Header Ads

Ahlak ve Ramazan

- yazı: GÜLAY TULASOĞLU -
Bir tür kendini koruma refleksi olarak batılılaşmak, batılı gibi görünmek dündü. Şimdi aynı refleks muhafazakârlaşmak, Sünni- Müslüman gibi görünmek, o çerçeveyi zorlamamak üzerinden yaşanıyor. Ramazanda ise bunun yoğunlaştırılmış hali ortaya çıkıyor.

Ramazan, herkesin -popüler deyişle- Sünni-Müslüman olduğunu ve oruç tuttuğunu önden kabul ederek sokağa çıktığımız bir ay. Din ve vicdan özgürlüğünün maalesef tek yöne işlediği; oruç tutma özgürlüğü. Oysa Müslüman toplumların kendi ateistlerine ihtiyacı var. Yaygın olduğu kültür içinden çıkan, müminlerle aynı toprağı, havayı ve suyu paylaşmış, cami etrafında oynamış ateistlere. Başka bir dini kültürden gelen ateistin Ramazan’da öğlen yediği köfte, akşam içtiği bira hiçbir Müslümanın din ve vicdan özgürlüğüne saygısının ölçüsü olmadığı gibi, başka olana tahammülünü sınayacak, toplumsal olarak yaşanabilme yeteneğinin sağlamasının yapılabileceği bir durum da değil. Ama aynı yerde ve kültürde birlikte büyüdüğü komşusunun akşam serinliğinde Ramazan’da içtiği bira, ölçü. Ama içimizdeki başkaya ne kadar dayanabiliriz?

Özgürlük sınırı
Birçok, ahlaki olanın özgürlüğe koyduğu sınır tanımının birleştiği nokta Oliver Wendell Holmes’in (1841-1937) cümlesinde şöyle özetleniyor: “Yumruğumu sallama hakkım başkasının burnunun başladığı yerde biter.” Bunun için “bizim dışımızda” bir “başkasının” olduğunu kabul etmemiz lazım ki, burnunu görebilelim. Herkesin Sünni-Müslüman olduğundan yola çıkarak adım attığımız sokakta ateistin ya da Sünni-Müslüman olmayanın olmadığını kabul ettiğimiz anda, onların varoluş hakkını da yok ediyoruz. Kimsenin olmadığından yola çıkılınca yumruk sallama hakkını sona erdirecek burun da yok sayılıyor. Başkasının yok sayıldığı yerde sallanan yumruk, bırakın başkasının burnuna yumruk indirmenin sorumluluğunun bilincine varmak ve suç bilinci oluşması, tersine ahlakiymiş gibi görünebiliyor. Asıl ahlaki sorun da burada başlıyor.

Mesela Ramazan olunca sorun karmaşık ama etik olanın ister istemez sınandığı bir düzlem oluyor. Ramazan’ın esası nefsi terbiye etmek olarak birçok alanı kapsasa da dışa sirayet eden en önemli hali, açlık ve dolayısıyla birinin yerken, diğerinin yememesi durumunun ortaya çıkabilmesi. Aç ve susuz birinin yanında yemenin insana yüklediği yük hiç de küçümsenecek bir yük değil ve en temel ahlaki meselelerden biri. Ancak açlık özgür iradeyle yapılan bir “tercih”. Daha iyi bir dindar olmanın şartı olarak yaşandığı yerde de bu böyle midir? Yani Ramazanda. Sorunu daha karmaşık hale getirip bu soruyu sormayı meşrulaştıran en önemli saiklerden biri, oruç tutanın kendisini oruç tutmayandan apriori olarak etik skalada daha üst bir kategoriye yerleştirmesinden kaynaklanıyor. Kabul edelim. Birlikte yaşam için birçok açıdan sorunlu bir bakış açısı. Aç kalmak kendiliğinden ahlaki bir üstünlük değil.

Daha iyi mi yapar?
Hele açlığın sebebi olarak fakirliği, etiği kavrayacak akıldan yoksun olmanın sonucu, yanı başımızda gördüğümüzde tiksintiyle karışık duygular uyandıran bir şey olarak görenimizin hiç de eksik olmadığı toplumumuzda. Tersine buradaki açlık birçok çağrışımı da (connotation) birlikte getiren bir “tercih” olduğundan. Üstelik bir tek daha iyi ve doğru bir Sünni-Müslüman olmanın önkoşulu değil, aynı zamanda daha iyi insan olmanın ölçüsü olarak da yaşanabildiğinden.

Tek tek bireyler ele alındığında sorunlu olması mecburi olmayan bu duygu kendini daha iyi insan olarak görme haline dönüşüp toplumsal olarak yaşandığında harekete dönüşüp ciddi sorunlar yaratabiliyor.

Biranın One Love Müzik Festivali’nde yasaklanması etiksel bir sorun olarak başkasının haklarını ortadan kaldırıcı aktif bir saldırıydı ve bunun birlikte yaşama alanına izdüşümü bu agresif potansiyelin herkese karşı eşit mesafede durmakla yükümlü karar alma mercileri tarafından meşrulaştırılmasıydı. Bir varoluş halini sistematik olarak dışlamayı yönetme pratiği yapması açısından toplumsal barışı tehdit edici vahim bir karar olması bir yana, ahlaki olarak da gayrimeşruydu. Bunun ciddiyetle Sünni-Müslüman kimliklerce eleştirilmemesi, mesele yapılmaması bu kimligin ahlaki çerçeve içinden bakıldığında sorunlu dışavurumu şu an. Yumruğunu sallama hakkını burnun başladığı yere bakmadan kullandığı, kullanılmasına izin verdiği, gözlerini buna kapattığı için. Arkasında bu duruş, sahurda rahatsız ettiğini bile bile provoke etmek için uzun uzun davul çalmak, ahlaki sorumluluk bilincinin dışına kolaylıkla itilebiliniyor ve kendi mülkünün önünde “oruç tutmuyoruz, davul çalmayı bırakabilirsin” diyen bir Alevi bile -ateist de değil- provokatör olarak algılanabiliyor.

Oysa inanana ve ibadet edene saygı isteğinin ne ahlaki olarak ne de din ve vicdan özgürlüğü bakımından inanmayana saygı isteminden bir gram üstünlüğü yok. Sonuçta ne siz onlardan daha iyisiniz ne de onlar sizden daha kötü.

GÜLAY TULASOĞLU: Karl Jaspers Centre

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.