Eşitsiz Coğrafi Gelişme: Kentsel Dönüşüm
![]() |
- İRFAN MUKUL* - |
Gerçek bir dönüşüm ve depremle mücadele ya da iyileştirme politikaları, birçok uluslararası deneyimin bize gösterdiği üzere tüm sürecin, planlanması, tasarımı, uygulanması ve kontrolü aşamalarında, doğrudan ilgili toplulukları ve vatandaşları kapsayacak şekilde “katılımcı yöntemlerin” kullanılması kent ve kentlilerin yararına yaratıcı ve olumlu çözümler bulunmasında çok önemli bir unsur olacaktır. Bununla birlikte yoksulluk ve kaynak yokluğunun alt gelir grubu mahallelerinin kalıcı öğeleri olmaları nedeniyle, kredi desteği ve teknik yardımın yanı sıra mahalle sakinlerine gelir artırıcı ve istihdam yaratıcı bütüncül bir politikaya öncelik verilmesiyle başarılır. Böylece deprem tehlikesine karşı riskler de azaltılmış olacaktır.
EŞİTSİZ COĞRAFİ GELİŞME
Her toplumsal formasyonun kendi özgül mekânı vardır. Bu durum bir üretim tarzından diğerine geçişin, beraberinde yeni bir mekân üretimine yol açar. Yeni mekân ya da kentler yeni biçimler alırken bu biçimler aynı zamanda çeşitli mekânsal çözümler yoluyla farklı mekânsal yapılar içerisinde yeniden üretilir. Kapitalizm mekânları yeniden düzenleyerek aynı zamanda eşitsiz ve bileşik gelişmeyi yeniden şekillendirmiş olur. Günümüzde bu türden uygulamaları neo-liberal küreselleşmenin yol açtığı “eşitsiz coğrafi gelişme” olarak görebiliriz. Bu yan yana gelişi ve kapitalist küreselleşme yörüngesi içindeki yoğun çelişkileri ancak eşitsiz coğrafi gelişmeyi göz önüne alarak anlayabiliriz.
Farklı mekânsal yapılar içerisinde yeniden üretilen mekânsal çözümlerden biri olan “kentsel dönüşüm” uygulamalarının Türkiye’deki temel yaklaşımı; temel kaynaklara yeterli saygı ve özen gösterilmeden, orta ve uzun vadede olabilecekler göz önüne alınmadan, mekân analizi yapılmadan, sadece inşaat sektörünün üzerinden bu sektöre bağlı belli başlı firmaların rantının gözetilmesi esas alınıp, kapsamlı ve çok katmanlı bir çevre planlaması gerektiren toplu konut çalışmalarına müdahil olması şart olan diğer sektörler dışlanıp, yerel halkın ortak kazancı kamusal çıkar ve sosyal adalet gözetilmemesi olarak görülüyor.
Başlangıçlarından beri kentler bir artı-ürünün coğrafî ve toplumsal yoğunlaşmaları sayesinde yükselmiştir. İlk Sümer kentlerinden beri bu durum gözleniyor. Bu nedenle kentleşme her zaman sınıfsal bir görünüm taşırlar, çünkü artıklar bir yer ve kişiden sağlanırken onların harcanmalarının denetimi tipik olarak birkaç elde toplanır. Kentleşme bir artı-ürünün harekete geçirilmesine dayalı olduğundan kapitalizmin gelişimiyle kentleşme arasında yakın bir ilişki ortaya çıkar. Sermayedarlar artı-değer üretebilmek için artı-ürün üretmek zorundadır; bu üretilen değer de sonrasında daha çok artı-değer meydana getirmek için yeniden yatırıma dönüştürülmelidir. Sürekli yeniden yatırımın sonucu kapitalizmde kentleşmenin büyüme çizgisiyle paralel olarak artı-üretimi bileşik oranda genişler ve sermaye birikimi oluşur.
Öte yandan artı-sermaye üretimi ve emilimi için kârlı yerler bulmaya duyulan sürekli gereksinim kapitalizmin siyasetini biçimlendirir. Bu gereksinim aynı zamanda sermayedarın sürekli ve sorunsuz genişlemesine bir dizi engel çıkarır. İşgücü kıt ve ücretler yüksekse ya var olan işgücü disiplin altına alınmak zorundadır teknolojik işsizlik ya da işçi sınıfının örgütlü gücüne saldırı başlıca iki yöntemdir ya da göç, sermaye ihracı ve nüfusun o ana dek bağımsız kalmış unsurlarının proleterleştirilmesi gibi yollarla yeni işgücü bulunmalıdır.
