imzalanmış antlaşmaya dayanarak sosyalist iktidarı korumak ve ona yönelik ayaklanmayı bastırmak amacıyla SSCB’nin Afganistan’a girmesini de aynı değişkenlerle değerlendirmelidir. Zira iki olay da takdir edilmelidir ki siyahla beyaz kadar birbirinden farklı şeyler değildir. Temelde iki eylemin amacı da aynıdır.
Siyasetçi, tıpkı bir yönetmenin veya senaristin bir dizide veya filmde istediği karakteri iyi ya da kötü role büründürüp izleyenlerde o yönde bir algının oluşmasını sağlaması gibi toplumsal olay ve olgularla ilgili yönlendirici olabilmektedir. Siyaset bilimci ise tek doğrunun olmadığı bilinciyle en mantıklı analizi yapan ve toplumu aydınlatıcı bir rol üstlenen kişidir. Bu da, onda bulunması gereken nesnellik ilkesinin üçüncü boyutunu oluşturmaktadır. Örneğin, siyasetçi Ahmet Davutoğlu emperyalist bir bakış açısıyla şöyle söyleyebilir:
“Türkiye olarak bundan sonra da Orta Doğu’da değişim dalgasını yöneteceğiz. Bu değişim dalgasının öncüsü olmaya devam edeceğiz. Bütün Orta Doğu toplumlarında Türkiye sadece dost ve kardeş ülke olarak değil, geleceği belirleme fikrine sahip yeni bir fikrin, yeni bölgesel düzenin öncüsü ülke olarak görülmektedir..”[3]
Ama siyaset bilimci/akademisyen Ahmet Davutoğlu ya bu ifadenin altını mantıksal çıkarımlarla dolduran ya da bu konuşmadan kısa bir süre önce Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu’nun (USAK) yaptığı şu analizlere katılarak bunu söylemekten vazgeçen kişidir ya da olmalıdır.
“Türkiye’nin hangi değerler üzerinden bir ‘rol model’ ya da ‘imrenilecek ülke’ konumunda olduğu hususu oldukça tartışmalıdır. Türkiye’nin Ortadoğu’ya yönelik dış politikasında hangi değerleri projekte ettiği ve nasıl bir ‘rol tanımı’ içinde olduğu yeterince net değildir. Üstelik muğlak da olsa uygulanan politika, Türkiye’de iç siyasetin aşırı kutuplaştırıcı etkisi nedeni ile sistematik olmaktan uzaktır.. Türkiye’nin iç siyasette toplumsal uzlaşma oluşturamaması ve Kürt sorunu gibi yapısal meselelerin çözümüyle ilgili kararlı adımların atılamaması dış politikada çelişkili hamleleri ve verimsiz tartışmaları beraberinde getirmektedir.. Bölgesel aktörlerin, küçük ya da büyük, Türkiye’nin takipçisi olduğu söylenemez. Türkiye’ye gösterilen ilginin bu açıdan şimdilik ‘kuru sempati’ düzeyinde kaldığı görülmektedir. Yapılacak hatalar ya da bazı söylem ve politikaların Arap dünyasındaki muhataplar tarafından yanlış anlaşılması Türkiye’ye yönelik teveccühü hızlı bir şekilde eritebilme ihtimalini barındırmaktadır..”[4]
Sonuç olarak, siyaset biliminde (ve temelde sosyal bilimlerin genelinde) tutarlılık/insicamlılık ve nesnellik önemlidir. Bu ilkeler, yalnızca bilimde doğruya, kesine ulaşma, bilim adamının adaletli bir araştırma yapması açısından bir gereklilik değildir. Aynı zamanda sosyal bilimlerin ve sosyal bilimcilerin itibarının ve güvenilirliğinin artmasına da katkı sağlayacaktır. Siyaset bilimci bilimle uğraşmalı, siyaseti siyasetçiye bırakmalıdır.
Umut Bekcan
Doktora Öğrencisi, Ankara Üniversitesi ve Araştırma Görevlisi, Pamukkale Üniversitesi
(http://researchturkey.org/?p=1744&lang=tr)
[1] Türkiye-Suriye ilişkileri bozulduktan sonra, ‘daha bizden’ bir isim olan Esad yerine tepki ve düşmanlık belirtmek amacıyla kullanılmaktadır. ‘Kardeş’ olan Esad’dı. Esed ise ‘düşman’dır.
[2] Rusça orijinal ifade выход к теплому морю (vıhod k teplomu moryu) şeklindedir. Bu ifadenin dilbilgisi ve anlam olarak Türkçe karşılığı ‘sıcak denize çıkış’, ‘sıcak denize kıyısı olmak’tır. Bu, tıpkı evin penceresinin ormanı/denizi görmesi gibi, I. Petro’nun Peterburg’u kurduktan sonra прорубил окно в Европу (prorubil okno v Yevropu-Avrupa’yı gören bir delik/pencere açtım) demesi gibi bir anlama sahiptir. İfadeye ‘açılma’, ‘inme’, ‘yayılma’ gibi bir anlam yüklemek doğru değildir. Kavram, Rusçada herhangi bir devletin denize kıyısı olup olmaması durumunu ifade etmek için sıkça kullanılır.
[3] Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu bu sözleri 26 Nisan 2012 tarihinde TBMM’de, Türkiye’nin Suriye politikasıyla ilgili yaptığı konuşmada sarfetmiştir. “Ortadoğu’da Değişimi Yöneteceğiz”, <http://siyaset.milliyet.com.tr/ortadogu-da-degisimi-yonetecegiz/siyaset/siyasetdetay/27.04.2012/1533209/default.htm> (20.06.2012).
[4] Osman Bahadır Dinçer ve Mustafa Kutlay’ın hazırladığı “USAK Dış Politika Kapasite Raporu: “Türkiye’nin Ortadoğu’daki Güç Kapasitesi: Mümkünün Sınırları” adlı raporun geniş özeti için bkz: <http://www.usakgundem.com/haber/72386/usak-d%C4%B1%C5%9F-politika-kapasite-raporu-%E2%80%9Ct%C3%BCrkiye%E2%80%99nin-ortado%C4%9Fu%E2%80%99daki-g%C3%BC%C3%A7-kapasitesi-m%C3%BCmk%C3%BCn%C3%BCn-s%C4%B1n%C4%B1rlar%C4%B1%E2%80%9D.html> (20.06.2012).
*karikatür: Katia Fouquet – New York Times Gazetesi’nde yayınlandığı haliyle
YORUM YAZIN