Header Ads

Vicdani Özgürlük ve Kadın

- GÖKSEL ARSLAN -
Zeynep Göğüş bir yazısında kürtajı yasal olarak tanımayan iki Avrupa ülkesinden biri olan Belçika’da “kürtaj hakkı” nın 17 yıl süren bir mücadele sonucunda 1990 ‘da nasıl yasalaştığını şöyle anlatır:

“O sırada Avrupa’da Belçika ve İrlanda dışında kürtajın yasak olduğu ülke kalmamıştı. Belçika Katolik Kilisesi yasaya büyük tepki gösterdi. Bu yasaya destek veren herkesin kiliseden dışlanacağını duyurdu. Kilise, Kral Baudouin üzerinde baskı oluşturdu. Kral, onay için kendisine sunulmasından beş gün önce Sosyalist Başbakan Martins’e yasayı vicdani nedenlerle imzalayamayacağını bildirdi. Bunun üzerine danışıklı dövüş bir formül geliştirildi. Sadece yasanın yürürlüğe gireceği gün için geçerli olmak üzere Kralın yetkileri elinden alındı. Yasa çıkınca Kral tekrar tahta çıktı. Vicdanen temizdi artık... Katolik Kilisesi bunu asil bir davranış olarak niteledi!”

Kral Baudouin haklıydı. Zira kürtaj her şeyden önce ahlaki, manevi, şahsi vicdani alanla alakalı bir meseleydi.

Gözü dönmüş, kesif bir iktidar/güç tapınıcısı değilseniz vicdana gölge etmemek mecburiyetindesiniz. Kanaatleri sizin gibi olanlar kadar, sizin gibi olmayanlar da dahil olmak üzere. Kral, kanaatleri kendisi gibi olmayanların vicdanına gölge etmemeyi seçmişti.

Kürtaj en temelinde vicdani bir karar. Her şeyin ötesinde vicdanıyla baş başa kalan kadının vereceği şahsi bir karar. Dolayısıyla o vicdan üzerindeki her harici zor unsurunu etkisiz kılmak, kadını “mahalle baskısı”ndan korumak elzemken ,iktidar kamu gücünü devreye sokan düzenlemeler peşinde. Vicdana kamu gücünün müdahalesi Fransa’da yaklaşık 350 sene önce büyük bedeller ödenerek tarihin karanlık sayfalarına gömülmüştü. Ancak iktidarın güce tapma macerası bu topraklarda nihayetinde gömüleni yeniden canlandırma noktasına ulaştı.

Klasik burjuva özgürlükleri vicdanın mutlak dokunulmazlığı üzerine inşa edilen mücadeleyle başlamıştı. İktidarın sırtımızı dayadığı yer yine mücadelenin başladığı yer olan vicdani özgürlük ve kişinin “kendi bedeni üzerinde karar hakkı” noktası oldu. Vicdan özgürlüğü sırtımızın duvara dayandığı yer, buradan daha geriye gidebileceğimiz yer yok.

Konu tartışılmaya başladığından bu yana iktidarın, fikirlerini genelleyip, total sonuçlara bağlayarak meşruiyet sağlama çabaları ürkütücü halin en önemli göstergesi. Nüfusun yaşlanması, nüfusun bazı bölgelerde artarken bazı bölgelerde azalması, ekonomik güçle nüfus gücü arasında korelasyon kurulması yakın tarihteki faşizan pratikleri hatırlatmakta. İktidar her hale uyan genel geçer iddiaların gerekli rızayı üretmeyeceğini anlamış olacak ki dini ve ahlaki argümanlara da fazlasıyla abanmakta. Fakat kendi vicdani kanaatlerini genelleyerek kimi zaman dine, kimi zaman sosyal politikalara, kimi zaman nüfus politikalarına dayanması ne yazık ki o kanaatleri meşru kılmıyor. Zira kürtaj kararında tek meşruiyet kaynağı kadının vicdanı. Gerisi baskı ve zorbalık. Veya iktidarın totaliter heveskarlığını ortaya koyan “açılımlar”.

