Header Ads

Somali’de Yoksullar, Emperyalizm ve Açlığa Yatırım

- YAZI: STEFO BENLİSOY -
Sahra-altı Afrika’sından açlık görüntüleri, göçmen kampları, açlığın pençesindeki çocuklar, çocuklarını besleyemeyen çaresiz kadınlar, iskelete dönüşmüş kıtlık mültecileri 1980’lerin ortasından beri periyodik olarak ana akım medya tarafından hassas vicdanlı izleyicilerine servis ediliyor. Geride bıraktığımız aylarda Somali’de ya da Kenya ve Etiyopya’daki mülteci kamplarında açlıktan kırılan insanların görüntüleri bir kez daha bu manzarayı salonlarımızın ortasına taşıdı. Bilanço muazzam; kuraklık ve kıtlığın bedelini en şiddetli yaşayan çocuklar. Tahminlere göre beş yaşın altında otuz binin üzerinde çocuk açlık nedeniyle can verdi.

Felaketin batılı medyada en fazla yer bulduğu Ağustos ve Eylül aylarındaysa üç milyonun üzerinde Somalili acil gıda yardımına ihtiyaç duymakta ve yüz binlerce insan mülteci konumunda bulunmaktaydı. Üstelik merkezini Somali’nin oluşturduğu bölgede yaşanan felakete ilişkin haberler uluslararası medyanın gündeminden büyük ölçüde düşmüş olmasına rağmen BM’nin tahminlerine göre önümüzdeki aylarda ülkede 750 bin kişi açlıktan ölme tehlikesiyle karşı karşıya kalacak.

Somali’deki açlık faciası gıda açısından kendine yeterli, hatta bir ihracatçı olan Afrika’ya ABD, Dünya Bankası, IMF ve egemenlerin sair küresel örgütleri tarafından on yıllardır dayatılan serbestleştirme ve yapısal uyum programlarının yarattığı yıkımın son tezahürü. Somali’nin tarımsal-göçer ekonomisinin neoliberal karşı reformlarla dağıtılma süreci onyıllara dayanan bir süreç. Dönemsel kuraklıklara rağmen küçük ölçekli aile tarımı ve göçebe hayvancılığa dayanan Somali tarımsal üretimi 1970’lere kadar büyük ölçüde kendine yeterliydi. Doğu Afrika’daki büyük kuraklık, gıda fiyatlarındaki rekor artış, tarımsal yakıt üretimi, Somali’de yıllar süren iç savaş ve Eşşebab örgütünün varlığı, ülkenin ormansızlaştırılması gibi tüm faktörler ülke tarımının neoliberal karşı reformlar aracılığıyla dağıtılması arkaplanı temelinde ülkede yaşanan devasa açlığın oluşmasına katkıda bulundular.

Sadece Somali değil, tarımsal üretimin gittikçe ticarileştiği ve doğanın dönüştüğü bu sürecin sonucunda gerek Sahra-altı Afrika’da gerekse de kıtanın neredeyse tümünde tarımsızlaşma ileri boyutlara vardı. Daha birkaç on yıl önce bölge ülkelerinin çoğu gıda açısından kendi kendilerine yeterli iken neoliberal karşı reform süreci sonrasında gıda temini için ithalata ve yardımlara muhtaç hale geldiler ve bu da tüm bu toplumları ekolojik kriz görüngülerine karşı aşırı kırılgan hale getirmiş durumda.

