Ertuğrul Mavioğlu: Tasmalıysa Eğer, Gazeteci Değildir
Gazeteci kitaplarının ve gazetecilik üzerine kitapların ardı ardına yayımlandığı bir dönemdeyiz. Yazdıklarından dolayı tutuklanan, siyasi nedenlerle işten çıkarılan gazeteci sayısının bunca çok olduğu bu dönemde, objektiflerin medya-iktidar ilişkilerine çevrilmesi de çok olağan. “Cenderedeki Medya, Tenceredeki Gazeteci” de siyasal iktidarın medyayı nasıl zapturapt altına aldığını anlatan kitaplardan biri ama herhangi biri değil… Zira yazarı Ertuğrul Mavioğlu da herhangi bir gazeteci değil. Gazetecilik mesleğinin onurunu hep yukarıda tutmuş, bu mesleğin kendine özgü deformasyonlarından uzak kalmayı başarmış bir isim. Radikal gazetesinde birlikte çalışma şansı da bulduğum Ertuğrul Ağabey’le, kitaptan yola çıktık ve “can çekişen” mesleğimizin hal-i pürmelalini konuştuk. Ortaya pek iç açıcı olmasa da epey çarpıcı bir manzara çıktı.
“Kitabın adından başlayalım. Cenderedeki medyayı anladım da, tenceredeki gazeteci de nereden çıktı? Sadece uyaklı bir söz oyunu olduğu için mi?”
“Gazetecilik mesleği bir mutfak işi olarak algılanır. Ben yemeği yaparken tencerenin içine düşen gazeteciden bahsediyorum. Bir metafor elbette bu. Cenderedeki gazetecilik derken de gazeteciliğin iktidarın cenderesi altında olduğundan bahsediyorum. Kitabın kapağında da mengeneyle sıkıştırılmış bir gazete var. Hangi gazete olduğunun hiçbir önemi yok çünkü hepsi cenderede.”
“Daha kitabın önsözünde yer verdiğiniz bir metafor daha var. Tasma metaforu. Sizin kitabınızın çıktığı günlerde Başbakan da bu metaforu kullandı ve ciddi bir olay oldu.”
“Benim kitap çıktıktan yaklaşık 20 gün sonra Başbakan o konuşmayı yaptı. Açıkça söylemek gerekirse Başbakan’ın yaptığı, bir metaforun tersine çevrilmesiydi. Ben tabii ki, gazetecilere köpek falan demiyorum. Ben bütün olarak medyanın işleyişi için köpek benzetmesini yaptım. Başbakan bunu tersine çevirip ‘tasma takan gazeteciler’ diye kullandı. Tasmalıysa eğer gazeteci değildir bunu söylemek lazım. Ama açık söylemek gerekirse medyanın da tasmasızı olmaz mülk sahipliğinden dolayı. ‘Medyanın köpek olduğunu ispatlayabilirim’ derken aslında medyanın genleriyle oynanması metaforunu kullandım. Mustafa Sönmez, mesela medyayı silaha benzetiyor. Yakın metaforlar ama benimki daha organik bir şey... Sadece birinin tetiği çekmesi biçiminde değil kokusunu da alıp saldırması anlamında. Medya denen şey patronun vur dediğini vuran bir silah değil. Medya, ürettiği reflekslerle kendi kendine de hareket eden ama nedense hep iktidarın, büyük sanayinin, medya patronlarının sevmediklerine saldıran bir organizma...”
“Önsöz’de ‘gerçeğin bekçi köpeği’ diye bir tanımlama var gazetecilik için. Ertuğrul Özkök de Hürriyet’te bir yazı yazdı sizin kitabınızla ilgili ve ‘Ben de gerçeğin bekçi köpeğiyim, karşıdan tehlikenin de geldiğini görüyorum.“Peki niye bağırmıyorsun” diye sorarsanız, ah şu farenjit olmasa’ diye yazdı. Nedir bu farenjit sizce?”
“Farenjit, Ertuğrul Özkök’ün köşesini devam ettirme hastalığıdır. Bakın, Doğan grubuyla hükümet arasındaki ilişkiler, bir sertliğin ardından belli bir süre sonra yumuşadı. Doğan grubu çok ağır bir vergi cezasına tabi tutulmuştu. Bu vergi cezası sonrasında epey düşürüldü. Aynı sürece düşen olgu ise Aydın Doğan’ın sektörde küçülme kararı alması ve bunu uygulamaya geçirmesidir. Bu da alttan alta yapılmış bir uzlaşmayı gösteriyor. Bu uzlaşmanın içinde kimler rol aldı bilmiyorum ama farenjit, bu uzlaşmanın ağır bedellerinden biridir. Çizilen sınırları gösterir.”
“Önsöz’ün ardından gelen Giriş bölümünün başlığı; ‘Manşetlerle Savaş’. Erdoğan’ın ‘Biz manşetlerle savaşa savaşa geldik’ sözüne atıfta bulunuyorsunuz. Gerçekten de manşetlerle savaştı mı Erdoğan? Bu savaş ne kadar sürdü?”
