Header Ads

Yeni Anayasanın Meşruiyeti İçin Başlangıç İlkeleri: Eşitlik ve Yerellik

- BÜŞRA ERSANLI -
Modern siyasette anayasaların kökeni, mutlak monarşilerin keyfîliğini sınırlandırma iradesine dayanır. Öncelikle bu sınırlama, “egemen özne” olarak dillendirilmeye başlanan ve siyaset sahnesine çıkmış bulunan halk adına gerekiyordu. Sonraları bu sınırlamaların ve “gevşetmelerin” kim / kimler adına yapıldığı rejimlerin farklılıklarıyla bağlantılı olarak değişti. Ne var ki, 18. yüzyıl sonunda “haklar bildirgeleri” (ki sadece erkekler anılarak yazılmıştır: “Rights of Man”) kralın, sultanın, çarın rastgele / sınırsız menfaatleri önünde bir engelleme, bir sınırlama yetkisini gösterdi. Bir yanıyla da, anayasalar ister çoğunluğun genel menfaatini (Rousseau’cu, cumhuriyetçi), ister bireylerin menfaatlerini (rekabetçi liberal) esas alsınlar, isterse topluluk menfaatlerini de hesaba katsınlar, o halkın siyasal toplumsallaşma alışkanlıklarını ve başlıca değerlerini, kısaca siyasal kültürlerini yansıtır.

Türkiye’de anayasalar yapılış nedenleri açısından iki aşama geçirmişlerdir ve 15-20 yıldır kaplumbağa adımlarıyla üçüncü bir aşamaya evrilmektedir. 1921 ve 1924 anayasaları Meclis tarafından yapılan, yeni bir yönetim sistemi oturtmaya çalışan kurucu anayasalardır. Ancak, bu anayasalardan birincisi, ‘21 Anayasası, yerel ya da bölgesel idarelerle yönetim paylaşımını, kamu hizmetlerinde merkezî yönetimi değil, yerel yönetimi yetkili görmeyi, ikincisi, ‘24 anayasası ise merkezî yönetimi olduğu gibi yerele taşımayı amaçladığından farklı sistemler önermişlerdir. (1) İkisi arasında önemli farklar bulunması, o tarihten sonraki yasallaşma / anayasallaşma aşamaları üzerinde ‘24 Anayasası’nın genel üniter özelliğinden ziyade, radikal merkezci özelliğini hâkim kılmıştır. Daha sonraki ‘61 ve ‘82 anayasaları, yapılış şekli ve nedenleri itibariyle tamamen müdahale anayasalarıdır. Ortak yanları, Meclis dışı güçler tarafından yapılmış olmaları ve özellikle iç politikada parlamenter sistemi askerî ve nihayet her türlü müdahaleye açarak bozmuş bulunmalarıdır. Dolayısıyla, modern siyaset çağındaki anayasal gerekçe, yani devleti ve mutlak gücü sınırlandırma işlevinin temel güçlere, yani seçilmiş parlamento üyelerine verilmiş olması ilkesi silikleşmektedir. Ayrıca, birincileri kurucu olmaları nedeniyle, ikincileri de parlamento dışı müdahaleci olmaları sonucuyla olağanüstü hallerde / durumlarda yapılmış anayasalardır. İlk “olağan” sivil anayasa, eğer yapılabilirse 2012/13 Anayasası olacaktır.

‘61 Anayasası ilk kez kuvvetler ayrılığını benimsediği için, temsil adaleti konusunda, yani seçim sisteminin nispî temsile dönüşmesi konusunda adım attığı ve ilk kez Anayasa Mahkemesi kurumunu getirdiği için bazı demokratik haklara veya ilerlemelere yol açmıştır. Ancak, parlamento dışı güçlerin (ordu ve sonradan şeffaf olmayan her türlü yapılanma) müdahalesine olanak sağlayan kurallarıyla birlikte varolmuştur. Ayrıca, Anayasa Mahkemesi’nin işlevi de devleti koruma misyonunu öne çıkararak, sorgulanacak bir mahiyet kazanmıştı. (2) 1971 anayasa değişiklikleriyle birlikte çoğulcu katılıma (özellikle sol kesim / anti-komünizm çerçevesinde) engeller konmuş, ‘82 Anayasası ile ise siyasal faaliyeti engelleyen maddeler tam bir askerî idareye, radikal bir otoriterliğe yol açmıştır.