Bununla birlikte sermayedarlar genelde yeni üretim araçları, özelde de doğal kaynaklar keşfetmelidirler ki bu, gerekli hammaddeleri elde etmek ve kaçınılmaz olarak ortaya çıkan sermaye artığının emilimi için doğal çevre üzerinde artan miktarda baskı oluşturur. Hammadde çıkarılması için araziler açmaları gerekir ya da daha önceki süreçlerde açılan arazilerin el değiştirmesi gerekir. Kamuoyunda “2B Yasası'” olarak bilinen ve Resmi Gazete'de yayınlanan '”Orman Köylülerinin Kalkınmalarının Desteklenmesi ve Hazine Adına Orman Sınırları Dışına Çıkarılan Yerlerin Değerlendirilmesi ile Hazineye ait Tarım Arazilerinin Satışı Hakkında Kanun”un, düşük gelirli toplum kesimlerinin kamusal alandaki yerini daraltarak kent hayatında nasıl bir sarsıntı yaratacağını hep birlikte göreceğiz.
MÜLKSÜZLEŞTİRME YOLUYLA BİRİKİM
Gecekondu ya da kentsel dönüşüm ile konutları dönüştürülmesi düşünülen nüfusa, bu türden uygulamalarda görüldüğü gibi, mülklerine varlıklar sağlayacak özel-mülkiyet hakları verme şeklindeki görünürde ileri öneriler sunuluyor. Değerlenen arazilere Sulukule, Tophane, Beykoz, Sarıyer, Kartal ve Fikirtepe örneklerinde olduğu gibi sermayenin el koyabilmesi için böyle bir meşruiyet inşası gerekiyor. Gelir güvensizliği ve sık malî güçlüklerle kuşatılmış yoksullar varlıklarını göreli düşük bir nakit ödemesiyle takas etmeye kolaylıkla ikna edilebiliyorlar.
Öte yandan TOKİ’nin geliş seyrine bakıldığında; 1970’lerde özel ve tüzel bir takım kooperatifler eliyle yürütülmeye başlanan toplu konut adı altında başlayan süreç, 1990’ların başında Türkiye’de ilk kez kent yönetimlerinin arsa üretip, o arsalar üzerinde kooperatifler kurarak oradaki büyük ölçüde düşük orta gelirliler için ürettiği konutlarla kent mekânına girdiği görülüyor. Buradaki deneyim daha sonra İstanbul Büyükşehir Belediyesi kuruluşu olan KİPTAŞ’a aktarılarak İstanbul’da çok sayıda konut üretildi. Deneyimini TOKİ aracılığıyla bütün Türkiye sathına yayarak ve Sayıştay denetiminin dışında, özerk, büyük bir bütçeli kurum haline geldi. Neo liberalizmin kent uygulamasının tipik bir örneğini oluşturan bu yapılanmanın ürettiği kentselliğe baktığımızda, yer, yön ve çevre algısı taşımayan projeler üretmenin yanında, inşaat sektörünü şekillendiren onlara taşeron iş dağıtan piyasa aygıtı gibi davranan bir devlet kurumu görüyoruz. Bütün bunlara ilave olarak TOKİ’ye, kamuya ait arazilerin bedelsiz olarak aktarıldığını da söyleyebiliriz. Bütün bu yaşananlarının adı David Harvey’in kavramlaştırmasıyla “mülksüzleştirme yoluyla birikim”dir.
SONUÇ
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki kentleşme, artı-sermayenin emiliminde gitgide büyüyen coğrafî ölçeklerde ama kitleleri kente dair her türlü haktan yoksun bırakan yaratıcı yıkım süreçlerini filizlendirme pahasına can alıcı bir rol oynuyor. Bu savaşımları birleştirmeye doğru bir adım temel slogan David Harvey’in sözleriyle; siyasi erek olarak kent hakkını benimsemektir çünkü o tam olarak kentleşme ve artı-üretim ile kullanımı arasındaki gerekli bağlantıya kimin hâkim olduğu sorusuna odaklanır.
Kent hakkını benimsemek, bütünün bir parçası olan koşulları bunların gerçek tarihini ve gelecekte gerçekleşebilecek potansiyeli dâhil edecek şekilde düşünüp ve bunların oluş süreci, bunların geçmiş olabileceği safhalar ve önlerinde durmaktaymış gibi gözüken gelecek bu koşulların ne olduğunun asli görünümleri olarak görmemize olanak sağlar. Başka bir ifadeyle, gündelik deneyimlerimiz içinde bulundukları mekânsal ve tarihsel bağlamlarından yalıtıldıklarında, parçaya bütünden bağımsız bir değer atfedildiğinde karşımıza çıkan durum bu günkü mevcut görünümü yansıtır.
* Yardımcı Doçent
YORUM YAZIN