Somali’de Yoksullar, Emperyalizm ve Açlığa Yatırım
![]() |
- YAZI: STEFO BENLİSOY - |
Felaketin batılı medyada en fazla yer bulduğu Ağustos ve Eylül aylarındaysa üç milyonun üzerinde Somalili acil gıda yardımına ihtiyaç duymakta ve yüz binlerce insan mülteci konumunda bulunmaktaydı. Üstelik merkezini Somali’nin oluşturduğu bölgede yaşanan felakete ilişkin haberler uluslararası medyanın gündeminden büyük ölçüde düşmüş olmasına rağmen BM’nin tahminlerine göre önümüzdeki aylarda ülkede 750 bin kişi açlıktan ölme tehlikesiyle karşı karşıya kalacak.
Somali’deki açlık faciası gıda açısından kendine yeterli, hatta bir ihracatçı olan Afrika’ya ABD, Dünya Bankası, IMF ve egemenlerin sair küresel örgütleri tarafından on yıllardır dayatılan serbestleştirme ve yapısal uyum programlarının yarattığı yıkımın son tezahürü. Somali’nin tarımsal-göçer ekonomisinin neoliberal karşı reformlarla dağıtılma süreci onyıllara dayanan bir süreç. Dönemsel kuraklıklara rağmen küçük ölçekli aile tarımı ve göçebe hayvancılığa dayanan Somali tarımsal üretimi 1970’lere kadar büyük ölçüde kendine yeterliydi. Doğu Afrika’daki büyük kuraklık, gıda fiyatlarındaki rekor artış, tarımsal yakıt üretimi, Somali’de yıllar süren iç savaş ve Eşşebab örgütünün varlığı, ülkenin ormansızlaştırılması gibi tüm faktörler ülke tarımının neoliberal karşı reformlar aracılığıyla dağıtılması arkaplanı temelinde ülkede yaşanan devasa açlığın oluşmasına katkıda bulundular.
Sadece Somali değil, tarımsal üretimin gittikçe
ticarileştiği ve doğanın dönüştüğü bu sürecin sonucunda gerek Sahra-altı
Afrika’da gerekse de kıtanın neredeyse tümünde tarımsızlaşma ileri
boyutlara vardı. Daha birkaç on yıl önce bölge ülkelerinin çoğu gıda
açısından kendi kendilerine yeterli iken neoliberal karşı reform süreci
sonrasında gıda temini için ithalata ve yardımlara muhtaç hale geldiler
ve bu da tüm bu toplumları ekolojik kriz görüngülerine karşı aşırı
kırılgan hale getirmiş durumda.
Bu bağlamda Somali on yıllardır uygulanan
neoliberal karşı reform siyasetlerinin küresel güney toplumlarını
ekolojik felaketlere karşı ne ölçüde kırılgan hale getirdiğine bir başka
örnek oluşturuyor. Yapısal uyum programları aracılığıyla dayatılan
deregülasyon, özelleştirme, kamusal hizmetlerin aşındırılması ve
piyasalaştırılması ve kemer sıkma siyasetleri sonucunda güney
ülkelerinin küçük çiftçiler ve tarımsal üreticilerin istifade ettikleri
tarımsal destekler ve alımlar ortadan kalmış, tarımsal üretim ihracata
yönelik tarımsal ürünlere kaymış ve başta ABD olmak üzere büyük ölçüde
sübvansiyonlara dayanan gelişmiş batının ucuz tarımsal ürünleri yerli
piyasaları doldurmuştu. Kırın, suyun, toprağın, tohumun ve havanın
sermayenin alabildiğine tahakkümü altına alınması aracılığıyla
yağmalanması sürecinin son evresinde geçim araçlarından ve topraktan
mahrum kalma tehlikesine maruz kalan küçük köylülere aç kalmak ya da
kentlere göç ederek buradaki işsiz yığınlara katılma seçeneği dayatıldı.
Borç geri ödemeleri ekonomik faaliyetin neredeyse temeli haline
geldikçe eğitim, sağlık, altyapı gibi toplumsal alanlara yönelik
devletlerin ayırdığı kaynaklar radikal bir biçimde düştü. Bu da bugün
Somali’de yaşanan biçimiyle bir felaket anında en alttakilerin buna
karşı koyma kapasitelerinin ciddi oranda azalmasına yol açtı.