Bu bağlamda Somali on yıllardır uygulanan neoliberal karşı reform siyasetlerinin küresel güney toplumlarını ekolojik felaketlere karşı ne ölçüde kırılgan hale getirdiğine bir başka örnek oluşturuyor. Yapısal uyum programları aracılığıyla dayatılan deregülasyon, özelleştirme, kamusal hizmetlerin aşındırılması ve piyasalaştırılması ve kemer sıkma siyasetleri sonucunda güney ülkelerinin küçük çiftçiler ve tarımsal üreticilerin istifade ettikleri tarımsal destekler ve alımlar ortadan kalmış, tarımsal üretim ihracata yönelik tarımsal ürünlere kaymış ve başta ABD olmak üzere büyük ölçüde sübvansiyonlara dayanan gelişmiş batının ucuz tarımsal ürünleri yerli piyasaları doldurmuştu. Kırın, suyun, toprağın, tohumun ve havanın sermayenin alabildiğine tahakkümü altına alınması aracılığıyla yağmalanması sürecinin son evresinde geçim araçlarından ve topraktan mahrum kalma tehlikesine maruz kalan küçük köylülere aç kalmak ya da kentlere göç ederek buradaki işsiz yığınlara katılma seçeneği dayatıldı. Borç geri ödemeleri ekonomik faaliyetin neredeyse temeli haline geldikçe eğitim, sağlık, altyapı gibi toplumsal alanlara yönelik devletlerin ayırdığı kaynaklar radikal bir biçimde düştü. Bu da bugün Somali’de yaşanan biçimiyle bir felaket anında en alttakilerin buna karşı koyma kapasitelerinin ciddi oranda azalmasına yol açtı.

Bilim insanları başta Somali olmak üzere Sudan, güney Sudan, Uganda gibi bölge ülkelerini etkileyen kuraklığın küresel ısınmanın etkisiyle Pasifik Okyanusu’ndaki su yüzeyi sıcaklığıyla ilintili El Nino ve La Nina fenomenlerinin yoğunlaşmasının neden olduğunu öne sürmekteler. Bunun sonucunda Pakistan ve Avustralya’da yıkıcı seller yaşanmaktayken özellikle Afrika’da da yağış miktarı azalmakta. Somali’de son dört yılda yağış miktarında dramatik düşüş kuşkusuz felaketin en önemli tetikleyicisiydi. Kimi yardım kuruluşları daha ocak ayından itibaren BM’yi, Somali’deki Geçici Federal Hükümeti ve onu destekleyen Batılı güçleri bahar aylarında da yetersiz yağış olursa büyük bir insani felaketin kapıda olduğu noktasında uyarmışlardı. Dolayısıyla aslında yaşanan felaket uzun süre önce “geliyorum” demekteydi ve buna rağmen en azından acil kimi önlemlerin alınmamış olması, yardım altyapısının inşa edilmemiş olması, bu ölçüde vahim bir tabloya yol açtı. Ülkenin gıda üretiminin dağıtılması ve ABD’nin “terörle savaş” gerekçesiyle ortaya çıkmasında büyük pay sahibi olduğu iç savaşlar ve yabancı müdahaleler silsilesi, ülkeyi giderek kıtlık tehlikesi karşısında daha kırılgan hale getirdi. Dolayısıyla açlık tehlikesi yeniden belirdiğinde neredeyse onyıllardır açlık sınırında yaşamakta olan Somali toplumu hazırlıksız yakalandı. 

Gıda Krizi
Halihazırda dünya üzerinde bir milyardan fazla insan, yani insanlığın yedide biri, yeterli gıdaya ulaşmakta sıkıntı çekmekte. Gıda fiyatlarında meydana gelen en ufak artış bu kesimleri derinden etkiliyor. Hane bütçelerinin neredeyse yüzde altmışını gıdaya ayıran bu kesimlerin Somali’de yaşanana benzer kriz zamanlarında bu harcamaları bütçelerinin yüzde seksenine yükseliyor. Tam da bu yüzden temel gıda mallarının fiyatlarındaki rekor yükselişler Arap ayaklanmalarının ve bir dizi başka güney ülkelerde geçtiğimiz yıllarda tanık olduğumuz kimi büyük gösteri ve isyanların patlak vermesinde önemli bir etkendi. Üstelik gıda fiyatlarında 2007 ve 2008 yıllarından itibaren meydana gelen devasa artışların dönemsel bir durum olmadığını önümüzdeki süreçte de bu genel eğilimin devam edeceği, hatta önümüzdeki aylarda fiyatların yine zirveye çıkma ihtimalinin yüksek olduğunu DTÖ’nün kendisi vurgulamakta.