‘82’den beri anayasadaki bu yapısal ve özsel müdahale, sıklıkla gerçekleşen Kanun Hükmünde Kararnamelerle (KHK) günü, hatta iktidarları (hepsini) kurtarmaya yönelmiş, dolayısıyla zihniyette / özde herhangi bir düzeltme yapılamamıştır; günün iktidarının (hepsinin) genellikle kendi çıkarını gözeten değişiklikler yapmasına fırsat sağlamıştır. Dolayısıyla, müdahaleci zihniyet çoğunlukla mutabakat, diyalog, uzlaşı arayışını dışlayan, önemsizleştiren, palyatif tedbirlere yönelmiştir. Kısacası, pragmatizm (genellikle muhafazakâr sağ kesimlerin temel dayanaklarından biri olarak) (3) siyasal kültürümüzde daha da yerleşik bir yasama yöntemi oluşturmuştur.

Ulus-üstülük –Nereye kadar?

Türkiye anayasalarının iki kurucu ve sonraki iki müdahaleci örneklerinin ardından tüm dünya ülkeleri için anayasallaşma süreçlerinde etkisini hissettiren üçüncü bir aşamadan söz etmek gerekir. Bu üçüncü aşamaya kabaca ulus-üstü yasallaşma / anayasallaşma dönemi denebilir. (4) Türkiye’nin özellikle kendine has yönetme kültüründen, yani otoriter gelenekten uzaklaşma sürecini etkileyebilecek, dünyaca geçerli olan aşamaya dahil olması zorunlu hale gelmiştir. Zaten ‘99’da AB adaylığı kapsamında bu aşamaya ister istemez girilmiştir. Ulus-üstü ilişkisel yasallaşma, başka bir deyişle, evrensel bazı anlaşma ve tavsiye kararlarına dahil olma süreci, anayasaları da etkileyen uyum yasalarını sağlama gereği, yani tüm ulusal yasaların anayasayla ve anayasanın da ulus-üstü yasallaşma önerileri ile çelişmeyecek biçimde değiştirilmesi koşulunu gündeme getirmiştir. Nasıl ki evrensel insan hakları bazı anayasalarda başlangıç kurallarına hakkıyla adapte edildiyse, aynı şekilde kadına karşı her türlü ayrımcılığa tedbir olarak CEDAW’ın, uluslararası çocuk haklarının, Kyoto protokolünün, Avrupa Özerklik Şartı’nın ve benzeri “insanların genişletilmiş hakları”nın yasalar ve anayasayla uyumlu hale getirilmesi çağdaş ve zorunlu bir aşamadır. Dolayısıyla, kadın, çocuk, yerellik ve ekoloji alanlarında katılımcılığı, değişerek genişleyen, topluluk vasfı da taşıyabilen haklar olarak teşvik etmek, dünyanın demokratik tüm ülkelerinde yasal / anayasal değişikliklere yol açmıştır.

Türkiye’de ise bu gelişmelere zevahiri kurtarmak düzeyinde gönülsüz yaklaşılmış, devleti tüm tarihsel hassasiyet algılarıyla korumak ve daima önce devleti korumak dürtüsüyle hareket edilmiştir. Esas koruma da bu alanda olduğundan, her iktidar döneminde “kendi devletimi kurmalıyım” saiki ön plana geçmiştir. Sonuç olarak da her gerekli görülen konuda KHK’ler çıkarma yoluyla bazen anayasa-üstülük bile zorlanmıştır. (5)

AKP’nin kuruluşu ve ilk hükümetini oluşturması, daha ‘82 Anayasası tüm hükmüyle işlerken ‘90’ların ikinci yarısında önem kazanmaya başlayan bu üçüncü anayasallaşma sürecine denk gelmiştir: Uluslararası ve ulus-üstü genişletilmiş haklara ve tavsiye kararlarına uyum sağlama sürecine. 2002’den beri, bir yandan ‘82 Anayasası’nın demokratik olmayan birçok özelliğinden iktidarı devletten uzaklaşarak değil, yine devlet kimliği olarak pekiştirme adına yararlanılmış, bir yandan da ulus-üstü (özellikle AB süreci olarak) bazı kurallara uyumlu değişiklikler yapılmıştır. Yine zaman ve koşullar gereği sivil toplum örgütleriyle diyalog yolu benimsenmiş, ancak bu sivil toplum örgütlerinin farklı çözüm öneren muhalif alanlardan olmamasına özen gösterilmiştir. (6) Bu duruma paralel olarak, gerek kadına karşı ayrımcılıkla mücadele, gerek çocuk haklarının, çevre ve doğanın korunması, gerekse adem-i merkeziyetçilik / yerellik konularında bazı reformlar yapılmasına rağmen, demokratikleşme standartlarının çok gerisinde kalmış ve 2005’ten itibaren AB uyum yasaları konusunda gerileme başlamıştır.

