Örgütlen(eme)mek Üzerine
![]() |
- TİMURHAN YALÇIN - |
Bu sistemde işgücünden başka satacağı olmayan her insan işçidir. Mesleğin etiğini ve onurunu kurtarmak için bile örgütlenmek zorunlu hale gelmiştir. Çünkü üreten biziz.
Bu nedenle sendikalaşma çağrımızı ortaya koyarken hem mesleğin hem insan olmanın onurunu birbirinden ayırmadık...
Kurumsal olarak bugünkü statülerini 5580 sayılı özel öğretim kurumları kanunundan alan dershanelerde, 2010 itibariyle çalışan öğretmen sayısı 50.432’ye ulaştı. Bu alanda kayıtdışı çalışmanın yaygın olduğu hesaba katıldığında dershanelerde çalışan öğretmen sayısının 70 binler civarında olduğu Bakanlık tarafından dahi dillendiriliyor.
Özel öğretim alanında ise öğretmen statüsüyle çalışanların sayısı 150 bin dolayındadır. Bu yazıda sadece üniversite, fen lisesi ve Anadolu liselerine hazırlık amaçlı açılan dershanelerdeki çalışanların durumuyla ilgili değerlendirmeler mevcut olmakla beraber diğer alanlarda yaşanan sorunların da çok bağımsız olmadığı varsayılıyor.
Dershaneler başlangıçta çalışanlar açısından ekonomik getirisi iyi olan, temel mantık olarak öğrencilerin okuldan aldıkları öğretimi destekleyen, pekiştiren, öğrenciyi daha çok test tekniği ve sınav yönünden eğiten kurumlardı. Bundan dolayı çalışanların ders saatleri, sorumlulukları ve sıkıntıları azdı. Ancak dershaneciliğin gelişmesi ve kontrolsüz büyümesiyle diğer ticaret alanlarında kâr elde edemeyen ya da daha çok kâr elde etmek amacı güden sermayenin bu alana girmesiyle “tüccar dershanecilik” paradigması hâkim olmaya başladı. İşin özünü ve mantığını kaybeden, bilimsel öğretim ilkelerinden hızla uzaklaşan ve acımasız bir rekabetin döndüğü bir alan haline geldi. Bu rekabet; eğitimin sosyal bir hak olmasının ötesinde, eşitsizlik üreten bir alan olmasının da göstergesidir.
DERSHANE SERMAYESİ VE ÇALIŞANLAR
1980 darbesiyle kapatılma korkusunu yaşayan dershane sermayesi işi şansa bırakmamak için örgütlenme sürecine girdi. Bugün Türkiye’de üç büyük işveren kuruluşu olan TÖDER, GÜVENDER ve ÖZDEBİR bu koşullarda ortaya çıkan kurumlardır. Sermaye, kendi arasındaki rekabeti ve piyasa koşullarını bahane ederek çalışma koşulları konusunda acımasız davranmayı ve bunun ortaya çıkardığı şartları doğallaştırma yoluna gitti.
İşveren kesimi kendi konumunun bütün rasyonelliğini uygularken, çalışan kesim, özellikle öğretmenler hiçbir şeyin farkında değillerdi. Farkındalığın oluşmaya başlaması, çalışma koşullarının ağırlaşması ve ücretlerin gerilemesiyle oldu. 1999 bu alanda en sert kırılmanın olduğu yıldır. İlk olarak, sınav sistemi değişti ve artık öğretmen niteliği belirleyici olmaktan çıktı. Ardından devlet, öğretmen alımlarını, sınava göre yapınca büyük sayıda işsiz öğretmen ordusu oluştu. Bu insanlar dershane sektörünü bir çare olarak görmeye başlayınca patronlara bulunmaz bir fırsat doğdu; artık rekabeti, ilkel biçimde çalışanların arasına yaymak ve çok az ücretlerle çalıştırmak mümkündü.