Gıda krizinin oluşmasının en büyük nedenleri, egemen çevrelerin yaygınlaştırdığı biçimde değişik doğal faktörlere dayalı üretim düşüşleri, siyasal istikrarsızlıklar, özellikle Çin ve Hindistan başta olmak üzere güney ülkelerinin orta sınıflarının gıda tüketimlerinin niteliğinin değişmesi ve niceliğinin artması değil, tarım ürünleri piyasalarında artan spekülasyon ve iklim değişimine neden olan fosil yakıtlara sözde bir alternatif olarak sunulan tarımsal yakıtların üretimindeki yığınsal artış. Buna endüstriyel tarım üretiminin ve dağıtımının giderek tam anlamıyla petrole bağımlı hale gelmesi ve petrol fiyatlarının artışının da dolaysız biçimde küresel ölçekte gıda fiyatlarının artmasına sebep olması da eklenmeli. 1970’li yıllarda yaygınlaşan yeşil devrim ile tarımsal üretimin makine, kimyasal ve fosil yakıt yoğun bir endüstri haline gelmesi özellikle bu girdilerin fiyatlarına karşı üretimi gittikçe daha hassas kıldı. Petrol varil fiyatının tarihi zirvelere ulaştığı 2008’de başlayan kriz öncesi konjonktürünün tarımsal fiyatlardaki büyük artışlarla çakışması bu bağımlılığın en büyük göstergesi.

Açlığa Yardım mı? Yatırım mı?
Açlık felaketine karşı dış yardımlar meselesiyse bu denli büyük ölçüde bir felakette dahi insani değerlerin siyasi ve askeri çıkarlara feda edildiğini acı biçimde kanıtlıyor. Bir yandan sahra-altı ülkelere sağlanan gıda yardımları bu ülkelerde kalıcı bir tarımsal üretim yapısının yeniden kurulmasını engelleyici bir işlev görüyor ve yardımlara muhtaç halde kalmasına hizmet ediyor. Öte yandan, birçok geçmiş örnekte olduğu gibi, ülkeye sağlanan yardımlar ABD başta olmak üzere emperyalist aktörlerin bölgeyi tanzim etmek için uyguladıkları siyasetleri tahkim edici bir işlev üstleniyor. Üstelik ABD’nin “El-Kaide ve destekleyicilerine” yönelik mücadele stratejisi çerçevesinde Somali’ye yönelik sayısız müdahaleleri ülkenin yıllardır neredeyse sürekli bir iç savaş ve yabancı müdahalelerin pençesine düşmesinde ve köktenci İslami hareketlerin güçlenmesinde önemli bir rol oynadı. ABD, Etiyopya ve Uganda gibi bölgesel müttefiklerinin Somali’yi kontrol etme amaçlı müdahaleleri yakın tarihte ülkeyi bir iç çatışma sarmalı içerisine sürüklemiş durumda. 2006 yılında Etiyopya’nın Somali’de o dönem hâkim güç olan İslami Mahkemeler Birliği’ni tasfiye amaçlı ABD destekli harekâtının başarılı olmasından ve 2009’da Etiyopya güçlerinin çekilmesinden sonra ülke çok daha radikal karakterdeki değişik İslami grupların koalisyonu olan Eşşebab örgütüyle Geçici Federal Hükümet ve Afrika Birliği’nin “barış gücü” arasındaki silahlı mücadeleye sahne oluyor. 