Ulus-üstü / evrensel anayasallaşma döneminde de Türkiye’nin çokça KHK’lere devam ettiği, anayasada 17 kez değişiklik yapıldığı, ancak muhteva olarak vesayet sistemini ve yasakçı zihniyeti devam ettirdiği açıkça anlaşılmaktadır. Böylelikle, müzakere ve katılım kültürünü serbestçe geliştirmek mümkün olmamaktadır. (7) Oysa, yeni anayasa yapmak ancak müzakere ve katılım kültürünü süreç içinde geliştirerek mümkün olabilecektir. Acil anayasa yapmak isteniyorsa, acil olarak bu iradenin muhalif kesimlerle, yani uzun süredir dile getirilen talepleri içerme önkoşuluyla rahatça yapılması mümkün olabilir.

Önce hakta, özgürlükte eşitlik

Anadilde eğitim veya çift dilli eğitim hakkının uluslararası ve ulus-üstü konumu bilinmektedir. Türkiye’de bu alanda süreklilik kazanmış talepler, farklı çözüm öneren talepler vardır ve bu talepler ağırlıklı olarak Kürtler tarafından geliştirilmiştir. İktidarın bu konularda geliştirilen taleplere ve bu amaçla yapılan çalışmalara karşı tavrı dışlayıcı bir tavır olmuştur. Örneğin, Eğitim Reformu Girişimi (ERG) raporu, DİSA raporu, Eğitim-Sen’in çift dille eğitim, anadilde eğitim raporlarını (8) değerlendirmek, bu uzmanlarla paylaşmak yerine önce kesin bir dille karşı çıkılmış, anadilde eğitimden söz edilmesi bile istenmemiş, ayrıca yasakçı bazı demeçlere göz yumulmuştur. Bu raporları paylaşarak ve geliştirerek işin teknik ve vadeli örgütlenmesine / yönetilmesine / uygulanmasına yardımcı olmak veya öncülük etmek yerine daha sonraki bazı bireysel demeçlerle meselenin özünü ele almanın bir ihtiyaç olduğu dolaylı olarak teslim edilmek durumunda kalınmıştır. Halen bu konuyla ilgili zımnî imalar çoktur, ancak esas olarak Kürtçe eğitim, “seçmeli ders” şeklinde dalgalandırılmak istenmektedir. Yeni anayasa iradesi içinde öncelikle bu çalışmaların değerlendirilmesi ve bu konuya emek vermiş insanların katılımcı demokrasi anlayışıyla sürece katılması, birlikte düşünülmeye başlanması ve bu konuya pratik bir açılım kazandırılması gerekmektedir. Bu da ihtiyacın, talebin özünü çiğneyerek ve ezerek KHK’lerin verdiği ilhamla çoğunluk rejimi hükmü (anayasası) haline getirilmemelidir. Eğitim-Sen’in raporu halkın yüzde 60’ının anadilde eğitime veya çift dilli eğitime olumlu yaklaştığını göstermektedir. KONDA araştırmasına göre, Kürtler arasında ikinci resmî dil talebi yüzde 30 oranındadır, ancak resmî dil statüsü ağırlıklı bir talep değildir; çok daha yaygın olan talep, anadilde eğitim talebidir.

Artık açıkça bilinmektedir ki, Türkiye’nin en önemli sorunu Kürt sorunudur. Anayasallaşma ve demokratikleşme konularında en fazla beklenti taşıyan halk kesimlerinin de yine Kürtler arasından, özellikle de daha güçlü bir biçimde siyasallaşmış Kürt muhalefetinden geldiği tespit edilmiştir. Bugün bunun adı Barış ve Demokrasi Partisi’dir. Bu çerçevede yazım aşamasına geçer geçmez “başkanlık sistemi”ni tartışmaya açmak “acillik” durumunu nasıl etkiler? Tüm bunları değerlendirebilmek için yapılacak iş, uzun geçmişi olan talepleri (Türkçe dışındaki anadillerde eğitim, azınlık konusu ve adem-i merkeziyetçiliğin gerçekleştirilmesi) yeniden hızla ele almak olur. Bu da ancak, hak ve özgürlükler alanındaki koşulların zemini garanti altına alındıktan sonra gerçekleşebilir, ancak o zaman başkanlık / yarı başkanlık sisteminin yeniden tartışılmasını belki gerekli kılabilir. Nisan 2012’de tam yeni anayasa yazma süreci başlamışken başkanlık sisteminin tartışmak için ortaya atılmış olması, yine iktidarın talepler doğrultusundan uzaklaşmasını, başka bir deyişle, taleplere yaklaşma konusundaki gönülsüzlüğünü ortaya koymaktadır. Diğer bir deyişle, yazılmakta olan anayasa “bugün egemen / hegemonik parti konumuna gelmiş AKP’nin anayasası” imasını taşırsa, yeni anayasa yapılamaz. (9)