Bütün bu süreç bazı öğretmenleri harekete geçirdi. Artık geri dönüşün olamayacağının farkında olan bir grup öğretmen 2000 yılında toplanarak, bugün varlığını sürdüren Özel Öğretim Kurumları Çalışanları Derneği'ni (ÖZ-DER) kurdu. O dönemde farklı örgütlenmeler de kuruldu. Eğitim Emekçileri Derneği ve Eğitim Sen’de bir araya gelen öğretmenler bunun örnekleridir. 2007'de yapılan yasal düzenlemeler sendikalaşma hakkını tanıyınca örgütlenme süreci başka bir düzeye taşındı. Yazının sahibinin de içinde bulunduğu 120 civarında öğretmen sendikalaşma yoluna gitti.
Bizim her alanda anlatmaya çalıştığımız, bu alandaki sorunların ancak bu alanın çalışanları tarafından bilineceği ve örgütlenmesinin ise yine çalışanlar tarafından yürütülebileceği düşüncesiydi. Bu düşüncemizin temel dayanağı sektördeki öğretmen fenomeninde yatıyor. Bizler bu alanda kaygısı yüksek, temposu yüksek ve biraz da tavizi yüksek olarak yaşarız. Bunları yaşamanın genelde bıraktığı tortu, “Sektörün gerçeği bu!” yollu tanımlama olur. Her yıl bunu defalarca tekrarladığımızda, 3-5 yıl içinde sektörün dinamiklerini iyi analiz etmiş kurt öğretmen (!) mertebesine nail oluruz ve bundan, gerçek sızımızı dindirdiğimizi zannettiğimiz geçici bir haz sarmalı yaşarız. Kendi konumunu tanımlama acizliğini aşmak için devlette çalışan öğretmenlerin haklarına karşı kıskançlık içindeki öğretmenden söz ediyoruz. Patronuyla arasındaki ilişki karşısında sürekli yalan söylemeyi, “Her görüşme bireyseldir” prangasının rahatlığıyla sürdüren bir öğretmen profili... Sigortasında sorun yaşayan, çifte sözleşme gerçeğini kabullenmiş, bu yüzden emekliliğini hayal durumuna düşüren, “gönüllü, bedava” derse girmeyi hiçbir yasal hükmü olmayan bir kağıda imza ettiği halde yıl boyu buna biat eden, yayın yazmayı sorumluluk gören, sene sonu kayıtlar iyi olmazsa kendini suçlu hisseden bir “hassasiyete” sahip, haftada 6 gün çalışmasının krizini arkadaşlarının programlarına dadanarak aşmaya çalışan bir emekçiden söz ediyoruz.
Her defasında “Biz niye örgütlenemiyoruz?” sorusunu, cevabı olsun diye değil, duyarlılığına dair son iz olarak sunan öğretmenden söz ediyoruz. Çalıştığı alanın sistemin yarası olduğunu bildiği halde “eğitim ve öğretimin tek adresiyiz” fikrini sadece dilde var eden bir öğretmenden konuşuyoruz. Çok çalışan, az kazanan ama bunu dert etmeyen ve her yıl inanmadığı halde “Bu işi zaten bırakacağım” yalanını söyleyen bir öğretmenden bahsediyoruz. Kendi çabasıyla kazanmadığı için midir bilinmez ama devletin tanıdığı “sendika hakkına” kaygıyla yaklaşan, ilk sorusu “Patron duyar mı?” olan bir öğretmenden konuşuyoruz. Sınıfındaki, ekonomik özgürlüğü olmadığı için birey olarak görmediği öğrencisinden, YGS rezaleti karşısında tam da birey olma dersini alırken, donuk donuk bakan öğretmen; işsiz olduğu için ve öğretmen olmak istediği için günlerce açlığa katlanabilen “atanmayan öğretmenlere” kendi yerine gelme potansiyeli taşıyan rakip gözüyle bakan öğretmenden bahsediyoruz. Biz bu öğretmenin durumu için en uygun kavramın ‘çağdaş köle’ olduğunu tespit ettik. Bu sınıfsal analizimizin bizi götürdüğü nokta örgütlenme zorunluluğu oldu. 2009'da Koop-İş’te örgütlenme bu tespitlerle başladı.
‘HEP BERABER KAZANMAK’
Bu alanla ilgili biri devletin, biri de işveren grubunun dile getirdikleri tabloyu anlama açısından önemlidir. Birincisi, devletin 2007 SGK faaliyet raporudur. Bu raporda dershanelerde çalışan 5.593 kişiyle yapılan görüşmede ortaya çıkan sonuç oldukça vahimdir. Görüşme sonucuna göre 5.593 kişiden 3.398 kişinin kayıtdışı çalıştığı tespit edilmiştir. Yapılan sadece 5.543.216 YTL para cezası verilmesidir.