Bilim insanları başta Somali olmak üzere
Sudan, güney Sudan, Uganda gibi bölge ülkelerini etkileyen kuraklığın
küresel ısınmanın etkisiyle Pasifik Okyanusu’ndaki su yüzeyi
sıcaklığıyla ilintili El Nino ve La Nina fenomenlerinin yoğunlaşmasının
neden olduğunu öne sürmekteler. Bunun sonucunda Pakistan ve
Avustralya’da yıkıcı seller yaşanmaktayken özellikle Afrika’da da yağış
miktarı azalmakta. Somali’de son dört yılda yağış miktarında dramatik
düşüş kuşkusuz felaketin en önemli tetikleyicisiydi. Kimi yardım
kuruluşları daha ocak ayından itibaren BM’yi, Somali’deki Geçici Federal
Hükümeti ve onu destekleyen Batılı güçleri bahar aylarında da yetersiz
yağış olursa büyük bir insani felaketin kapıda olduğu noktasında
uyarmışlardı. Dolayısıyla aslında yaşanan felaket uzun süre önce
“geliyorum” demekteydi ve buna rağmen en azından acil kimi önlemlerin
alınmamış olması, yardım altyapısının inşa edilmemiş olması, bu ölçüde
vahim bir tabloya yol açtı. Ülkenin gıda üretiminin dağıtılması ve
ABD’nin “terörle savaş” gerekçesiyle ortaya çıkmasında büyük pay sahibi
olduğu iç savaşlar ve yabancı müdahaleler silsilesi, ülkeyi giderek
kıtlık tehlikesi karşısında daha kırılgan hale getirdi. Dolayısıyla
açlık tehlikesi yeniden belirdiğinde neredeyse onyıllardır açlık
sınırında yaşamakta olan Somali toplumu hazırlıksız yakalandı.
Gıda Krizi
Halihazırda dünya üzerinde bir milyardan
fazla insan, yani insanlığın yedide biri, yeterli gıdaya ulaşmakta
sıkıntı çekmekte. Gıda fiyatlarında meydana gelen en ufak artış bu
kesimleri derinden etkiliyor. Hane bütçelerinin neredeyse yüzde
altmışını gıdaya ayıran bu kesimlerin Somali’de yaşanana benzer kriz
zamanlarında bu harcamaları bütçelerinin yüzde seksenine yükseliyor. Tam
da bu yüzden temel gıda mallarının fiyatlarındaki rekor yükselişler
Arap ayaklanmalarının ve bir dizi başka güney ülkelerde geçtiğimiz
yıllarda tanık olduğumuz kimi büyük gösteri ve isyanların patlak
vermesinde önemli bir etkendi. Üstelik gıda fiyatlarında 2007 ve 2008
yıllarından itibaren meydana gelen devasa artışların dönemsel bir durum
olmadığını önümüzdeki süreçte de bu genel eğilimin devam edeceği, hatta
önümüzdeki aylarda fiyatların yine zirveye çıkma ihtimalinin yüksek
olduğunu DTÖ’nün kendisi vurgulamakta.
Gıda krizinin oluşmasının en büyük nedenleri,
egemen çevrelerin yaygınlaştırdığı biçimde değişik doğal faktörlere
dayalı üretim düşüşleri, siyasal istikrarsızlıklar, özellikle Çin ve
Hindistan başta olmak üzere güney ülkelerinin orta sınıflarının gıda
tüketimlerinin niteliğinin değişmesi ve niceliğinin artması değil, tarım
ürünleri piyasalarında artan spekülasyon ve iklim değişimine neden olan
fosil yakıtlara sözde bir alternatif olarak sunulan tarımsal yakıtların
üretimindeki yığınsal artış. Buna endüstriyel tarım üretiminin ve
dağıtımının giderek tam anlamıyla petrole bağımlı hale gelmesi ve petrol
fiyatlarının artışının da dolaysız biçimde küresel ölçekte gıda
fiyatlarının artmasına sebep olması da eklenmeli. 1970’li yıllarda
yaygınlaşan yeşil devrim ile tarımsal üretimin makine, kimyasal ve fosil
yakıt yoğun bir endüstri haline gelmesi özellikle bu girdilerin
fiyatlarına karşı üretimi gittikçe daha hassas kıldı. Petrol varil
fiyatının tarihi zirvelere ulaştığı 2008’de başlayan kriz öncesi
konjonktürünün tarımsal fiyatlardaki büyük artışlarla çakışması bu
bağımlılığın en büyük göstergesi.
Açlığa Yardım mı? Yatırım mı?