Bu bağlamda ABD ülkede desteklediği Geçici Federal Hükümet kontrolünde olmayan bölgelere yardım yapmayı uzun süre reddetti. Öte yandan Eşşebab da ABD’nin ve hükümetin ajanı olmakla suçladığı uluslararası yardım kuruluşlarının kontrol ettiği bölgelere girmesine engel olarak felaketin boyutunun artmasına zemin hazırladı. Bu da uzun süre boyunca Geçici Federal Hükümet’in kontrolünde olmayan ülkenin güney bölgelerine yardım ulaşmasını engelledi. Kıtlığın en fazla vurduğu bölgelere uluslararası yardım kuruluşlarının ulaşması için taraflar arasında bir ateşkes oluşturulması ya da hiç olmazsa örgütün daha “ılımlı” kanadıyla diyalog kurulması yönündeki çağrılarsa göz ardı edildi. Bunun yerine ABD ülkedeki müttefiklerinin askeri harekâtlarını desteklemeyi tercih etti. Bu gelişmeler sonucunda ağustos başında Eşşebab, Geçici Federal Hükümet ve bölgede ABD’nin yakın müttefikleri Uganda ve Burundi güçlerinden oluşan “barış gücü” AMISOM birlikleri tarafından Mogadişu’dan çıkarıldı. 

Yukarıda betimlenen durumun Türkiye ile olan alakasına gelinirse, AKP ve Erdoğan’ın Somali’ye olan yakın ilgisinin arkasında kuşkusuz insani dayanışma duygularının çok ötesinde faktörler rol oynadı. Gerek bölgesinde gerekse de küresel düzeyde daha aktif bir profil çizmeye çalışan Erdoğan’ın şahsında Türkiye, Somali özelinde adeta emperyal özlemlerinin cisimleştiği bir örnek alana kavuştu. Türkiye hükümeti bir yandan ABD’nin desteklediği Geçici Federal Hükümete arka çıkarak küresel merkezle uyumunu bir kez daha gösterirken Erdoğan, özellikle “Batı’nın duyarsızlığı ve ikiyüzlülüğü” hususunda nutuklar atarak bir kez daha iç ve dış kamuoyunda puan toplama arayışına girdi. Bu anlamda Somali, Türk usulü neo-Osmanlı emperyal özlemlerin ve “medenileştirici misyonun” sergilenmesine vesile oldu. Erdoğan’ın beş bakan, çok sayıda medya mensubu, sanatçı vs. ile Somali’ye gerçekleştirdiği çıkarma, AKP’nin son dönemde rıza devşirmede yoğun biçimde tedavüle soktuğu dış siyasetin iç siyasetle olan bağlantısını yeniden gözler önüne serdi. Ziyaret ve sonrasında yapılan yardımlar Türkiye’nin müşfik elinin, pederşahi otoritesinin bir dışavurumuydu adeta. Somalililer tüm bu süreçte kendilerini idare etmekten aciz, olgunlaşmamış, çocuksu ve Türkiye gibi büyük bir ülkenin yardımına muhtaç bir toplum olarak sunuldu.

Sömürgecinin sömürgeleştirilenden failliği esirgediği tipik anlatısı çerçevesinde Türkiye paternal bir otorite, Somalililer ise bu paternal otoritenin şefkatine, yol göstericiliğine ve mürebbiliğine muhtaç varlıklar olarak resmedildi. Büyük bir tantanayla gerçekleştirilen Somali ziyareti sırasında Erdoğan adeta sömürge topraklarını ziyaret eden ve kendisine bağlı koloni yönetimini denetleyen sömürgeci rolündeydi. Sonrasında hükümeti temsilen Bekir Bozdağ’ın adeta Somali’den sorumlu bakan olarak bölgeyi sık sık ziyaret edeceğinin duyurulması, Türkiye’nin çöp toplama gibi bir takım temel hizmetleri sağlayacağını açıklaması, Somali’ye olan yaklaşımdaki klasik emperyalizmin “beyaz adamın yükü” tınısını bol miktarda ihtiva etmekte. Bir yandan dünya ve bölge kamuoyuna Türkiye’nin bu nizam verici rolü takdim edilirken öte yandan iç kamuoyuna İsrail’e ilişkin son dönem yapılan açıklamalarda olduğu gibi büyük ve müşfik ama gerektiğinde de bölgesine ayar vermekten de imtina etmeyen bir güç olmanın getirdiği tatmin duygusuyla özdeşleşme fırsatı sunulmuş olmakta. Elbette tüm bu resmi tamamlayansa Türkiye’nin Somali’de tıpkı Libya ve Suriye örneklerinde olduğu gibi ABD’nin çıkarlarıyla barışık ve bu çıkarlar paralelinde hareket ettiği gerçeği. Bu anlamda komşularla olmasa da emperyal “merkezle sıfır sorun” politikası Somali’de de itinayla hayata geçirilmekte.