“2002 seçiminden önce Doğan grubu, Doğuş grubu vs. tarafından AKP’ye karşı bir muhalefet yürütüldü gerçekten. Hatta CHP desteklendi. CHP’yi daha çok gösterdiler, CHP’nin plan ve projelerini desteklediler ama seçimi kazandıktan sonra AKP’ye ilk destek veren Sabancı’dır. Kaldı ki şu gerçeği asla unutmamak lazım, bir parti seçim kazanabilecek bir seçim organizasyonuna giriyorsa bunun arkasında hiç de küçük olmayan bir sermaye gücü var demektir. 12 Eylül’den sonra kurulan ilk partiler MDP, ANAP ve Halkçı Parti’ydi. Çok komik bir şekilde bir sonraki dönem çok büyük yatırımlar yapan ENKA’nın yönetim kurulunun altı üyesi, ikişer ikişer bu üç partinin yönetim kurullarındaydı. Her üç partide de varlar. Kimin seçildiğinin çok önemi yok. Her dönemde kimin iktidara geleceğiyle ilgili beklentisi olan büyük sermayedarlar vardır ve bunlar asla yanlış ata oynamaz. Sokaktaki insan hep yanlış ata oynar da, büyük sermayedar asla yanlış ata oynamaz. O yüzden hükümetleri indirip bindiren sanıldığı gibi medya değildir, hep büyük sermayedir. Ben o yüzden kitapta bir numaraya şirketi koydum.”
“Evet, Giriş’in ardından kitabın ilk bölümü geliyor ve adı ‘Şirket’. Burada medya ve basın kavramları arasında bir ayrım yapıyorsunuz. Nedir bu ayrım?”
“Tabii orada kesin bir fark var. Basın plazalara girdi ve medya haline dönüştü. Teknoloji çok gelişti, yatırım alanları çok masraflı hale dönüştü. Küçüklerin giremediği bir alan haline geldi medya. Mesela bazı televizyonlar, kendi içlerinde haber üretmekte, program üretmekte çok zorlanıyorlar çünkü çok pahalı işler… Bu kadar pahalı bir alana büyük sermayedar niye yatırım yapar sorusundan başlamak lazım işe. ‘Medya niye köpektir’ sorusunun yanıtı burada.”
“Niye?”
“Büyük sermayeden finans, enerji, altyapı alanlarında yatırım yapanlar aynı zamanda medyaya da yatırım yapıyor. Tabii medya sahipliğinin karmaşık bir yapısı var. Sadece gazete ve televizyon sahibi olmak değil, aynı zamanda reklam akışını kontrol etmek de bir medya sahipliği biçimidir. Sabancı’lar, Koç’lar bu işin içinde görünürde yoklar ama Türkiye’nin en büyük reklam verenleri bunlar. Kritik alanlarda yatırım yapanlar ya doğrudan doğruya medyanın sahibidir ya da medyayı kullanacak güce sahiptir. Bu kritik alanlar devletle, hükümetle yakın ilişki gerektiren alanlar. Reklam olarak tahsil edemediğini, başka alanlardaki yatırım kolaylıkları olarak tahsil etmek amaç.”
“Öte yandan iktidar da medya patronlarını zaman zaman diğer yatırımları üzerinden sıkıştırmıyor mu?”
“Tabii Doğan grubuyla hükümet arasındaki kavgada Doğan grubu, bir rafineri yatırımı için girişimde bulunduğunda Erdoğan’ın ‘Hayır ben orayı Çalık’a söz verdim’ demesi tam da böyle bir anlam taşıyor. Veyahut bütün yasal zorunlulukları yerine getiren Doğuş grubuna hükümetten talep ettiği karasal yayınla ilgili engel çıkarılması ve bu engelin sebebi araştırmaya koyulduğunda AKP kurmaylarının, ‘Ama siz Sayın Erdoğan’ı canlı yayına çıkarmıyorsunuz’ demesi... Tam tersinden de eğer ki hükümetle savaşı göze almış bir sanayici varsa –ki artık kalmadı öyle bir sanayici– o sanayici de direkt kendi medya araçlarını kullanarak saldırıyor. O yüzden Erdoğan, ‘Aydın Doğan’ın acısı Hilton’dan’ deyiverdi.”
“‘Şirket’ bölümünün ardından gelen bölümün başlığı ‘Gazeteci’... Siz 80’lerin, 90’ların gazeteciliğini de iyi biliyorsunuz. O dönemlerde de iktidar-basın ilişkileri güllük gülistanlık değildi herhalde?”
“Kitapta zaten ne 80’ler, ne 70’ler, ne 50’ler hiçbiri olumlanmıyor. Temel farklılığı şöyle anlatayım; kritik dönemler açısından mesela 12 Eylül’de medya, tam bir ‘sustalı maymun’a çevrilmişti. Ne demek bu sustalı maymun? ‘Emir basını’ denen gazetecilik biçiminde yürütülüyordu işler. Fakat sonraki süreç içinde medyada bir farklılaşma ortaya çıkıyor. Farklılaşmanın ortaya çıkması, cuntanın etkisinin azalmaya başlamasını ifade ediyor… Bu kez de 90’ların başlarında, Kürt hareketine karşı gerçekleştirilen yoğun saldırılar var. Bu saldırılar karşısında medyanın onurlu bir duruş sergilediğini söylemek abesle iştigal olur. 12 Eylül’de zapturapt altına alınmış gazeteciler, eğer ki aradan 10 yıl geçtikten sonra artık sansür uygulanmıyor, artık bir asker kapımızı çalıp, önümüze kâğıt koyup ‘bunu yazacaksınız’ demiyor diye seviniyorlarsa ama yine yazmamaları gereken şeyleri yazmamaya devam ediyorlarsa işte bu daha vahim bir durum ortaya çıkarıyor. Demek ki canavar uysallaştırılmış. Kime hırlaması, kime hırlamaması gerektiği öğrenilmiş. Bu oto-sansür mekanizmasının doğuşudur.”