Açlık felaketine karşı dış yardımlar
meselesiyse bu denli büyük ölçüde bir felakette dahi insani değerlerin
siyasi ve askeri çıkarlara feda edildiğini acı biçimde kanıtlıyor. Bir
yandan sahra-altı ülkelere sağlanan gıda yardımları bu ülkelerde kalıcı
bir tarımsal üretim yapısının yeniden kurulmasını engelleyici bir işlev
görüyor ve yardımlara muhtaç halde kalmasına hizmet ediyor. Öte yandan,
birçok geçmiş örnekte olduğu gibi, ülkeye sağlanan yardımlar ABD başta
olmak üzere emperyalist aktörlerin bölgeyi tanzim etmek için
uyguladıkları siyasetleri tahkim edici bir işlev üstleniyor. Üstelik
ABD’nin “El-Kaide ve destekleyicilerine” yönelik mücadele stratejisi
çerçevesinde Somali’ye yönelik sayısız müdahaleleri ülkenin yıllardır
neredeyse sürekli bir iç savaş ve yabancı müdahalelerin pençesine
düşmesinde ve köktenci İslami hareketlerin güçlenmesinde önemli bir rol
oynadı. ABD, Etiyopya ve Uganda gibi bölgesel müttefiklerinin Somali’yi
kontrol etme amaçlı müdahaleleri yakın tarihte ülkeyi bir iç çatışma
sarmalı içerisine sürüklemiş durumda. 2006 yılında Etiyopya’nın
Somali’de o dönem hâkim güç olan İslami Mahkemeler Birliği’ni tasfiye
amaçlı ABD destekli harekâtının başarılı olmasından ve 2009’da Etiyopya
güçlerinin çekilmesinden sonra ülke çok daha radikal karakterdeki
değişik İslami grupların koalisyonu olan Eşşebab örgütüyle Geçici
Federal Hükümet ve Afrika Birliği’nin “barış gücü” arasındaki silahlı
mücadeleye sahne oluyor.
Bu bağlamda ABD ülkede desteklediği Geçici
Federal Hükümet kontrolünde olmayan bölgelere yardım yapmayı uzun süre
reddetti. Öte yandan Eşşebab da ABD’nin ve hükümetin ajanı olmakla
suçladığı uluslararası yardım kuruluşlarının kontrol ettiği bölgelere
girmesine engel olarak felaketin boyutunun artmasına zemin hazırladı. Bu
da uzun süre boyunca Geçici Federal Hükümet’in kontrolünde olmayan
ülkenin güney bölgelerine yardım ulaşmasını engelledi. Kıtlığın en fazla
vurduğu bölgelere uluslararası yardım kuruluşlarının ulaşması için
taraflar arasında bir ateşkes oluşturulması ya da hiç olmazsa örgütün
daha “ılımlı” kanadıyla diyalog kurulması yönündeki çağrılarsa göz ardı
edildi. Bunun yerine ABD ülkedeki müttefiklerinin askeri harekâtlarını
desteklemeyi tercih etti. Bu gelişmeler sonucunda ağustos başında
Eşşebab, Geçici Federal Hükümet ve bölgede ABD’nin yakın müttefikleri
Uganda ve Burundi güçlerinden oluşan “barış gücü” AMISOM birlikleri
tarafından Mogadişu’dan çıkarıldı.
Yukarıda betimlenen durumun Türkiye ile olan
alakasına gelinirse, AKP ve Erdoğan’ın Somali’ye olan yakın ilgisinin
arkasında kuşkusuz insani dayanışma duygularının çok ötesinde faktörler
rol oynadı. Gerek bölgesinde gerekse de küresel düzeyde daha aktif bir
profil çizmeye çalışan Erdoğan’ın şahsında Türkiye, Somali özelinde
adeta emperyal özlemlerinin cisimleştiği bir örnek alana kavuştu.
Türkiye hükümeti bir yandan ABD’nin desteklediği Geçici Federal Hükümete
arka çıkarak küresel merkezle uyumunu bir kez daha gösterirken Erdoğan,
özellikle “Batı’nın duyarsızlığı ve ikiyüzlülüğü” hususunda nutuklar
atarak bir kez daha iç ve dış kamuoyunda puan toplama arayışına girdi.
Bu anlamda Somali, Türk usulü neo-Osmanlı emperyal özlemlerin ve
“medenileştirici misyonun” sergilenmesine vesile oldu. Erdoğan’ın beş
bakan, çok sayıda medya mensubu, sanatçı vs. ile Somali’ye
gerçekleştirdiği çıkarma, AKP’nin son dönemde rıza devşirmede yoğun
biçimde tedavüle soktuğu dış siyasetin iç siyasetle olan bağlantısını
yeniden gözler önüne serdi. Ziyaret ve sonrasında yapılan yardımlar
Türkiye’nin müşfik elinin, pederşahi otoritesinin bir dışavurumuydu
adeta. Somalililer tüm bu süreçte kendilerini idare etmekten aciz,
olgunlaşmamış, çocuksu ve Türkiye gibi büyük bir ülkenin yardımına
muhtaç bir toplum olarak sunuldu.
