Header Ads

Araplara Ilımlı, Kürtlere Radikal İslâm

- İRFAN AKTAN -
On gün arayla, önce Abdullah Öcalan’ın avukatları (18 Nisan), ardından da (27 Nisan) Kürt gazeteciler hakkında açılan davaların iddianameleri kabul edildi. Avukatlarla ilgili KCK davasından 50, gazetecilerle ilgili KCK davasından da 44 kişi yargılanıyor. Kürt hareketi karşıtı olmayan tüm gazetecilik faaliyetlerini suç sayan iddianame gelecekte ibretlik olarak hatırlanacaktır. Öte yandan, Nisan 2009’dan bu yana sürdürülen KCK operasyonlarının yasal Kürt hareketini azımsanmayacak derecede etkilediğini bölgedeki pek çok gözlemci ve siyasetçi teslim ediyor. Hatırlanacağı gibi, KCK operasyonlarına dayanak olarak “paralel devlet” tezi öne sürülmüş ve Kürt hareketinin yerel örgütlenmesini sağlayan aktörlerle beraber, aralarında milletvekili ve insan hakları savunucularının da bulunduğu 6 bini aşkın kişi gözaltına alınmış veya tutuklanmıştı. KCK operasyonları sürerken, tutukluluk süresini belirleyen Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 102. maddesinin 31 Aralık 2010’da yürürlüğe girmesinden birkaç gün sonra (3 Ocak 2011), Hizbullah örgütünün askerî kanat sorumlusu Hacı İnan’la birlikte sekiz sanık tahliye edilmişti.

PKK’ye karşı milliyetçi-İslâmcılar

Her ne kadar sanıklar hakkında yurtdışına çıkış yasağı konduysa da, Hizbullahçılar kısa sürede izlerini kaybettirip faaliyetlerini hızlandırmaya başladılar. Sanıkların tahliyesinden hemen sonra (11 Ocak), Abdullah Öcalan avukatlarıyla yaptığı görüşmede hadiseyi şöyle değerlendirmişti: “Hizbullahçıların bırakılması tesadüf değildir. Bazı şeylerin hazırlığı yapılıyor olabilir. Zamanında solu milliyetçilikle bitirdikleri gibi, demokratik Kürt hareketini siyasal İslâm’la bitirmek için yapılan bilinçli politikalardır ve birbiriyle bağlantılıdır.” Hizbullahçılar ise, Öcalan’ı doğrudan hedef almaktan ziyade, alttan almayı ve PKK’yle çatışmayacaklarını ifade etmeyi tercih ettiler. Karşılıklı demeçlerden sonra, Öcalan Hizbullahçıların da belli şartlara uymak kaydıyla Demokratik Toplum Kongresi’ne dâhil olabileceklerini açıklamıştı.

Devlet tarafından kullanıldığı takdirde tekrar aynı akıbete uğrayacağının bilincinde olan Hizbullah, her ne kadar görünürde Mustazaf-Der üzerinden legal alanda siyasete yöneldiği imajını yaygınlaştırmaya çalışsa da, yeraltında faaliyetlerini sürdürüyor. Bu faaliyetleri sırasında PKK’yle veya devletle ne tür temasları olduğu ise meçhul. Yine de PKK’nin uzun bir müddet doğrudan Hizbullah’ı hedef alan bir açıklama yapmaması, benzer suskunluğun Hizbullah cephesinde de sürmesi, bir çatışmanın gündeme gelmeyeceğinin delili olarak görülebilir. Bu arada, Mustazaf-Der’in Şeyh Said’in itibarının iadesi için 110 bin imza toplayarak TBMM’ye göndereceğini açıklaması, Diyarbakır’daki Dağkapı Meydanı’nı “Şeyh Said Meydanı” olarak ilan etmesi de dikkatlerden kaçmamalı. Aynı şekilde, Yargıtay’ın kapatma kararı üzerine bir açıklama yapan Mustazaf-Der’in (12 Mayıs) üstü örtük bir biçimde Fethullah Gülen cemaatine tepki göstermesi de dikkat çekici. Gelinen noktada, Hizbullah / Mustazaf-Der dâhil olmak üzere pek çok PKK karşıtı Kürt örgütünün PKK’ye doğrudan cephe açma niyetinin olmadığı görülüyor. Özellikle Hizbullah / Mustazaf-Der, “yardımseverlik”, “hayırseverlik” ve “din kardeşliği” üzerinden, hem PKK hem de devletle çatışmamaya dikkat ederek yoksul Kürtler arasındaki örgütlülüğünü artırmaya gayret ediyor.

İstanbul’daki en kitlesel “Kutlu Doğum Haftası” etkinliklerinin Mustazaf-Der öncülüğünde gerçekleştirilmesi (6 Mayıs) üzerine, PKK’ye karşı “barışçı Hizbullah” tezini dile getirmeye başlayanlar da çıktı.

