Gerçeklere Ayna Tutmaktır Bizim İşimiz
![]() |
- MEHMET YEŞİLTEPE - |
İnsanın gözleri.
Bu nedenle, daha derin gözlemler için
geliştirdi felsefeyi.”
Biz tutsağız; elbette içinde kelebeklerin bile eksik olmadığı “özgürlük cennetleri” düşleyecek, ama gerçekliğin tanımını da ihmal etmeyeceğiz.
Biz tutsağız; kendi şahsımızda bütün halk tutsaktır. Bu nedenle, özgürlük ve demokrasiyi de bütün bir halkın sorunlarına değen noktalardan tarif etmek, öncelikli sorumluluklarımızdandır.
Biz tutsağız; tutsaklık dili evrenseldir; iletişimin en önlenemez yolu da empatidir. Böyle bir empati, tutsak Ortadoğu halkları ile de yapılabilmelidir.
Biz tutsak gazeteciyiz; özgürlük, ekmek-su kadar hakkımızdır. Ancak, bilinir ki, demokratikleşmenin tepeden tırnağa bir ihtiyaç halinde olduğu yer ve koşullarda, tek bir sorunun (diğerleri yok sayılarak) öne çıkarılması, geliştirici değil, tıkayıcıdır.
Ne çaresizliktir tanımladığım, ne de felaket tellallığıdır yaptığım. Madem gazeteciyiz, tutsaklıkta da olsa, bireysel değil, toplumsal bir aralıktan konuşmalı dilimiz. Bu nedenle ben, İçişleri Bakanı’nın Büşra Ersanlı için yaptığı “eş ve geçmiş tahlili” gibi, Adalet Bakanı’nın (hukukçu kimliğini çiğnemeyi göze alarak) bana dönük olarak yaptığı, 1980’e dek uzanan “eski dava/dosya tahlilleri”ni yazıma konu etmeyeceğim.
Bilinir ki sorunların varlığını kabul etmek; çözümün, dolayısıyla da mücadele etmenin zorunlu koşuldur. İşte tam da bu nedenle ben, demokratikleşmenin bütünlüklü bir program dahilinde gündeme getirilmesini önemsiyorum.
Gazetenin ilk sayısında, AKP’den neden demokratikleşme beklenmemesi gerektiğine dair yaptığım özet, bu sorunun fikri altyapısına işaret ediyordu. Gerçi o yazının üzerinden uzun zaman geçti ama yaşam aynı diyalektik bağlam içinde öğretmeye devam ediyor. Bu nedenle bugün, sistem karşıtlarının ve özelde muhalif gazetecilerin önceliklerinden biri de olgunun fotoğrafını çekmekle yetinmemek, aynayı öze/nedene doğru tutmak olmalıdır.
Sistemin sahipleri bir bütün halinde “orman”ı dizayn ederken, hem bu niyetlerini gizlemek, hem de ilgi ve enerjisini meşgul etmek için halkın önüne bir “ağaç” koyar. “Bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine” olabildiğimiz günlerde bu, önemli bir sorun teşkil etmiyordu. Ama bugün artık, içsel veya dışsal pek çok nedenle, arka plandan çok görüngüler, gerçek gündemden çok “siyasal dedikodu” çağrışımı yapan tekil olgular öne çıkar hale geldi. Yani, işin kolayına kaçma eğilimi yaygınlaşıyor. Diyalektiğin dört maddesini öğrenip, hayata bu bağlamları taşıma egzersizi yaptığımız günlerden kalma, sol aklın ortaklaştığı en genel doğrularımızın üzerinde bile kuşku ve belirsizlik rüzgârları dolaşıyor.
Çoğu kez, “iktidar mecliste değildir” dememize bile gerek kalmaz; bu genel doğru, tüm fikri üretimlere bir önkabul olarak girerdi. Böyle düşünmemek, solun genel-geçer normlarının dışında kalanlar için geçerliydi.
ABD’nin politikalarını nasıl Başkan’ın niyet ve tercihleri belirlemiyorsa, bir başka ülkede ve Türkiye’de de, Başbakan veya bakanların kimliği/tercihleri ile egemen politika arasında doğrudan bağ kurulmazdı. Yenisömürge ilişkileri, iktisadi zorunlulukların üzerinden atlanmadan okunurdu.