“AKP döneminin farkı nedir?”
“Bu dönemde tek parti yönetiminin yarattığı blok baskıyla karşı karşıya medya… Özellikle AKP’nin ilk beş yılı sonrasında, medya egemenliği de zirve yaptı. Zaten duruma bir bakalım. Yargıda, poliste, hapishanelerde egemenliği sağlamış, orduyu teslim almış, sanayiciyi zapturapt altına almış… Hangi sanayi sektöründe kimin ne yatırım yapabileceğine karar verir duruma gelmiş, herkes ona sormaya başlamış. Hatta kitapta örneği var, Sabah ve ATV’nin satışa çıkarılması sonrasında Murdoch, Çalık’la görüşmek yerine Erdoğan’la görüştü, gerçek patron o diye. Her alanda kesinkes hegemonya kurmuş bir güç, medya alanında bunu kurmayacak, böyle bir şey olabilir mi? Zaten sanayiciyi ele geçirdiğin zaman doğrudan doğruya kendi adına kullanabileceğin bir medya da üretmiş oluyorsun.”
“AKP’nin ilk dönemiyle ikinci ve üçüncü dönemi arasında da bir fark yok mu?”
“Şöyle bir ayırım var tabii, 2002 yılında iktidara geldikten sonra AKP kendi medyasını yaratmak için harekete geçti fakat 2007 sonrasında bundan vazgeçti, çok pahalı bir iş. Onun yerine başka olanakları ve ilişkileri kullanarak geri kalan medyayı teslim almayı tercih ettiler. Doğan grubunu, Karamehmet’i, Ciner’i… Ciner de acısını çekti bunun, kendisi para kaybederek çekti, öbür tarafta Uzan’lar, Dinç Bilgin’ler… Bunlar tasfiye edilirken diğerleri bakıp bir şeyler öğreniyorlardı. Para kaybeden sermayedardan ders almamış başka sermayedar ahmaktır. ‘Nasıl olsa sıra bana gelmez’ diye izlemez, ‘sıra bana gelir’ diye izlemeye başlar ve buna neden olabilecek şeyleri temizler. Ancak o kadar korkak sermayedarlarımız var ki, bu teslimiyet inanılmaz bir boyuta vardı. Bir patronu patron yapan kiminle çalıştığına karar vermesidir. Patronluk budur, çünkü maaşını ben veriyorum bunun. Dönemin en ayırt edici özelliklerinden bir tanesi artık hangi haber merkezinde kimin borusunun öteceğine iktidar karar vermeye başladı ve ne talihsizliktir ki bugüne kadar hiçbir yıldız gazeteci üretmemiş olan Zaman, Samanyolu gibi yerler oluşturdu kadro kaymağını.”
“Gazetecilik profiline dair saptamalar yapıyorsunuz. ‘Talimata gerek kalmaması, darbe yıllarının sustalı döneminden daha da kötü’ diyorsunuz. Zaman içinde ne değişti gazeteci profilinde?”
“Aslında hep böyleydi. Okuldan yeni mezun olmuş bir muhabirin bir süre sonra şöyle cümleler sarf etmesi gazetelerde veya televizyonlarda işlerin nasıl yürüdüğünün zaten başlı başına çok tipik göstergesi: ‘Bize okulda hiçbir şey öğretmemişler.’ İletişim fakülteleri var, burada çok iyi hocalar çalışıyor. Çok iyi öğretim üyeleri var, etüt dersleri var ama stajyer muhabir bir süre orada çalıştıktan sonra hiçbir şey öğrenmediğini söylüyor. Bunun karşılığı şudur: Türkiye’de –veya dünyanın her yerinde muhtemelen böyledir– iletişim teorisiyle ilişkisi olmayan bir gazetecilik pratiği var. Tamamen kendi içinde kırmızı çizgileri olan, oto-sansüre yönlendiren, sipariş gazeteciliğini öne çıkaran, ‘bakılamaz ve yapılamaz’ işlerin ve haberlerin sayısının inanılmaz derecede fazla olduğu bir ortamdan bahsediyoruz. O yüzden borsa yükseldiğinde ‘çok iyi’ diye yazar gazeteler. O yüzden yoksulların nasıl yaşadığıyla hiç ilgilenmez; yoksulları haber yapacaksa yardım derneklerini harekete geçirmek için yapar ve yoksulların üzerini örter bu haberlerle; sistemi aklar.”
“Okulundan yeni mezun olmuş idealist bir gazetecinin bu çarka uyum sağlama süreci nasıl işliyor?”