“Kılcal damarlar”

Taraf yazarı Emre Uslu 9 Mayıs’taki yazısında şöyle diyordu: “Kürt Hizbullahı Kürt toplumunun en ücra kılcal damarlarına ulaşıp kendi mesajını taşıyor ve proaktif Kürt kimliğinin taşıyıcısı oluyorsa, önümüzdeki beş yıl içinde tartışmasız en etkili Kürt örgüt olacaktır. PKK silahların gölgesinde ve kendi geliştirdiği silahlı mücadelenin esiri olmuştur. Bu nedenle de zamanın ruhunu ıskaladı, ıskalıyor. PKK’nın şu şartlar altında silahlı mücadele kısır döngüsünden de kurtulması zor görünüyor. KCK yapılanması da kriminalize edilince PKK hep reaksiyoner kimliğin taşıyıcısı olmaya mahkûm olmuştur. PKK silahları susturmadığı sürece bu süreç de PKK aleyhine olacak.”

Uslu’nun “zamanın ruhuna” dair “öngörüleri” daha ziyade arzusunu yansıtıyor, ama bu beklentinin, özellikle KCK operasyonlarının Kürt hareketini sendeletmesinden medet uman devlet içindeki bazı grupların iştahını kabarttığı da anlaşılıyor.

2 Nisan’da, yine Taraf’ta yayınlanan bir söyleşide, eski AKP Diyarbakır milletvekili Abdurrahman Kurt’un sözlerine bakalım: “KCK’nın sürmesi silahlanmayı zorlar. Bu yapı, Kürtleri kendi içinde bir iç savaşa götürür. Bölgede farklı gruplar var. Bir bölümü İslâmî gruplar. Hizbullah, bunlardan biri. PKK sempatizanı arkadaşları KCK sistemiyle ilgili ben çok uyardım. ‘Toplumun üzerinde bu baskıyı kurmayın. Toplum bir yerden patlar. Nasıl ki siz devletin baskısına karşı bir yerden patladınız, birileri de sizin KCK sistemiyle topluma yaptığınız baskıya karşı patlar’ dedim. Ama dinlemediler.”

Sol-sosyalist Kürt hareketini radikal İslâmcı ve son zamanlarda Kürt milliyetçiliğine de meyleden Hizbullah’la hizaya getirmek için çeşitli manevralar yapmaya niyetlenen devletin önümüzdeki dönemlerde ne tür hamleler yapacağını tahmin etmek güç değil. Evvela Hizbullah’ın bir siyasî parti olarak örgütlenerek bölgede BDP’nin karşısına diktirilmek istendiği biliniyor. Arap ülkelerine “ılımlı” İslâm’ı ihraç etmeye çalışan Türkiye’nin Kürt toplumuna Hizbullah üzerinden radikal İslâmcı görüşleri aktarma planının arzulanan sonucu yaratmasının ise bir hayli zor olduğu söylenebilir. Bir kere, Uslu’nun ifade ettiği “kılcal damarlarda”, her ne kadar KCK operasyonlarıyla hareket kabiliyeti kısıtlanmaya çalışıldıysa da, BDP hâlâ belirleyici aktör rolünü sürdürüyor. (Bu arada, Fethullah Gülen’in de bir konuşmasında PKK’ye karşı Kürtlerin “kılcal damarlarına” işaret etmesi dikkate değer.)

Beri yandan, PKK’ye karşı Kürt milliyetçiliğini kaşımak da istenen meyveleri vermeyebilir. Zira yıllardır PKK tabanını kendi politik kanallarına akıtmak için Kürt milliyetçiliğini kullanmaya çalışan, ancak iki elin parmağını geçmeyen aktörler herhangi bir başarı sağlamış değil. Zaman zaman PKK’nin de devletin politikalarına karşı milliyetçi söylemlere başvurduğuna tanık oluyoruz, ancak, Öcalan’ın kitaplarında ve talimatlarında milliyetçilik karşıtı bir toplumsal projenin çerçevesini özellikle çizdiğini hatırlatmak lâzım. PKK içindeki milliyetçi damarın ise 2003’ten itibaren sistematik olarak tasfiye edildiğini (Osman Öcalan örneğinde olduğu gibi) not etmekte fayda var. Milliyetçi-İslâmcı bir yapı ise yakın zamanda sahnedeki yerini aldı: Mustazaf-Der’in eski avukatı olan Sıtkı Zilan’ın başını çektiği iddia edilen Partîya Îslamîya Kurdistan’ın (Kürdistan İslâm Partisi – PİK) Hizbullah’la doğrudan bir ilişkisi olmadığı söylense de, gayelerinin İslâmî esaslara göre yönetilen bir Kürdistan olduğu açık. (PİK’in tüzüğü için bkz: http://www.niviskar.com/1001/pik/tuzuk/tuzuk.html) Irak Kürdistanı’ndaki İslâmî cemaatlerle de ilişkisi olduğu anlaşılan PİK’in henüz kayda değer bir tabanı olmadığını da belirtmek lâzım.