İkincisi, ÖZ-DE-BİR 13. Olağan Genel Kurulu'nda, Başkanın, sendika hakkı tanıyan yasayı eğitim ve öğretimi aksatacağı temelli eleştirisidir. Hatta bir başka işveren “çalışanlar için dernek gerekiyorsa derneği de, sendika gerekiyorsa sendikayı da ben kurarım” diyebilmiştir. Bütün bunlar örgütlenmenin zorunlu olduğunun göstergesi durumundadır. Bizim temel şiarımız “Bireysel kaybetmekten kurtulup hep beraber kazanmak” olmuştur. Bireysel olarak işveren odalarında kaybettiklerimizi örgütlü olarak toplu sözleşmelerle kazanmamız gerektiği açıktır.
Bugüne kadar işverenlerin daha fazla kâr mantığıyla, hükümetlerin demogojik söylemleriyle bu alanın düzelmediği açıktır. Ekonomik ve sosyal bakımdan asgari insani ölçütleri yaşayamayan, özel öğretim kurumları çalışanlarının dayanma noktası gittikçe azalmaktadır. Şimdi bu alandaki sorunları toparladığımızda şunlar ön plana çıkmaktadır:
»Çalışma sürelerinin esnekliği (öğretmenler ortalama 60 saatini dershanede geçirmektedir).
»Etüt adı altında ücretsiz çalıştırma (resmi olmayan sözleşmelerde toplam ders saatinin yüzde 25’inin etüt olarak taahhüt edilmesi).
»Çift sözleşme uygulaması (bu sözleşmelerin 10 aylık yapılması).
»Genel ve resmi tatil günlerinde çalışma.
»SGK primlerinin gerçek ücretten yatırılmaması.
»Ücret ödemelerinin zamanında yapılmaması.
»Asgari geçim indirimi bedelinin verilmemesi.
»Kıdem tazminatının yok sayılması ya da asgari ücretten ödenmesi
»Stajyerlik tanımının esnek yapılarak ücretsiz ve kölece çalıştırılması.
»Doğum, hastalık, evlilik, askerlik ve ölüm izinlerinin kullandırılmaması.
»Telif haklarının tanınmaması.
»MEB’e bağlı resmi okullarda çalışan öğretmenlerin dershanelerde çalışması.
»Paso hakkının olmaması.
Aslında bütün bu sorunlar 4857 sayılı İş Kanunu, 5580 Özel Öğretim Kurumları Kanunu ve bunlara bağlı yönetmeliklerin uygulanmasıyla bile kısmen çözülecek hususlardır. Bu sorunları çözmede bireysel çabaların fayda getirmeyeceği açıktır. Bu sorunlar etrafında örgütlenmenin zaruri olduğu kavranmalıdır. Öğretmenler olarak bizler, mesleğimizin belli farklarına karşın işçi olduğumuzu kabullenmeliyiz. Bu sistemde işgücünden başka satacağı olmayan her insan işçidir. Mesleğin etiğini ve onurunu kurtarmak için bile örgütlenmek zorunlu hale gelmiştir. Çünkü üreten biziz. Bu nedenle sendikalaşma çağrımızı ortaya koyarken hem mesleğin hem insan olmanın onurunu birbirinden ayırmadık.
Bütün bu nesnel durum karşısında, örgütlenmenin istenen düzeyde gerçekleşmemesinin nedenlerini ise şu şekilde toparlamak mümkün, ilk olarak işsizlik kaygısı çok belirleyici çünkü bu taleplerin dillendirilmesi dahi işten atılmak için bir neden olabiliyor (sektörü bilenler bir dönem patronların elindeki kara listeler uygulamasını hatırlar). İkincisi; güvencesizlik duygusunun yarattığı psikolojik tahribatın, bireyleri sürekli sızlanan ama çözümden uzak varlıklar haline getirmesi. Üçüncüsü, bu sektörde uzun vadeli çalışmayı düşünmeme gayreti. Dördüncüsü bunların getirdiği güven ve dayanışma duygularının yitikliği. Beşincisi örgütlenmeye duyulan korku formasyonu. Altıncısı bütün bu şartların normal olduğuna inanılması. Bunlar çalışan merkezli sorunlar olarak tanımlanabilir. Bu alanı örgütleme iddiasındaki kurumların içine düştüğü zaaflar ise şunlardır; İlkin örgütlenmenin sendikal açıdan sadece “toplu sözleşme yapma” olarak ele alınması ve bu yüzden sendikalar tarafından bu sektöre politik bakışın yoksun olması. İkincisi, dershaneciliğin külliyen yanlış olduğu için sorunlarının genel sorunlara eklemli düşünülmesi.