“Bu illa Banu Güven’in Başbakan Erdoğan’a yazdığı mektupta anlattığı gibi bir televizyon kanalı ya da gazetenin yöneticilerinin çalışanlarına nelerin yapılması veya nelere dokunulmaması gerektiğiyle ilgili brifing vermesi şeklinde olmak zorunda değil. Ya şunu yapmasan iyi olurdu’ diyerek, yüzünü ekşiterek... ‘Nelerle uğraştığımı biliyor musun’ diyerek. Bunu çalıştığımız her dönemde, karşı olsak da reddetsek de gördük. Bildik ki yayın yönetmenimiz fırça yemiş, yayın yönetmenimize bunları yapmaması gerektiği konusunda söz söylenmiş. Açıktan sayfadan haberlerin uçurulduğuna tanık olduk. Bu tanıklıklar bir süre sonra yazı işleri müdürlerinde, editörlerde ‘netameli şeylere hiç dokunmasak’ tavrına neden olur. İşte o tavır refleksin oluştuğu, yani gazetecinin tencerenin içine yuvarlanıp piştiği aşamadır. O pişme aşaması en tehlikeli aşamadır, direnen gazeteci kalmaz. Varsa bile bir şekilde haberleri kullanılmaz, yüz verilmez. Bir gazeteci, imzası çıkmıyorsa, haberleri yayımlanmıyorsa, bir süre sonra kendi istediği değil, kendisinden istenen haberlere yönelecektir. Ne yapacak bu adam? Maaşı belki bir-iki ay daha ödeniyor ama üçüncü ay belli ki kapı önüne konacak.”
“Kendisinden önce kapı önüne konanları da görüyor tabii...”
“‘Falanca işten atıldı.’ Herkes o işten atılmanın gerçek nedenini bilir ama arkasından derler ki ‘çok huysuzdu o’. Akli sebepler aranır ve bulunur. Fakat herkes içten içe onun neden işten çıkarıldığını bilir. Bu her gazeteci üzerinde öğretici bir etki yaratır. Bazı metinlerde gazetecilik kutsanıyor ya, işte ‘gerçeğin bekçi köpeği’, ‘güç odaklarına karşı koyan kişi’, ‘ayağından vurulsa bile kahramanca direnen kişi’… Bunların hiçbir akli tarafının bulunmadığını gazetede yazı işlerinde oturarak net olarak görüyorsunuz. İşsiz kalmayı göze almayan bir gazeteci, gazetecilik yapmasın. İşsiz kalmayı göze alamayan gazeteci, haberine sahip çıkamayan, haberini savunamayan gazetecidir. Yazı işleri masasında haber tartarken, hangi haber daha önemli sorusunun cevabını doğru vermeyen gazetecidir. Hep şöyle bakar, yayın yönetmeni hangi rüzgârı estiriyor. Yalar parmağını, havaya tutar, rüzgârı hisseder ve ona göre konuşur.”
“Kitabın üçüncü bölümü ‘Haber’ başlığını taşıyor ve burada daha önce olmayan, bu dönemde tanıştığımız bir olgudan bahsediyorsunuz. Emniyetin basın bülteni hazırlaması, polisin basınla ilişkisi önceden de vardı ama bu biraz farklı sanırım.”
“Geçmişte şöyle, bazı gazeteciler bilgilendirilirdi. Onlar sanki gaipten sesler duymuş gibi, bir şekilde yazı işleri masalarında bu hikâyeleri anlatırdı. Şimdi işler daha sofistike bir hal aldı. Emniyet haber formatında bültenler hazırlıyor, hatta bunun televizyon versiyonları da var. Kurgulanmış filmler; perfore alanı bırakılmış, spikere okut, al televizyonda yayınla… İtibarsızlaştırma operasyonları bu bültenlerle yapılıyor. Henüz haklarında dava açılmamış insanlar kesin ifadelerle suçlu gösteriliyor. ‘Orhan Pamuk’a suikast düzenlenecekti’ diye bir haber. Hatırlayanınız var mı bu haberin sonrasında ne oldu? Ne öyle bir suçlama var, ne öyle bir insan yargılanıyor. ‘Uçaklar düşürülecek, Fatih Cami bombalanacak...’ Çok net cümleler, çok kesin bilinen hikâyelermiş gibi ama bir süre sonra bir bakıyorsunuz ki ne orayı bombalayacak olan var, ne suikast düzenleyecek... Esas amaç yerine getirilmiş oluyor tabii…”
“Kitap sonunda bir de çıkış yolu öneriyorsunuz. ‘Başka bir medya’ diye bir bölüm, bir ütopya var. Almanya’daki Tageszeitung gibi bir kooperatif öneriyorsunuz. Bunun gerçekleşme şansını görüyor musunuz Türkiye’de?”
“Hani karıncaya ‘Hacca gidemezsin’ demişler de ‘Olsun yolunda ölürüm’ demiş ya… Bizimki de o hesap aslında… Bir grup arkadaşımızla birlikte, 2001’den beri hayalimiz bu bizim. 2012 koşullarında, bunun daha gerçekleşebilir hale geldiğini düşünüyorum. Şu güne kadar ‘hep otur yerine’ dediğimiz bir nokta çıktı: ‘Bu büyük sermayenin alanıdır, otur yerine, bu pahalı bir iştir, yapma vazgeç, boşa kürek çekme…’ Kendi kendimizi engellediğimiz ve çevremizdeki herkes tarafından da engellendiğimiz bir terbiye almış vaziyetteyiz çoktan beri. Biz şimdi bir grup arkadaşımla birlikte ‘ya tersi doğruysa’yı yapmaya çalışıyoruz. Denenmemiş yolun denenmesi gerektiğine inanıyoruz. Bağımsız habercilik yapabilecek bir zemin üretmenin yolu sermayeyi çok daha geniş bir tabana yaymaktır. Tabii böyle bir şeyi hayata geçirmek için Türkiye şartlarında en az 15 bin civarında insanın ‘evet, başka bir yol yok, ben de taşın altına elimi koyuyorum’ demesi lazım.”