Milliyetçiliklere karşı Halkların Demokratik Kongresi

16 Ekim 2011’de eşcinsel örgütlerinden çevre hareketlerine, sosyalistlerden feministlere çeşitli bileşenlerle yola çıkan Halkların Demokratik Kongresi, 12-13 Mayıs’ta birinci genel kurulunu yine Ankara’da topladı. Yedi aylık sürede HDK’nin özellikle Kürt hareketine yönelik sistematik operasyonlardan dolayı hedeflenen ilerlemeyi sağlayamadığını kurultaya katılan pek çok kişi ifade etti. Ancak, iç tartışmaların da tesiriyle çeşitli sıkıntılar yaşayan HDK’nin partileşme kararı alması, Kürt hareketi başta olmak üzere Türkiye’deki sol-sosyalist yapıları aynı çatı altında bir araya getirme çabasının dikkate değer ilk meyvesi olarak görülebilir. Ankara’da, büyük bir lokantayı dolduran HDK delegelerinin çoğu yerel birimlerdeki sorunları tartışırken, ayaküstü sohbet ettiğimiz bir BDP milletvekili tartışmaların gidişatına dair kaygılarını dile getiriyordu. AKP hükümetinin özellikle Kürt hareketi içinde ideolojik çatışmaların alevlenmesini beklediğini söyleyen milletvekili şöyle diyordu: “Hükümet Kürt hareketini sürekli ateş altında tutuyor. Pek çok mermisi boşa gidiyor, ama eninde sonunda hassas noktaya isabet edebileceğini düşünüyor. Buna karşın, Kürt hareketi henüz yalpalamadı. Çeşitli sıkıntılar oluyor, ama bence devlet cepheyi genişletmekten öteye gitmiyor.”

Başkanlığa karşılık demokratik özerklik

Partileşme kararıyla birlikte, HDK önümüzdeki dönemde Türkiye’deki sol ve Kürt siyaseti için önemli bir zemin olabilir. Salonda söz alan delegelerden Selvinaz Göçmez, savaşta hayatını kaybetmiş bir askerin yakını. Göçmez’in sözlerini nakletmekte fayda var: “Bu savaşı Kürt halkı yakıcı olarak yaşıyor, ama biz Türk emekçileri de yaşıyoruz. Bundan kaynaklı, kaybettiğimizle, acımızla kalıyoruz. Çünkü örgütlü değiliz. HDK’nin bir köprü amacı taşıması gerektiğini, biz asker ailelerine de yaklaşacak bir çözüm geliştirmesi gerektiğini düşünüyorum. Televizyondan göründüğü gibi değil, ben yeğenimi kaybettiğimde, ilk önce askere saldırdık. Sizin yüzünüzden öldü, dedik…”

Diğer taraftan, ilk günkü toplantıda söz alan DTK Eşbaşkanı Ahmet Türk’ün sözleri de güncel siyasete ışık tutması açısından dikkate değer: “Başkanlık sisteminde halkların yerel iktidarlarının yeri var. Valiler halk tarafından seçilir. Yönetim anlayışı tamamen değişir. Eğer siz başkanlık sistemiyle bunu gerçekleştirecekseniz, ‘evet’ deriz. Ama ırkçı faşist bir diktatörlük kuracaksanız, asla buna izin vermeyeceğiz.”

Türk’ün bu sözlerinin kimi HDK delegelerinin hoşuna gitmediğini de belirtelim. Rahatsızlığının sebebini bir delege şöyle ifade ediyor: “Hükümetle bu şekilde pazarlık yapacaksak, daha baştan solun sesini AKP’ye mahkûm ve teslim etmiş oluruz.”

Türk’ün AKP’nin başkanlık sistemi tasarısına dair şartının hükümet kanadında ne kadar ciddiye alınacağını yeni anayasa taslağının yazımı sırasındaki tartışmalarda daha net göreceğiz. Nitekim, “demokratik” bir anayasa için AKP’nin muhalif kesimlere çeşitli şartlar öne süreceğini, bu şartların başında da başkanlık sisteminin geleceğini söylemek mümkün.

Mardin’deki AKP il kongresinde Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ bu niyetlerini açık edercesine şöyle konuştu: “Türkiye ve Türk milleti için güçlü bir yönetim, istikrarlı bir yönetim, daha demokratik bir yönetim, hesap sorulabilir ve hesap verilebilir bir yönetim, milletin iradesinin her zaman iktidarda kaldığı bir yönetim, her türlü gayri hukukî, gayri ahlâkî operasyonlara kapalı bir yönetim istiyorsak, o zaman başkanlık sistemini müzakere etmemiz lâzım, konuşmamız lâzım.”

AKP’nin başkanlık sistemini kabul ettirmek için muhalefetteki partilere başta yeni anayasa olmak üzere çeşitli alanlarda bazı “hediyeler” sunması da beklenebilir. Tutuklu milletvekillerinin serbest bırakılması çalışmalarına ise AKP son noktayı koydu. Başbakan Yardımcısı Hüseyin Çelik milletvekilleri lehine bir düzenlemenin çeşitli sorunlar yaratabileceğini ileri sürdü ve bu konudaki kararı mahkemelerin vermesi gerektiğini söyledi (14 Mayıs); yani özetle, topu taca attı. AKP’nin tutuklu milletvekillerinin serbest bırakılmasını koz olarak tekrar öne sürüp sürmeyeceğini hep beraber göreceğiz.

*birdirbir.org'dan alınmıştır.

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.