Tabii ki bu koşullarda tayin edici önem taşıyan eşitlik ilkesi ve vatandaşlık tanımıyla ilgili konularda tartışmalardan nasıl bir uzlaşma çıkacağı belirsiz görülmektedir. Ulus-üstü hakların eksikliklerini tamamlayabilmek için daha fazla netlik, daha fazla şeffaflık, daha fazla mutabakata gönüllülük gerekmektedir.

Temsilî demokrasinin eksiklikleri ve bazı çıkmazları tüm dünyada uzun zamandır büyük sorunlara yol açıyor. Ülkemizde katılımcı demokrasiyi özendirmek için harcanan çaba ise oldukça yenidir ve sorumluluk ve yetki bütünlüğü henüz anlaşılabilmiş değildir. Katılımcı demokrasinin işlemesi ve istenen dinamizmi yaratması için bireylerin ve toplulukların hem talep hem istem hem yetki hem sorumluluk hem denetim iradesine sahip olmaları gerekmektedir, temsilî demokrasinin tıkanan tüm yanları ancak bu yolla açılabilir.

Seçim sisteminin aşırı bir barajla tahrip edilmiş olması, siyasî partiler yasasının hâlâ “abi, baba” geleneğini sürdürüyor olması, kurtarıcı tek adama bağımlı düzeyde kalınması, eşitlik ilkesinin anayasada en tayin edici madde olduğunu göstermektedir. Yüzde 10 barajıyla uygulanan nispî temsil sisteminin tamamı adeta bir çoğunluk sistemine dönüşmüş, halk iradesini temsil oranları tamamen bozulmuştur. Başta kadınlar olmak üzere elverişsiz konumda olan tüm kesimlere (emek alanı, eğitim alanı, kültür ve kimlik alanı) tam anlamıyla katılımcı demokrasi olanaklarının sunulması gerekmektedir. Tabii bu sürecin KHK’lerle değil, katılım, müzakere ve uzlaşma adabını hayata geçirerek ilerlemesi koşuluyla. Bugün yüzde 50 üzerinden yasama ve yürütme yapan Meclis “sahipleri”nin, anayasa komisyonlarının ve alt komisyonlarının ancak Meclis içi muhalefet ve sivil toplum katılımının denetimiyle “ana-yasamayı” yazılı hale getirmesi zorunlu oldu. KONDA’nın bulgularına göre, vatandaşlık tanımı açısından, eşitlik ilkeleri açısından, yerellik açısından, eğitimde anadil açısından anayasal demokratikleşme beklentisinin Kürt vatandaşlar arasında Türklerden daha fazla olduğu görülmektedir. (10)

Cins, kuşak, sınıf, etnisite, inanç, dil, tüm farklılıkları mekân ve doğal iklim farklarıyla da bütünleştiren, tarih ve kültür farklarıyla da şekillendiren, çok işlevli, çok çeşitli farklılıkların biraradalığını gözeten, küçük ve yönetilebilir / ilişkilendirilebilir özelliğe sahip olan alanlar, yani yerel, bölgesel alanlar sağlanabilir. Yüz yüze ilişkilere imkân verdiğinden katılımı özendirdiği ve karar paylaşımına kolay olanak sunduğu için yerinden özerk yönetimler eşitliğin ve eşit katılımın sağlanmasında en kestirme ve sürdürülebilir demokratikleşme alanlarıdır. Bu çerçevede en önemli rol, kadınların yerel siyasete etkin katılımını özendirmekten geçer. (11) Paylaşımcı etkin hizmet açısından kadınların rolü çok önemlidir ve zaten temsil, eşitlik ve katılımcılık ön plana çıkarılmak istendiğinde kadının öncü rolü daha da belirginleşecektir. Kadının yereldeki katılımının önemini anlayan bir yeni anayasa süreci ve onun aktörleri, temsil ve adem-i merkeziyetçilik konularına ilişkisel olarak temas etmiş olurlar ve çözüm yolunda hayli ilerleme sağlamış bulunurlar.