Röportaj: Meriç Şenyüz/Remzi Kitap dergisi
“Kitabın adından başlayalım. Cenderedeki medyayı anladım da, tenceredeki gazeteci de nereden çıktı? Sadece uyaklı bir söz oyunu olduğu için mi?”
“Gazetecilik mesleği bir mutfak işi olarak algılanır. Ben yemeği yaparken tencerenin içine düşen gazeteciden bahsediyorum. Bir metafor elbette bu. Cenderedeki gazetecilik derken de gazeteciliğin iktidarın cenderesi altında olduğundan bahsediyorum. Kitabın kapağında da mengeneyle sıkıştırılmış bir gazete var. Hangi gazete olduğunun hiçbir önemi yok çünkü hepsi cenderede.”
“Daha kitabın önsözünde yer verdiğiniz bir metafor daha var. Tasma metaforu. Sizin kitabınızın çıktığı günlerde Başbakan da bu metaforu kullandı ve ciddi bir olay oldu.”
“Benim kitap çıktıktan yaklaşık 20 gün sonra Başbakan o konuşmayı yaptı. Açıkça söylemek gerekirse Başbakan’ın yaptığı, bir metaforun tersine çevrilmesiydi. Ben tabii ki, gazetecilere köpek falan demiyorum. Ben bütün olarak medyanın işleyişi için köpek benzetmesini yaptım. Başbakan bunu tersine çevirip ‘tasma takan gazeteciler’ diye kullandı. Tasmalıysa eğer gazeteci değildir bunu söylemek lazım. Ama açık söylemek gerekirse medyanın da tasmasızı olmaz mülk sahipliğinden dolayı. ‘Medyanın köpek olduğunu ispatlayabilirim’ derken aslında medyanın genleriyle oynanması metaforunu kullandım. Mustafa Sönmez, mesela medyayı silaha benzetiyor. Yakın metaforlar ama benimki daha organik bir şey... Sadece birinin tetiği çekmesi biçiminde değil kokusunu da alıp saldırması anlamında. Medya denen şey patronun vur dediğini vuran bir silah değil. Medya, ürettiği reflekslerle kendi kendine de hareket eden ama nedense hep iktidarın, büyük sanayinin, medya patronlarının sevmediklerine saldıran bir organizma...”
“Önsöz’de ‘gerçeğin bekçi köpeği’ diye bir tanımlama var gazetecilik için. Ertuğrul Özkök de Hürriyet’te bir yazı yazdı sizin kitabınızla ilgili ve ‘Ben de gerçeğin bekçi köpeğiyim, karşıdan tehlikenin de geldiğini görüyorum.“Peki niye bağırmıyorsun” diye sorarsanız, ah şu farenjit olmasa’ diye yazdı. Nedir bu farenjit sizce?”
“Farenjit, Ertuğrul Özkök’ün köşesini devam ettirme hastalığıdır. Bakın, Doğan grubuyla hükümet arasındaki ilişkiler, bir sertliğin ardından belli bir süre sonra yumuşadı. Doğan grubu çok ağır bir vergi cezasına tabi tutulmuştu. Bu vergi cezası sonrasında epey düşürüldü. Aynı sürece düşen olgu ise Aydın Doğan’ın sektörde küçülme kararı alması ve bunu uygulamaya geçirmesidir. Bu da alttan alta yapılmış bir uzlaşmayı gösteriyor. Bu uzlaşmanın içinde kimler rol aldı bilmiyorum ama farenjit, bu uzlaşmanın ağır bedellerinden biridir. Çizilen sınırları gösterir.”
“Önsöz’ün ardından gelen Giriş bölümünün başlığı; ‘Manşetlerle Savaş’. Erdoğan’ın ‘Biz manşetlerle savaşa savaşa geldik’ sözüne atıfta bulunuyorsunuz. Gerçekten de manşetlerle savaştı mı Erdoğan? Bu savaş ne kadar sürdü?”
“2002 seçiminden önce Doğan grubu, Doğuş grubu vs. tarafından AKP’ye karşı bir muhalefet yürütüldü gerçekten. Hatta CHP desteklendi. CHP’yi daha çok gösterdiler, CHP’nin plan ve projelerini desteklediler ama seçimi kazandıktan sonra AKP’ye ilk destek veren Sabancı’dır. Kaldı ki şu gerçeği asla unutmamak lazım, bir parti seçim kazanabilecek bir seçim organizasyonuna giriyorsa bunun arkasında hiç de küçük olmayan bir sermaye gücü var demektir. 12 Eylül’den sonra kurulan ilk partiler MDP, ANAP ve Halkçı Parti’ydi. Çok komik bir şekilde bir sonraki dönem çok büyük yatırımlar yapan ENKA’nın yönetim kurulunun altı üyesi, ikişer ikişer bu üç partinin yönetim kurullarındaydı. Her üç partide de varlar. Kimin seçildiğinin çok önemi yok. Her dönemde kimin iktidara geleceğiyle ilgili beklentisi olan büyük sermayedarlar vardır ve bunlar asla yanlış ata oynamaz. Sokaktaki insan hep yanlış ata oynar da, büyük sermayedar asla yanlış ata oynamaz. O yüzden hükümetleri indirip bindiren sanıldığı gibi medya değildir, hep büyük sermayedir. Ben o yüzden kitapta bir numaraya şirketi koydum.”
