Hakim, Hüküm, Mahkum, Hükmetmek ve Hükümet...
![]() |
| - RENGİN ARSLAN - |
Her ne kadar ben cambazlıktan kaçınsam da aralıklarla iki hafta süren Oda TV davası maalesef kötü bir komedi oyununun taklidi olarak tarihe geçecek nitelikteydi. Sağ olsunlar hükmedenler, özellikle iddianame sayesinde acı acı güldürdüler, ara kararda ise,”vay be” dedirttiler.
İddianamenin içeriğinde abesle iştigal eden çeşitli unsurların dil sürçmesinden kaynaklanmadığını kanıtlamak isterlercesine, TRT spikerleri okudu tüm iddiaları. Ben mahkeme salonunda bizzat çok az bulundum. Ve fakat o sırada duyduklarım, bana yine bol ironi yüklü edebiyat metinlerini hatırlattı. Şöyle diyordu iddianameyi okuyan, temiz kadın sesi -hem de nasıl oluyorsa hiç gülmeden- “Yalçın Küçük’e ait Mopak Exercise kareli defterde yazılı olan...” Nasıl?
Birkaç kere tekrarlanmasa yanlış duydum diyeceğim...
Kanıtın sahiciliğini arttırmak üzere bu tür bir yönteme başvurulmuş olabilir tabii. Fakat o halde diğer sanıkların, bilgisayarlarının markaları, modelleri ve seri numaraları da kayıtlara düşülmeliydi değil mi?
Veyahut “suçları” işlerken ne marka telefon kullandıkları, hangi hat sağlayıcısından numara aldıkları, hiç değilse “suç” sayılan kitabı yazarken hangi müziği dinledikleri mutlaka belirtilmeydi.
Kara mizah değil de nedir bu? Ve bunları düşünürken bir parantez açarak belirtmeliyim. İddia ediyorum Aziz Nesin yaşıyor olsaydı yazarlığı bırakırdı. En azından o nükteli dili kullanamaz, ince esprilerini yazamaz hale gelirdi. “Benim işimi elimden aldı bu iddia sahipleri” diye veryansın ederdi ya da belki oturur onlara bir şikâyet dilekçesi yazar, bu yazdığını bir eser haline getirirdi... Söz konusu yargımız ve Aziz Nesin’se ihtimaller sonsuz...
Yalçın Küçük’ün bu önemli mahiyette olduğu besbelli olan Mopak Exercise kareli defterinde yazılanlar dışında da, tüm mahkemenin ve iddiaların bir kara mizaha sahne olduğunu görmek için sayısız örnek var. Bu yüzden ben artık sanat ve hukuk dünyası arasında bir çekişme yaşanacağını bile düşünüyorum: Oda TV davası, oda tiyatrolarına karşı!
Bu tuhaflıklar karşısında Ahmet Şık’ın basılmadan yasaklanan -ve 125 yazarın elbirliğiyle yayımlanan kitabı için- "Kitabımı yanımda getirmedim patlar, matlar" demesi hangi mahkeme ciddiyetine sığar. Nedim Şener, izleyiciler arasındaki Uğur Dündar’a dönüp nasıl “hoş geldiniz tiyatroya” diyebilir?
Yüzlerce yıldır, devlet ve hukuk üzerine düşünmüş ve yazmış değerli filozoflar ve devlet yöneticileri, sadece Oda TV davası da değil, KCK, Ergenekon davaları “sayesinde” açık hava hapishanesine dönüşen ülkemizin halini bilselerdi mezarlarında ters dönerlerdi sanırım.
Parantez: Bu noktada devletin ortaya çıkışı, amacı ve ülkemizde vücut bulduğu haliyle geçirdiği büyük dönüşüm bir başka yazının konusu. Fakat sizin de aklınıza geliyor mu ara sıra? Sahi biz bu devleti niye icat etmiştik, diyor musunuz? Öyleyse, bir Hobbes olsun, bir Jean Jacques Rousseau olsun bir Engels olsun mutlaka yeniden ve yeniden okunmalı.
Tüm bunlar bir yana, hakim “tutukluluk halinin devamına” hükmederken, dışarıdaki bizler yeni bir mücadelenin eşiğine “mahkum” olduk. Öyle ya, dava 23 Ocak’a ertelendi. Dört üniversitenin bilgisayarlara virüsle “kanıt” yerleştirildiğini rapor etmesine rağmen bir de hükümetçe kadroları “yeniden düzenlenmiş” TÜBİTAK’tan rapor istendi. Ve anladığım kadarıyla tüm tutukluların henüz bulunamamış delilleri bir şekilde karartmalarından da şüphe ediliyor.
Her neyse, ya da Yonca Şık’ın dediği gibi: “vay be!”...
Hükmettikleri tutukluluk hali, geri döndürülmesi henüz mümkün olmayan -bir gün icat edilebilir, hiç belli olmaz-, “zaman”ı alıp götürüyor. Bizler için kehribardan daha değerli olan zamanı tutukluların elinden alan ey hükümet... Zamanınızı alacağız...
arslan.rengin@gmail.com
twitter.com/RenginArslan

YORUM YAZIN