Yerellik demokratik temsili de, katılımcılığı da pekiştirir

Tüm dünyada, farklı nedenlerle de olsa, sorunlar yaşayan temsilî demokrasinin katılımcı demokrasi ile beraberliği, Türkiye’de ancak yerellik ilkesinin tam anlamıyla kabul edilmesiyle gerçekleşebilir. Uzun yıllardır yerel yönetim uzmanları bu ihtiyacın farkında olarak yerel yönetimleri özerkleştirme yolunda araştırmalar, çalışmalar yürütmektedir. (12) Zaten uzun yıllardır devam eden yerel yönetim, belediyecilik çalışmalarında adem-i merkeziyetçiliğin ve demokratik yönetimin öne çıkarılması, bu uzmanların emekleri sonucu belli bir noktaya taşınmış ve bazı reformlar yapılabilmiştir. İstanbul Büyükşehir Belediyesi üzerine yapılan örnek bir çalışma, demokratikleşme ihtiyacının halen ne kadar güçlü olduğunun bir kanıtıdır. (13)

Yeni anayasa için işveren örgütlerinden işçi örgütlerine, feminist kuruluşlardan dindar, sosyalist gruplara kadar pek çok kurum, kuruluş öneriler yapmıştır. (14) Tüm önerilerde yerellik, AB Özerklik şartı, merkezî hantallaşmanın eleştirisi önemli bir yer tutmaktadır. Bu bağlamda yine tüm dünyada görülen temsilî demokrasi sorunları nedeniyle, katılımcı demokrasiyi özendirmek için birçok ülkede yönetimler adem-i merkeziyetçiliği, yerellik (ve yerindenlik) ilkesini, özerkliği (15) sistemlerinin içine yerleştirmiş ya da yerleştirmeye çalışmakta ve daha âdil bir “temsilî demokrasi” ile “katılımcı demokrasi”yi bir ilişkisel birliktelikle geliştirmeye uğraşmaktadır. Türkiye’de ise tek parti döneminin, daha sonra DP ezici çoğunlukçuluğunun izleri devam ediyor. Barajsız uygulanan nispî temsil sistemiyle ‘61 Anayasası’nın sağladığı kısmî temsil ferahlığı istikrar kaygısıyla ‘80 darbesi sonucu yaratılan anayasayla terk edildi; siyasal katılım ve kültür anlamında çoğunluk baskısını eski usûlle koyulaştırdı. Vesayet devam ediyor, “baba ve abiler” velilik yapıyor; mahallî idarelerin sorumlukları var, yetkileri ve hak alanları neredeyse hiç yok, anayasanın Mahallî İdareler maddesinde de (127), 5227 sayılı Kamu Yönetimi Temel İlkeleri ve Yeniden Yapılandırılması Hakkında Kanun’da da sıralanmamaktadır. Merkezî yönetim ile mahallî idarelerin paylaşacağı görevler belli değildir. Merkezin sahip olduğu ve anayasada açıkça sıralanan yetkileri daima sorumluluklarının ve kapasitelerinin çok ötesindedir. İdarenin bütünlüğü anlayışıyla gelen vesayet sistemi, kamu yönetimi reformuyla da düzeltilmemiş durumdadır. Paylaşma ve danışma kavramlarının Türkiye’deki yönetim zihniyetinde pek değerli bir yer tutmadığı açıktır.

En önde gelen ihtiyaç, yeni bir anayasa algısının hem TBMM hem de sivil toplum ve halk açısından neden tayin edici görüldüğünün anlaşılmasıdır. Demokratikleşmenin, çağdaş hak ve özgürlüklere kavuşmanın tek garantisi tabii ki sadece yeni bir anayasa değildir. Yeni bir anayasayla her şeyin değişmeyeceği ne kadar açıksa, yeni bir ilişkisel, eşit zeminde iletişimle yapılmış olan bir anayasanın katılım, eşitlik ve adem-i merkeziyetçilik yönündeki değişimi teşvik edeceği de o kadar açıktır. Ulus-üstü anayasallaşma dönemi ilişkisel, iletişimsel ve diyalogsal (16) anayasa ve yasa gereksinimini de özendiren bir işlevselliğe yol açmaktadır. Oysa, 1988’de imzalanan Avrupa Özerklik Şartı’na konan çekinceler en çok da ilişkiselliği / karşılıklılığı reddeden niteliktedir. Bu çekincelerin, yerel yönetimlere, bölgesel yönetimlere danışma ve malî karşılıklı ilişkisel sorumluluk konularında olduğu unutulmamalıdır.