“Evet, Giriş’in ardından kitabın ilk bölümü geliyor ve adı ‘Şirket’. Burada medya ve basın kavramları arasında bir ayrım yapıyorsunuz. Nedir bu ayrım?”
“Tabii orada kesin bir fark var. Basın plazalara girdi ve medya haline dönüştü. Teknoloji çok gelişti, yatırım alanları çok masraflı hale dönüştü. Küçüklerin giremediği bir alan haline geldi medya. Mesela bazı televizyonlar, kendi içlerinde haber üretmekte, program üretmekte çok zorlanıyorlar çünkü çok pahalı işler… Bu kadar pahalı bir alana büyük sermayedar niye yatırım yapar sorusundan başlamak lazım işe. ‘Medya niye köpektir’ sorusunun yanıtı burada.”
“Niye?”
“Büyük sermayeden finans, enerji, altyapı alanlarında yatırım yapanlar aynı zamanda medyaya da yatırım yapıyor. Tabii medya sahipliğinin karmaşık bir yapısı var. Sadece gazete ve televizyon sahibi olmak değil, aynı zamanda reklam akışını kontrol etmek de bir medya sahipliği biçimidir. Sabancı’lar, Koç’lar bu işin içinde görünürde yoklar ama Türkiye’nin en büyük reklam verenleri bunlar. Kritik alanlarda yatırım yapanlar ya doğrudan doğruya medyanın sahibidir ya da medyayı kullanacak güce sahiptir. Bu kritik alanlar devletle, hükümetle yakın ilişki gerektiren alanlar. Reklam olarak tahsil edemediğini, başka alanlardaki yatırım kolaylıkları olarak tahsil etmek amaç.”
“Öte yandan iktidar da medya patronlarını zaman zaman diğer yatırımları üzerinden sıkıştırmıyor mu?”
“Tabii Doğan grubuyla hükümet arasındaki kavgada Doğan grubu, bir rafineri yatırımı için girişimde bulunduğunda Erdoğan’ın ‘Hayır ben orayı Çalık’a söz verdim’ demesi tam da böyle bir anlam taşıyor. Veyahut bütün yasal zorunlulukları yerine getiren Doğuş grubuna hükümetten talep ettiği karasal yayınla ilgili engel çıkarılması ve bu engelin sebebi araştırmaya koyulduğunda AKP kurmaylarının, ‘Ama siz Sayın Erdoğan’ı canlı yayına çıkarmıyorsunuz’ demesi... Tam tersinden de eğer ki hükümetle savaşı göze almış bir sanayici varsa –ki artık kalmadı öyle bir sanayici– o sanayici de direkt kendi medya araçlarını kullanarak saldırıyor. O yüzden Erdoğan, ‘Aydın Doğan’ın acısı Hilton’dan’ deyiverdi.”
“‘Şirket’ bölümünün ardından gelen bölümün başlığı ‘Gazeteci’... Siz 80’lerin, 90’ların gazeteciliğini de iyi biliyorsunuz. O dönemlerde de iktidar-basın ilişkileri güllük gülistanlık değildi herhalde?”
“Kitapta zaten ne 80’ler, ne 70’ler, ne 50’ler hiçbiri olumlanmıyor. Temel farklılığı şöyle anlatayım; kritik dönemler açısından mesela 12 Eylül’de medya, tam bir ‘sustalı maymun’a çevrilmişti. Ne demek bu sustalı maymun? ‘Emir basını’ denen gazetecilik biçiminde yürütülüyordu işler. Fakat sonraki süreç içinde medyada bir farklılaşma ortaya çıkıyor. Farklılaşmanın ortaya çıkması, cuntanın etkisinin azalmaya başlamasını ifade ediyor… Bu kez de 90’ların başlarında, Kürt hareketine karşı gerçekleştirilen yoğun saldırılar var. Bu saldırılar karşısında medyanın onurlu bir duruş sergilediğini söylemek abesle iştigal olur. 12 Eylül’de zapturapt altına alınmış gazeteciler, eğer ki aradan 10 yıl geçtikten sonra artık sansür uygulanmıyor, artık bir asker kapımızı çalıp, önümüze kâğıt koyup ‘bunu yazacaksınız’ demiyor diye seviniyorlarsa ama yine yazmamaları gereken şeyleri yazmamaya devam ediyorlarsa işte bu daha vahim bir durum ortaya çıkarıyor. Demek ki canavar uysallaştırılmış. Kime hırlaması, kime hırlamaması gerektiği öğrenilmiş. Bu oto-sansür mekanizmasının doğuşudur.”
“AKP döneminin farkı nedir?”
