Tarihin İnsan Yüzü
![]() |
| - RENGİN ARSLAN - |
Uruguaylı yazar Eduardo Galeano “Biz Hayır Diyoruz” kitabında soruyor bu soruları. Yıl 1983. Onun içinden çıkamadığı bu “yanıtsız” soruların ardından 29 yıl geçmiş. Ama bugün de aynılarını -muhtemelen ölen çocuk sayısını ve silah için harcanan dolarları yukarı yönlü revize ederek- sorabiliriz. Dünyanın en acı gerçeği 29 yılda hiçbir şeyin değişmediğini bir kitaptan okumak olsa gerek...
Ya da değişmiş midir? UNICEF elçiler atamıştır belki yeni ülkelere, silahlanma karşıtı raporların sayısı artmıştır muhtemelen ya da iyileştirilebilir hastalıktan ölen çocukların sayısı azalmıştır kayıtlara göre... Kim bilir? Kağıt üzerine kurulu bu dünyanın, fotoğraflarla ve görüntülerin aldatıcılığıyla “beslenen” biz seyircileri, vicdanlarımızı rahatlatmak için her gün yeni bir araç bulup, iç dünyamızın karanlığından veya yeni aldığımız arabanın konforundan dem vurup çekilmişizdir köşemize, kim bilir.
Bireyin hayatında ev kirası, çocuğun yılsonu balosu, bol taksitli, beş yıldızlı bir tatille şekillenen korunaklı hayat; eşsiz uyumlu, aşk soslu, tek pırlantalı ilişkilerle süslenir şüphesiz. Evlilik yıldönümleri, ıvır zıvır günleri; gözlerini dış dünyaya kapamış bir tapınakta yaşamını sürdüren, beyni uyuşmuş rahiplerinin, hayatın katili olan bir tanrıçaya sunduğu hediyelerle yeniden üretilir.
Her hediye bir artı puan, sistemin kurduğu çorak ülkeye ve bize sunulduğu haliyle “cennete” giden yolda atılmış bir adımdır. Tanrıçanın/sistemin taştan oyulmuş bedeni bile tek taraflı itaatin anlamsızlığını kavratmaya yetmez.
Her alanda istikrar arayışının işaretidir böylesi bir teslimiyet. Bir gelir-gider tablosunun dengesi uğruna yitirilen, kaybedilen, kıyılan, yakılan hayatlar, istikrar sürdüğü sürece sisteme kurban edilen “üzüntü ve kaygı verici” kayıplardan başka bir şey değildir ne de olsa. Sanayileşmiş zihinler için kayıp üretim payından başka bir şey değildir ölenler. Bu türden ölümlerin nüfus kontrolü için olumlu olduğu bile söylenebilir belki. Toplumun da istenen nüfus oranlarına göre şekillendirilmesi şarttır üstelik.
İstikrarı en çok besleyen şey ise, istikrarsızlık korkusudur şüphesiz. Evsiz kalma, borç batağına saplanma kaygıları nedense tüketim alışkanlıklarını değiştirmez. Ama korkuyu yeşertir, çiçeklendirir hiç durmadan.
Hiçbir şeyin değişmediği bir dünyanın özlemiyle hababam yarattıkları sistemin kirli ayak izlerini silmeye çalışırken, dilini kestiklerine “ifade özgürlüğü” bahşederek avaz avaz bağırırlar. Öyle ya tarih muktedirlerin yazdığı bir tarihtir ne de olsa. Kürsüler onlarındır, istikrarsızlık korkusuna en erken teslim olmuşlar ise yazıcılık için çoktan sıraya girmiştir.
Mirasçısı oldukları darbeyi, tarihe “hesaplaşılmış bir darbe” olarak koymak için kurdukları sahnenin en ateşli savunucuları da yine muktedirin yazıcılarıdır. Oysa Galeano’nun Latin Amerika’daki deneyimlerden çıkardığı sonuç hepimize ders olacak türden: “Tekrar etmemesi için geçmişi tanımak gerek, öyle devam etmesin diye geçmişi nasılsa öyle görmek gerek. Diktatörlüğün cellatlarıyla adalet yapmak, gerçekte hayatta kalmak için o cellatlara ihtiyacı olan adaletsizlikler sistemiyle adalet yapmanın ilk biçimidir.”
Cellatla masaya oturmamak için tarihi bilmek şart, öyle değil mi? Ama hangi tarihi? Ya da daha doğru bir soruyla tarihin hangi yüzünü?
Yıllar evvel fark etmiştim. İkinci Dünya Savaşı’nın Sartre’ın ve Beckett’in oyunlarıyla kavranabileceğini, Victoria çağının ikiyüzlülüklerini görmek için Oscar Wilde okumak gerektiğini, 20. yüzyılın en umutsuz anına Sineklerin Tanrısı’yla tanıklık edilebileceğini, bu ülkede yaşıyorum diyorsan, Ahmed Arif’ten en az bir şiir bilmenin şart olduğunu, Nazım Hikmet’ten sosyalizmin öğrenilebileceğini, üniversitelerden yükselen imtihan çığlıklarını duymanın Attila İlhan’la mümkün olduğunu...
Hiçbirinde savaşta ölenlerin sayısını bulamayacaksınız, hangi ülkenin kaç yılında kime saldırdığını bilemeyeceksiniz; hiçbirinde adı konmamış bir yamyamlığın nerede ve nasıl olup da bu kadar sıradan olduğunu anlayamayacaksınız; hiçbirinde doktrinler, teoriler, strateji ve hedefler göremeyeceksiniz; hiçbirinde Viktorya çağında çıkarılan kanunların o hukuki, anlaşılmaz anlatıları olmayacak. Hiçbirinde otuz üç kurşunu tutan tetiğin ardındaki ismi öğrenemeyeceksiniz.
Tarihin insan yüzüdür okuduğunuz.
Edebiyatın gösterdiği elbette eşsiz değildir ancak elzemdir. Etten ve kemikten olmasalar da, gün geçtikçe ete kemiğe bürünen o roman kahramanları, oyunların o ölümsüz karakterleri bir şey söylüyor bize. Çünkü, Uruguaylı yazardan alıntıyla, “İnanmaya değer tek dil, söyleme ihtiyacından doğar” ve Paul Nizan’ın söylemesiyle, “Dünyaya karşı bir suçlama olmayan tek bir büyük eser yoktur.”
İstikrarı; değişmeyen dünyanın değişim yalanını boşa çıkarmak için ihtiyacımız var her birine. Galeano’nun dediği gibi: “Hayatı faziletli, steril, zararsız bir sıkıntıya indirgemek için bizi hayatın elektiriğinden yoksun bırakmakla tehdit eden, yükselen iğdiş edici püritenizm dalgasının önüne geçmek gerek.”
Katilimize biat etmediğimiz bir dünya mümkün.
arslan.rengin@gmail.com
https://twitter.com/#!/RenginArslan

YORUM YAZIN