2007’den bu yana AB ilerleme raporlarında özerklik şartıyla ilgili süreklilik kazanan hatırlatmalar kabaca şu noktalar üzerinedir: Şeffaflık ve hesap verirlik eksiklikleri, adem-i merkeziyetçiliğin yeterince güçlendirilmemesi, yolsuzlukların devam etmesi, kadınların istihdama ve yerel yönetimlere yeterince katılmıyor olmaları. Mart 2011’deki İlerleme Raporu’nda dikkat çekilen noktalar ve öneriler şunlardır: Valilerin İl Özel İdareleri üzerindeki etkilerinin azaltılması yolunda çaba gösterilmesi; hükümetin yerellik eğitimini güçlendirip teşvik eder bir duruma geçmesi; köy korucuları eleştirileri noktasında kapsamlı reformların yapılması; daha geniş çerçevede ise Ceza Hukuku kurum ve uygulamaları kapsamında insan hakları ihlâllerinin devam ediyor oluşu. Raporda ayrıca, özellikle malî kaynakların yerel idarelere aktarılmasıyla ilgili olarak ilerleme kaydedilmediği, seçilmiş belediye başkanlarının ve yerel temsilcilerinin tutukluluk hallerinin sürüyor olması üzerinde durulmuştur. Ek olarak da Avrupa Konseyi Ulusal Azınlıkların Korunması Çerçeve Sözleşmesi ile Avrupa Bölgesel ve Azınlık Dilleri Şartı’nın imzalanması ve onaylanması için adımlar atılması belirtilmektedir. (17)

Başlangıç yerine

Katılımcılığı daha güçlü teşvik edecek olan eşitlik ilkesinin çağdaş değerlerle açılımını en önemli “işe başlangıç ilkesi” olarak kabul etmek gerekir. Bu bağlamda, katılımı özendirmek için kenara itilen tüm güçleri (kadınlar başta olmak üzere) devreye sokabilecek bir eşitlik koşulu gerekiyor ki, bu katılımcılar aynı zamanda denetleme işlevini de yürürlüğe sokabilsinler. Eşitlik ilkesinin işlevsel (konfor) ve niteliksel (ahlâkî) değeri anayasaya yansıyabildiği zaman, birçok sorunun samimiyetle çözümü için çok büyük bir pozitif enerji yaratılacaktır. Belki o zaman toplumda insanlar arasında nefret ve düşmanlık üretecek iklimden kurtulabiliriz. Ancak o zaman sürekli azarlanan ve cezalandırılan diğer yüzde 50 olma durumu, yani kutuplaştırma olarak tarif edilen durum, ortadan kalkmaya başlar. Ancak o zaman toplumun her bireyi eşit vatandaşlık algısına sahip olmaya başlar.

Tamamen yeni bir anayasa yapma iradesi şeffaf ve samimi bir biçimde oluştuğunda, değişimin ana ekseni tekçiliğe, devlet odaklı çözüme, bölünme korkusuna, “baba”, “abi” koruyuculuğuna ciddiyetle karşı durmakla gerçekleşebilir. Kısaca, eşitlik, katılımcılık, karşılıklılık, şeffaflık, hesap verebilirlik, denetlenebilirlik, yetki ve sorumluluk paylaşımının çağımızın vazgeçilmeyecek gerekleri olduğunun kabul edilmesini gerektirmektedir. Siyaseten reşit olma zamanı çoktan gelip geçmiştir. Anayasanın moral değeri bu somut bilgi ve dayandığı insan onuru olmalıdır. Bu çerçevede en önemli husus eşitsizliğin giderilmesi ilkesine (10. madde), eğitim dili ilkesine (42. madde), vatandaşlık ilkesine (66. madde), yerellik ilkesine (123,126, 127. maddeler) özel önem atfetmenin zorunlu görülmesidir. Anadilde eğitim ya da çift dilli eğitim talebiyle yerel / bölgesel özerklik (Kürtlere ve her farklı kültürel topluluğa eşit vatandaşlık garantisi / statüsü ile yerellik ilkesi) talebini ve yaşadığımız tamamen düğümlenmiş ortamı göz önünde bulundurmadan anayasayı düğüm üstüne düğüm şeklinde yenilemeyi düşünmek ve yapmaya çalışmak boşuna bir gayret olacaktır. Zaten görünen koşullarda pek bir ilerleme sağlanamayacak gibidir. Siyasal kültürümüzde çok kalın çizgilerle yer etmiş olan çoğunluk rejimi sürmektedir; bugün yüzde 50 üzerinden, yarın yüzde 40 üzerinden aynı şey olabilir. İktidardaki partinin değişmesi durumu düzeltmez.