“Bu dönemde tek parti yönetiminin yarattığı blok baskıyla karşı karşıya medya… Özellikle AKP’nin ilk beş yılı sonrasında, medya egemenliği de zirve yaptı. Zaten duruma bir bakalım. Yargıda, poliste, hapishanelerde egemenliği sağlamış, orduyu teslim almış, sanayiciyi zapturapt altına almış… Hangi sanayi sektöründe kimin ne yatırım yapabileceğine karar verir duruma gelmiş, herkes ona sormaya başlamış. Hatta kitapta örneği var, Sabah ve ATV’nin satışa çıkarılması sonrasında Murdoch, Çalık’la görüşmek yerine Erdoğan’la görüştü, gerçek patron o diye. Her alanda kesinkes hegemonya kurmuş bir güç, medya alanında bunu kurmayacak, böyle bir şey olabilir mi? Zaten sanayiciyi ele geçirdiğin zaman doğrudan doğruya kendi adına kullanabileceğin bir medya da üretmiş oluyorsun.”
“AKP’nin ilk dönemiyle ikinci ve üçüncü dönemi arasında da bir fark yok mu?”
“Şöyle bir ayırım var tabii, 2002 yılında iktidara geldikten sonra AKP kendi medyasını yaratmak için harekete geçti fakat 2007 sonrasında bundan vazgeçti, çok pahalı bir iş. Onun yerine başka olanakları ve ilişkileri kullanarak geri kalan medyayı teslim almayı tercih ettiler. Doğan grubunu, Karamehmet’i, Ciner’i… Ciner de acısını çekti bunun, kendisi para kaybederek çekti, öbür tarafta Uzan’lar, Dinç Bilgin’ler… Bunlar tasfiye edilirken diğerleri bakıp bir şeyler öğreniyorlardı. Para kaybeden sermayedardan ders almamış başka sermayedar ahmaktır. ‘Nasıl olsa sıra bana gelmez’ diye izlemez, ‘sıra bana gelir’ diye izlemeye başlar ve buna neden olabilecek şeyleri temizler. Ancak o kadar korkak sermayedarlarımız var ki, bu teslimiyet inanılmaz bir boyuta vardı. Bir patronu patron yapan kiminle çalıştığına karar vermesidir. Patronluk budur, çünkü maaşını ben veriyorum bunun. Dönemin en ayırt edici özelliklerinden bir tanesi artık hangi haber merkezinde kimin borusunun öteceğine iktidar karar vermeye başladı ve ne talihsizliktir ki bugüne kadar hiçbir yıldız gazeteci üretmemiş olan Zaman, Samanyolu gibi yerler oluşturdu kadro kaymağını.”
“Gazetecilik profiline dair saptamalar yapıyorsunuz. ‘Talimata gerek kalmaması, darbe yıllarının sustalı döneminden daha da kötü’ diyorsunuz. Zaman içinde ne değişti gazeteci profilinde?”
“Aslında hep böyleydi. Okuldan yeni mezun olmuş bir muhabirin bir süre sonra şöyle cümleler sarf etmesi gazetelerde veya televizyonlarda işlerin nasıl yürüdüğünün zaten başlı başına çok tipik göstergesi: ‘Bize okulda hiçbir şey öğretmemişler.’ İletişim fakülteleri var, burada çok iyi hocalar çalışıyor. Çok iyi öğretim üyeleri var, etüt dersleri var ama stajyer muhabir bir süre orada çalıştıktan sonra hiçbir şey öğrenmediğini söylüyor. Bunun karşılığı şudur: Türkiye’de –veya dünyanın her yerinde muhtemelen böyledir– iletişim teorisiyle ilişkisi olmayan bir gazetecilik pratiği var. Tamamen kendi içinde kırmızı çizgileri olan, oto-sansüre yönlendiren, sipariş gazeteciliğini öne çıkaran, ‘bakılamaz ve yapılamaz’ işlerin ve haberlerin sayısının inanılmaz derecede fazla olduğu bir ortamdan bahsediyoruz. O yüzden borsa yükseldiğinde ‘çok iyi’ diye yazar gazeteler. O yüzden yoksulların nasıl yaşadığıyla hiç ilgilenmez; yoksulları haber yapacaksa yardım derneklerini harekete geçirmek için yapar ve yoksulların üzerini örter bu haberlerle; sistemi aklar.”
“Okulundan yeni mezun olmuş idealist bir gazetecinin bu çarka uyum sağlama süreci nasıl işliyor?”
“Bu illa Banu Güven’in Başbakan Erdoğan’a yazdığı mektupta anlattığı gibi bir televizyon kanalı ya da gazetenin yöneticilerinin çalışanlarına nelerin yapılması veya nelere dokunulmaması gerektiğiyle ilgili brifing vermesi şeklinde olmak zorunda değil. Ya şunu yapmasan iyi olurdu’ diyerek, yüzünü ekşiterek... ‘Nelerle uğraştığımı biliyor musun’ diyerek. Bunu çalıştığımız her dönemde, karşı olsak da reddetsek de gördük. Bildik ki yayın yönetmenimiz fırça yemiş, yayın yönetmenimize bunları yapmaması gerektiği konusunda söz söylenmiş. Açıktan sayfadan haberlerin uçurulduğuna tanık olduk. Bu tanıklıklar bir süre sonra yazı işleri müdürlerinde, editörlerde ‘netameli şeylere hiç dokunmasak’ tavrına neden olur. İşte o tavır refleksin oluştuğu, yani gazetecinin tencerenin içine yuvarlanıp piştiği aşamadır. O pişme aşaması en tehlikeli aşamadır, direnen gazeteci kalmaz. Varsa bile bir şekilde haberleri kullanılmaz, yüz verilmez. Bir gazeteci, imzası çıkmıyorsa, haberleri yayımlanmıyorsa, bir süre sonra kendi istediği değil, kendisinden istenen haberlere yönelecektir. Ne yapacak bu adam? Maaşı belki bir-iki ay daha ödeniyor ama üçüncü ay belli ki kapı önüne konacak.”