Hiçbir Felaket “Doğal” Değildir

İnsan toplumları tarih boyunca kıtlık ve açlığın acısını çok çekti ama bolluk içerisinde kıtlık ve açlık yaşanması son birkaç yüzyılın, kapitalizmin bir hediyesi. Küresel ölçekte gıda üretimi dünya nüfusunu kâfi miktarda beslenmesine rahatlıkla yetmesine rağmen açlık sınırındaki insan sayısının muazzam miktarda artışını insan toplumlarının mevcut örgütlenme biçiminin, yani kapitalizmin insani ihtiyaçları karşılamanın değil, sermaye birikim rejiminin sürekli yeniden üretimi ve genişlemesini en kutsal amaç olarak benimseyen bir sistem olmasında yatıyor. DTÖ, Dünya Bankası, IMF gibi yapıların savunduğunun aksine gıda krizi üretimle ilgili bir sorun, yani gıda üretiminin artan dünya nüfusunu besleyememesiyle ilgili bir sorun değil, gıda üretiminin ve tarımın sermaye birikiminin acımasız gereklerine tabi tutulmasından kaynaklanmakta. Gıda üretiminin geçtiğimiz on yıllarda artan liberalizasyonu ve doğal varlıkların (su, toprak, tohum, hava) artan ölçüde metalaştırılması krizin asıl nedeni. Dolayısıyla “gıda egemenliği” talebi, yani toplumların gıdayı nasıl üreteceklerini ve aslında ne yiyeceklerini bizzat kendilerinin tayin etmesi günümüzde en önemli siyasal taleplerden birini oluşturmakta. 

Bu acımasız sistemin aklayıcıları Somali’de yaşanan felaketin sorumluluğunu kuraklığa, iklim değişimine, siyasal istikrarsızlığa bağlayıp felaketi tarihsel ve toplumsal bağlamından sıyırmaya çalışsalar da Somali örneği hiçbir “doğal” felaketin aslında bu anlamda “doğal” olmadığını, sonuçları itibariyle toplumsal ve tarihsel olduğunu bir kez daha olanca acımasızlığıyla gözler önüne seriyor. Sermayenin doğa üzerindeki tahakkümünün ekolojik krizi derinleştirmesiyle önümüzdeki yıllarda bu tür felaketlerin sayısında muazzam bir artışın olacağını ileri sürmek bir kehanet olmasa gerek. Bu ekolojik felaketlerin mağdurlarıysa krizin yaratılmasına en ufak bir sorumluluğu olmayan, aksine toplumsal yapıları neoliberalizm tarafından kırılganlaştırılan küresel güneyin (ve daha önce ABD’de yaşanan Katrina kasırgasının gösterdiği gibi “gelişmiş” kuzeyin de) yoksulları ve en alttakileri olacak. Ekolojik krizin giderek ağırlaşacak bilançosuna karşı insanlığın küresel eşitlik ve adalet ilkeleri temelinde insanla doğa arasındaki uyumun yeniden tesisi için mücadele etmekten başka bir yol yok.

(Bu yazı Ekososyalist Dergi Kolektif’in 11. sayısında yayımlanmıştır.)

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.