‘82’den beri bu anayasa hep eleştirildi. 30 yıl geçti, hâlâ otoriter gelenekten kopamayan bir siyasal atmosferde yaşıyoruz. Son yıllarda birçok anayasa toplantısına katıldım. Her kuruluş (parti, dernek, sendika, üniversite, kadın inisiyatifleri) bu konuda hazırlıklar, tartışmalar yürüttü. Şu sorular hep aklımdaydı: Bugün 50 ve üstü yaşta olan ve konuyu gazeteci, siyasetçi, biliminsanı, hukukçu olarak tartışan on binlerce insandan acaba kaçı ‘82 Anayasası’na “hayır” oyu kullandı? Bugün, dün, 2000’lerde, 1990’larda bu anayasanın otoriterliği, siyaset düşmanlığı, muhalefet düşmanlığı arkasına gizlenenlerin kaçı sonradan bu anayasanın değişmesi gerektiğini düşündü? Düşünce değişikliklerinin sebepleri neler? Her iktidarın, her iklimin gücüyle yaşam bulanlar kendilerini bu konuda nasıl hissediyor? Sadece devleti koruyup kollayan bir anayasaya “evet” deyip de hangi tür aydınlanma sonucu değişim ihtiyacı duydular? Bugün 50 yaş üstü seçmenlerin yüzde kaçı ‘82 Anayasası’nın değişmesini canla başla istiyor? Sadece yüzde 7 olan “hayır” oylarından hangi oranda seçmen bugün yaşamıyor? Bu soruların cevaplarının şeffaf bir biçimde ortaya konması, birçok tartışmanın çok daha hızlı gelişmesini sağlayabilirdi. Bireysel geçmişlerini ve değişimlerini ortaya koyamayan birçok insan, yaşantısını ve yaşam aşamalarını sadece güce, iktidara göre ayarlayanlar, yani kendi iç dünyasının çoğul halini adil bir biçimde dengeleyip ele alamayanlar hangi kalp ve zihinle mağduru, azınlığı, yani kendi dışındaki çoğulluğu düşünebilir?

‘80 darbesi yargılanırken, sorumlu failler sorgulanırken, aydınlardan entelektüellere, siyaset yapanlardan medyada etkin konumda bulunanlara, üniversitelerde idarî ve akademik faaliyet yürütenlerden öğretmenlere ve din görevlilerine, herkese düşen vicdanî bir sorumluluk olduğu açıktır. Yukarıdaki soruları kendi kendilerine samimiyetle yanıtlamak da yararlı olabilir, müzakere ortamlarını, uzlaşma ortamlarını geliştirmek için… Nasılsa açıktan kendi doğal çoğulluğuyla yüzleşenler var tek tük de olsa… Bazı açılardan dünler bugün olduğu gibi, bugünler de dün olur. Onur ve haysiyetle başlayan yeni anayasa yazma süreci herkesi sevindirmeli elbette. Meclis’in de devamını onur ve haysiyetle getirebilmesini umuyoruz. Bu sürecin denetimi tüm temsilî güçlerin ve doğrudan halkın, entelektüellerin vicdanıdır.

Büşra Ersanlı

Express, sayı 129, Haziran 2012


1. “Üniter devlet yaratılırken bölge yönetimlerinden vazgeçilmesi doğal olmakla birlikte, 29 Ekim 1923 gününe dek Mustafa Kemal’in de tercihi olduğu belgelenmiş yerel yönetim yapısının neredeyse hiç tartışılmadan kabul edilmesindeki garipliği bir kez daha hatırlatmakla yetindim.” Murat Sevinç, “Anayasal Geleneğimizde 1924”, 23 Ekim 2011, Radikal İki.

2. Serap Yazıcı, “Yeni Bir Anayasa Hazırlığı ve Türkiye, Seçkincilikten toplum Sözleşmesine”, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, genişletilmiş ikinci baskı, s. 211-227. Ayrıca, bkz. Metin Esmer, “Anayasa Yargısı Ekseninde Anayasa Değişiklikleri Denetimi”, Güncel Hukuk Dergisi, Ocak 2012 / 1-97.

3. Andrew Heywood, “Political Ideologies, An Introduction”, London Macmillan Press, 1998, s. 66-68.

4. Büşra Ersanlı ve İbrahim Mazlum, “Her Zaman Her Yerde Siyaset, Türkiye’de Siyasal Kültür, Sistem ve Kadın, İstanbul, KADER, 2009, s. 61-68.

5. Serap Yazıcı, a.g.y., s. 109-110.

6. Levent Köker, “Yeni anayasada din, inanç ve vicdan hürriyeti sorunu”, Zaman, 12 Ocak 2012. Köker şöyle diyor: “Yeni anayasa ihtiyacının özellikle Kürt meselesinin ortaya koyduğu ‘anadilde eğitim’, ‘demokratik özerklik’ bağlamında belirginleştiği görülmelidir.” Ayrıca, bkz. Yasin Ceylan, “Bölünmez Bütünlük ve Kürtler”, Radikal İki, 6 Kasım 2011.