Bugün gelinen aşamada sistem, yüzyılın en büyük kriziyle sarsılırken ve hemen tüm politikalarda iktisadi zorunluluk, en kalın ve net çizgilerle öne çıkmışken; gelişmeler dar bağlamlı niyetlerle ilişkilendirilebilmekte veya hükümet ve başbakanlardan, bu zorunlulukların dışında niyet ve davranışlar beklenebilmektedir.
Fikri alanda bütünlük (sistemli düşünce) yitirildiği oranda, gelişmeleri doğru okuyup, bir adım sonrasını görebilmek güçleşir. Analiz olgusundan haberdar herkes bilir ki öngörü, “fal” veya “tahmin toto” değildir. Bunun için, “büyük resmin” niteliklerini okuyabilmek, zorunlu bir gerekliliktir. Bu bağlamda, 24 saat “Anayasa” lafı etse dahi, AKP’nin gerçek gündeminin anayasa olmadığını; yazılı ve görsel medyanın yemin kriziyle ilgili “ha imzaladılar, ha imzalayacaklar” diye haber yaptığı dönemde, AKP’nin ne CHP ile ne de BDP ile bir protokol imzalamayacağını öngörmek, falcılık değil, diyalektik düşünmenin gerektirdiği bir “görme/okuma” yöntemidir. Bu yöntem, hükümetçe ortaya atılan gündemin peşinde sürüklenmek yerine, gizlenmek isteneni açığa çıkarma ve halkların ihtiyaçları ekseninde gündem oluşturma şansı verir.
Dikkat edilirse, iktidar neyin tartışılmasını istiyorsa, onu tartışıyoruz. Örneğin 14 Temmuz Silvan çatışmasından sonra, “şapkadan çıkarılmış tavşan” gibi birdenbire kendimizi “terörle mücadelede polis-asker oranı” tartışmasının ortasında bulduk. Ve hemen her konuda olduğu gibi, neresinden önümüze servis edildiyse, oradan tartışmaya başladık. Gerçekten mesele “terör” müydü ve bu karar, 14 Temmuz sonrasında mı alındı? Eğer olguları, bu gösterilen sınırlılıkta okursak, ne yazık ki bundan sonra tek bir olguda dahi, sistemin gündem yapıcılarının önüne geçip öncelikli politika üretme, yol gösterme şansımız olmaz.
Elbette karşımızda, ülkedeki sorunları, yapısal niteliği gereği demokratik biçimde çözmeyecek, dolayısıyla baskı-zor-tasfiye ekseninde hareket edecek olan bir yapı olduğu için, “güvenliğe” dair atılan hemen her adım, bir yanıyla da Kürt sorunu bağlamlıdır. Ne var ki, ABD’nin 2001 11 Eylül’ünden bugüne uyguladığı politikaların global özetinden, yeni NATO konsepti için meşruiyet süzdüğü ve AKP’nin yaklaşık 10 yıldır, “Yeni bir Türkiye”nin siyasal iradesi olarak biçimlendirildiği düşünüldüğünde; polis-asker olgusundaki yeni düzenin, Kürt sorununa sığmayan nedenlere de uzandığı görülür.
Karşımızda, tepeden tırnağa donanmış ve yeni sürece göre kendini güncellemiş, faşist bir kurumlaşma var. Buna rağmen demokrasi/demokratikleşme söylemlerinin elden bırakılmaması ise, Obama’nın sürece denk biçimde tercih edilen, derisinin rengi kadar anlamlıdır.
Sonuç olarak, bütünüyle ilgi ve alan dışı bırakılabilirse, pragmatizmin öğretilmiş tüm biçimleri ve gündemin ana ekseni haline getirilebilirse, sınıflar mücadelesi; bizleri etkileme şansı kalmaz, egemenin yapay içerikli hiçbir çekimi.
Mehmet YEŞİLTEPE
Tekirdağ 1 No’lu F Tipi Cezaevi
TEKİRDAĞ
YORUM YAZIN