Biz bütün bu bakış açılarının ortasında sendika tanımımızı şu temellere dayandırdık: “Bireysel kurtuluşun çözüm olmadığı bilinciyle, fırsatçılığın, çıkarcılığın insan hayatını zehirleyen davranışlar olduğunu tespit ederken örgütlenme sürecinin insanı zenginleştirdiğini kabul ettik. Örgütlü ilişkilerin, üretken ve yaratıcı bireyler olmamıza katkı sağladığını düşündük”. Gerçeğin bilincinde olan insanlar olarak sendika istedik.
HÜKÜMETİN BARAJLARI
Bu sendikalaşma sürecinde karşılaştığımız temel engellerden biri de hükümetin sendikal sürece ilişkin tavrıdır. Bugüne kadar demokrasiyi sadece kendisi için algılayan siyasal iktidar, örgütlenme özgürlüğü bağlamında gerekli reformları yapmamıştır. Bunlardan en önemlisi, işyeri barajının kaldırılmamış olmasıdır. İşyerinde mevcut yüzde elliden bir fazlayı örgütlerken, işverenlerin şirket adına birkaç kolda faaliyet göstermesi örgütlenmenin direncini kıran bir unsur haline gelmiştir. Bir başka durum da, aynı dershanenin çalışanlarının birden fazla şirketin çalışanı olarak karşımıza çıkartılmasıdır. Ülke barajı diye belirtilen ucube ise kendi alanında doğal yapılacak bir örgütlenmeyi imkânsız hale getirmektedir. Bu durum bütün büyük sendikaların konum almakta zorlandığı bir noktadır. Oysa biz sendikayı kasa ve masa birlikteliğine indirgemeyen bir anlayışla örgütlemek istiyoruz. Toplumun her katmanında çalışma koşullarının bu denli ağırlaştırıldığı dönemde umut olamayan bürokratik sendikal anlayışı reddediyoruz.
Bütünsel örgütlenememe nedenlerinden biri olarak gördüğümüz temel noktalardan birisi de hukukun bizzat devlet eliyle dönüştürüldüğü karikatürize durumdur. Her iş davasının yıllarca sürmesi ve bizim derneğimizin bu davalarda danışılan kurum olarak kabul edilmesine rağmen taraflı tutumların devam etmesi ve kaderimizi kabul etmemiz gerektiğini söyleyen hâkimlerin bile türemesi örgütlenme sürecimizi baltalamıştır. Buradan hareketle örgütlenme sürecinde karşılaştığımız sorunları şu başlıklar altında toplayabiliriz:
»Sistemsel sorunlar
»Örgütlenme öznesinin kifayetsizliği
»Çalışanların sınıfsal konumlanışı
Bu üç saikin birbirinden bağımsız şekillenmediğini düşünüyoruz. Sistemin liberal bir hegemonyada işlediğini varsayarsak işverenlerin tavrı son derece rasyonel ve anlaşılır oluyor. Örgütlenme öznesi olan sendikaların tutumu ise sistem karşısında bağımsızlaştıkça anlam kazanır diye bakıyoruz.
Çalışanların sınıfsallığı ve bunun analizi ise en büyük engel olarak karşımızda duruyor. Sınıfsal kavramını tercih etmemin nedeni her türlü konum analizinde öznel olmaktan kurtulmanın gerektiğini vurgulama isteğidir. Yani kısacası, bütün bu olumsuzluklar karşısında dayanışma ve mücadeleyi birleştiren bir sendikal örgütlenme bizler için kaçınılmazdır.
YORUM YAZIN