7. Ümit Altaş, “Anayasa Meclisi Lâzım” – Sibel İnvioğlu ile söyleşi, Express dergisi, Kasım 2011.

8. Dr. Müge Ceyhan, Dilara Koçbaş, “Çiftdillilik ve Eğitim”, ERG, Sabancı Üniversitesi, İstanbul 2011; Eğitim-Sen’in “Anadilde Eğitim, Çiftdilli Eğitim Raporu”, Eğitim-Sen Yayınları, 2011 Ankara; “Dil Yarası: Türkiye’de Eğitimde Anadilin Kullanılmaması Sorunu ve Kürt Öğrencilerin Deneyimi”, DİSA (Diyarbakır Sosyal ve Siyasal Araştırmalar Enstitüsü), Diyarbakır, 2011.

9. E. Fuat Keyman, “Başkanlık sistemi ve Anayasa”, Radikal İki, 13 Mayıs 2012.

10. KONDA Araştırma, “Kürt Meselesinde Algı ve Beklentiler”, İstanbul, İletişim, 2011, s. 123-128. “Kürtler yüzde 82 oranında etnik olarak Türk olmayı vatandaşlık şartı olarak görmüyor. Türkler arasında da bu düşük değil, yüzde 60; anadilde eğitimi de aynı oranda Türkün onayladığına dikkat çekelim.”

11. Semra Cerit Mazlum, “Kadınlarla ve Kadınlar İçin Yerel Yönetim, Önce Yerel Siyaset”, İstanbul, KADER, 2009, s. 81-96.

12. İlhan Tekeli, “Yerel Demokrasinin Kavramsallaştırılması ve Geliştirilmesi İçin Öneriler”, İsmail Beşikçi (Derleyenler: Barış Ünlü ve Ozan Değer) içinde, İstanbul, İletişim, 2011, s. 429-440.

13. Sema Erder, Nihal İncioğlu, “Türkiye’de Yerel Politikanın Yükselişi, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Örneği, 1984-2004”, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2008.

14. “Yeni Anayasa İçin Temel İlkeler’, DİSK Yayınları 57, 2009; “Türkiye’nin Yeni Anayasasına Doğru”, TESEV Anayasa Komisyonu Raporu, 2011. Ayrıca, BİLGESAM Raporu, YAP, SDE, TÜSİAD, TBB, E. Özbudun Taslağı ve önerileri içinden sadece ikisi üniter yapıya vurgu yapmakta, diğer altısı ise üniter yapı içinde veya üniter yapıyı veri sayarak yerel yönetimlerin güçlendirilmesi üzerinde durmaktadırlar. “1982 Anayasası’nın ‘çatışma belgesi’ olma özelliğinden sıyrılmak için TMK, TCK, SPK, seçim yasalarında temizlik yapmak mutabakatı güçlendirir, hatta ancak böyle imkânlı kılar.” H. Geylani, “Ana Sorunları Çözme Anayasası”, Radikal İki, 6 Kasım 2011.

15. Meksika, Güney Afrika Cumhuriyeti, Brezilya, Arjantin, İtalya, Japonya ve Fransa yerel ve bölgesel özerklik konusunda anayasal düzeyde çok mesafe almış ülkeler arasındadır. Türkiye’de 123. ve 127. maddeler yetki ve sorumluluk paylaşma zihniyetinden çok uzaktadır.

16. Anayasa yapımını ilişkisel, iletişimsel ve diyalogsal bir süreç olarak değerlendiren teorik bir tartışma için bkz. Gürcan Koşan, “Anayasa Kuramları Açısından Demokrasi Kavramı”, “Şerif Mardin’e Armağan (Derleyenler: A. Öncü ve O. Tekelioğlu) içinde, İstanbul, İletişim, 2009. “Özgürlüğün parçası olarak işlevselliğe yönelik yeterliliklerin eşitliği, demokrasinin bir koşulu ve bileşenidir; özgürlüğü katılımın gücüyle karşılıklı ilişki içinde birleştirir”. s. 352.

17. The Congress of Local and Regional Authorities, Recommendation 229 (2007) Local Democracy in Turkey, http: //www.coe.int/congress. Azınlıklar ve azınlık dilleri ile ilgili son husus 2007 yılından bu yana süreklilik kazanmış bir konudur.

*birdirbir.org'dan alınmıştır.

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.