“Kendisinden önce kapı önüne konanları da görüyor tabii...”
“‘Falanca işten atıldı.’ Herkes o işten atılmanın gerçek nedenini bilir ama arkasından derler ki ‘çok huysuzdu o’. Akli sebepler aranır ve bulunur. Fakat herkes içten içe onun neden işten çıkarıldığını bilir. Bu her gazeteci üzerinde öğretici bir etki yaratır. Bazı metinlerde gazetecilik kutsanıyor ya, işte ‘gerçeğin bekçi köpeği’, ‘güç odaklarına karşı koyan kişi’, ‘ayağından vurulsa bile kahramanca direnen kişi’… Bunların hiçbir akli tarafının bulunmadığını gazetede yazı işlerinde oturarak net olarak görüyorsunuz. İşsiz kalmayı göze almayan bir gazeteci, gazetecilik yapmasın. İşsiz kalmayı göze alamayan gazeteci, haberine sahip çıkamayan, haberini savunamayan gazetecidir. Yazı işleri masasında haber tartarken, hangi haber daha önemli sorusunun cevabını doğru vermeyen gazetecidir. Hep şöyle bakar, yayın yönetmeni hangi rüzgârı estiriyor. Yalar parmağını, havaya tutar, rüzgârı hisseder ve ona göre konuşur.”
“Kitabın üçüncü bölümü ‘Haber’ başlığını taşıyor ve burada daha önce olmayan, bu dönemde tanıştığımız bir olgudan bahsediyorsunuz. Emniyetin basın bülteni hazırlaması, polisin basınla ilişkisi önceden de vardı ama bu biraz farklı sanırım.”
“Geçmişte şöyle, bazı gazeteciler bilgilendirilirdi. Onlar sanki gaipten sesler duymuş gibi, bir şekilde yazı işleri masalarında bu hikâyeleri anlatırdı. Şimdi işler daha sofistike bir hal aldı. Emniyet haber formatında bültenler hazırlıyor, hatta bunun televizyon versiyonları da var. Kurgulanmış filmler; perfore alanı bırakılmış, spikere okut, al televizyonda yayınla… İtibarsızlaştırma operasyonları bu bültenlerle yapılıyor. Henüz haklarında dava açılmamış insanlar kesin ifadelerle suçlu gösteriliyor. ‘Orhan Pamuk’a suikast düzenlenecekti’ diye bir haber. Hatırlayanınız var mı bu haberin sonrasında ne oldu? Ne öyle bir suçlama var, ne öyle bir insan yargılanıyor. ‘Uçaklar düşürülecek, Fatih Cami bombalanacak...’ Çok net cümleler, çok kesin bilinen hikâyelermiş gibi ama bir süre sonra bir bakıyorsunuz ki ne orayı bombalayacak olan var, ne suikast düzenleyecek... Esas amaç yerine getirilmiş oluyor tabii…”
“Kitap sonunda bir de çıkış yolu öneriyorsunuz. ‘Başka bir medya’ diye bir bölüm, bir ütopya var. Almanya’daki Tageszeitung gibi bir kooperatif öneriyorsunuz. Bunun gerçekleşme şansını görüyor musunuz Türkiye’de?”
“Hani karıncaya ‘Hacca gidemezsin’ demişler de ‘Olsun yolunda ölürüm’ demiş ya… Bizimki de o hesap aslında… Bir grup arkadaşımızla birlikte, 2001’den beri hayalimiz bu bizim. 2012 koşullarında, bunun daha gerçekleşebilir hale geldiğini düşünüyorum. Şu güne kadar ‘hep otur yerine’ dediğimiz bir nokta çıktı: ‘Bu büyük sermayenin alanıdır, otur yerine, bu pahalı bir iştir, yapma vazgeç, boşa kürek çekme…’ Kendi kendimizi engellediğimiz ve çevremizdeki herkes tarafından da engellendiğimiz bir terbiye almış vaziyetteyiz çoktan beri. Biz şimdi bir grup arkadaşımla birlikte ‘ya tersi doğruysa’yı yapmaya çalışıyoruz. Denenmemiş yolun denenmesi gerektiğine inanıyoruz. Bağımsız habercilik yapabilecek bir zemin üretmenin yolu sermayeyi çok daha geniş bir tabana yaymaktır. Tabii böyle bir şeyi hayata geçirmek için Türkiye şartlarında en az 15 bin civarında insanın ‘evet, başka bir yol yok, ben de taşın altına elimi koyuyorum’ demesi lazım.”
Röportaj: Meriç Şenyüz/Remzi Kitap dergisi
YORUM YAZIN