Kadın bedenini nüfus politikalarının nesnesi yapanlar, kadını üretim aracı olarak üzerinde müdahale edilebilecek meta derekesine indirgediklerinin farkındalar mı bilinmez. Fakat çıplak gerçek bu ve muhatapları farkında. Genelleştirilmiş dini, ahlaki, sosyal argümanlar biraz da bu gerçeğin üzerini örtmekte kullanılan masallar. Başka deyişle bu masallar, vicdana ve bedene kamusal zor yoluyla el koymanın ve bedensel, ruhsal, zihinsel bütünlüğü iktidarın nesnesi haline getirmenin mistik güzellemesinden başka bir şey değil.

İktidar öte yandan, kadının ”kendi bedeni üzerinde karar hakkı” nı, bu alandaki özne olma çabasını “embriyonun yaşam hakkı”nı merkeze aldığını iddia ederek fütursuz ve hoyrat bir dille boğmaya kararlı gözükmekte. Gerçek dışı, kurgu dünyasında boğulmamak istiyorsak sürüklenmek istendiğimiz “hak” çerçevesiyle sınırlandırılmış alanlara temkinli yaklaşmakta fayda var. Sağlık Bakanı utanç verici açıklamalarını yaparken “yaşam hakkı” ne olacak sorusundan yola çıktı. İnanmamız istenen tablo şu. İki hak kategorisi, “kendi bedeni üzerinde karar hakkı” ve embriyonun “yaşam hakkı” birbiriyle çatışmakta. Dolayısıyla kamu adına yaşam hakkını korumak iktidarın sorumluluğu. O halde embriyo taşıyan kadın bedeni kamusal düzenlemenin nesnesi olabilir. Bu tablo içinde hakları ve çıkarları birbiriyle çatışan taraflar olarak kadın ve embriyo karşı karşıya konumlanmakta. Sürüklenmemiz istenilen yanılsama dünyası tam da burası.

Oysa kürtaj yalnızca ve yalnızca “hak” alanına indirgenemeyen, hak kavramının anlama ve ifade etmede yetersiz kaldığı bir hal. Kadının vicdanını oluşturan sayısız derinlikler her ne ise oraya doğru taşan, vicdani kanaat dünyasının belirlediği bir hal.

Başka deyişle kürtaj, kuru soyut haklar dünyasının çatışmalarını bir hayli aşan, acının, travmanın, kültürel, dini, ahlaki, hayatla alakalı şahsi değerler dünyasına, vicdana ait bir hal. Burada kadın ve embriyo karşı karşıya konumlanmaz. Vicdani kanaat alanı aynı zamanda birbirinin parçası olan kadın ve embriyonun da özdeşlik alanıdır. Dolayısıyla hak ve çıkarları birbiriyle çatışmaz. Kimi “ethos” metinlerinde söylendiği gibi, embriyonun ölümü birazda kadının ölümüdür. Kadın da “ölürken” kürtajı “hak kullanımı” veya “hak ihlali” olarak görmek zorlaşır. Kadın ve embriyo arasındaki ilişkiyi bir yabancıyla kurulan ilişki gibi tarif eden akıl yürütmelerin gerçek dışı hali anlaşılır hale gelir. Veya kadın ve embriyo odaklı tartışma anlamını yitirir.

Unutmayalım, inanmamız istenen karşıt taraflar olarak kadın ve embriyonun hak çatışması her hukuki kurgu gibi şekli, varsayımsal. Ve her hukuki varsayım gibi yanılsama. Dolayısıyla hak kategorisinin sınırlarını kırarak vicdani kanaatin mutlak dokunulmazlığına sahip çıkmak kadının “kendi bedeni üzerinde karar hakkı” mücadelesinde kaçınılmaz.

O halde kadın erkek fark etmez, iktidarın vicdani kanaat alanını ve onun ayrılmaz parçası bedeni kamusal gücün nesnesi haline getirme çabasına karşı “dur!” de. Unutma sırtımızın duvara dayandığı yer burası, daha geriye gidebileceğimiz yer yok.

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.