Sömürgecinin sömürgeleştirilenden failliği
esirgediği tipik anlatısı çerçevesinde Türkiye paternal bir otorite,
Somalililer ise bu paternal otoritenin şefkatine, yol göstericiliğine ve
mürebbiliğine muhtaç varlıklar olarak resmedildi. Büyük
bir tantanayla gerçekleştirilen Somali ziyareti sırasında Erdoğan adeta
sömürge topraklarını ziyaret eden ve kendisine bağlı koloni yönetimini
denetleyen sömürgeci rolündeydi. Sonrasında hükümeti temsilen Bekir
Bozdağ’ın adeta Somali’den sorumlu bakan olarak bölgeyi sık sık ziyaret
edeceğinin duyurulması, Türkiye’nin çöp toplama gibi bir takım temel
hizmetleri sağlayacağını açıklaması, Somali’ye olan yaklaşımdaki klasik
emperyalizmin “beyaz adamın yükü” tınısını bol miktarda ihtiva etmekte.
Bir yandan dünya ve bölge kamuoyuna Türkiye’nin bu nizam verici rolü
takdim edilirken öte yandan iç kamuoyuna İsrail’e ilişkin son dönem
yapılan açıklamalarda olduğu gibi büyük ve müşfik ama gerektiğinde de
bölgesine ayar vermekten de imtina etmeyen bir güç olmanın getirdiği
tatmin duygusuyla özdeşleşme fırsatı sunulmuş olmakta. Elbette tüm bu
resmi tamamlayansa Türkiye’nin Somali’de tıpkı Libya ve Suriye
örneklerinde olduğu gibi ABD’nin çıkarlarıyla barışık ve bu çıkarlar
paralelinde hareket ettiği gerçeği. Bu anlamda komşularla olmasa da
emperyal “merkezle sıfır sorun” politikası Somali’de de itinayla hayata
geçirilmekte.
Hiçbir Felaket “Doğal” Değildir
İnsan toplumları tarih boyunca kıtlık ve
açlığın acısını çok çekti ama bolluk içerisinde kıtlık ve açlık
yaşanması son birkaç yüzyılın, kapitalizmin bir hediyesi. Küresel
ölçekte gıda üretimi dünya nüfusunu kâfi miktarda beslenmesine
rahatlıkla yetmesine rağmen açlık sınırındaki insan sayısının muazzam
miktarda artışını insan toplumlarının mevcut örgütlenme biçiminin, yani
kapitalizmin insani ihtiyaçları karşılamanın değil, sermaye birikim
rejiminin sürekli yeniden üretimi ve genişlemesini en kutsal amaç olarak
benimseyen bir sistem olmasında yatıyor. DTÖ, Dünya Bankası, IMF gibi
yapıların savunduğunun aksine gıda krizi üretimle ilgili bir sorun, yani
gıda üretiminin artan dünya nüfusunu besleyememesiyle ilgili bir sorun
değil, gıda üretiminin ve tarımın sermaye birikiminin acımasız
gereklerine tabi tutulmasından kaynaklanmakta. Gıda üretiminin
geçtiğimiz on yıllarda artan liberalizasyonu ve doğal varlıkların (su,
toprak, tohum, hava) artan ölçüde metalaştırılması krizin asıl nedeni.
Dolayısıyla “gıda egemenliği” talebi, yani toplumların gıdayı nasıl
üreteceklerini ve aslında ne yiyeceklerini bizzat kendilerinin tayin
etmesi günümüzde en önemli siyasal taleplerden birini oluşturmakta.
Bu acımasız sistemin aklayıcıları Somali’de
yaşanan felaketin sorumluluğunu kuraklığa, iklim değişimine, siyasal
istikrarsızlığa bağlayıp felaketi tarihsel ve toplumsal bağlamından
sıyırmaya çalışsalar da Somali örneği hiçbir “doğal” felaketin aslında
bu anlamda “doğal” olmadığını, sonuçları itibariyle toplumsal ve
tarihsel olduğunu bir kez daha olanca acımasızlığıyla gözler önüne
seriyor. Sermayenin doğa üzerindeki tahakkümünün ekolojik krizi
derinleştirmesiyle önümüzdeki yıllarda bu tür felaketlerin sayısında
muazzam bir artışın olacağını ileri sürmek bir kehanet olmasa gerek. Bu
ekolojik felaketlerin mağdurlarıysa krizin yaratılmasına en ufak bir
sorumluluğu olmayan, aksine toplumsal yapıları neoliberalizm tarafından
kırılganlaştırılan küresel güneyin (ve daha önce ABD’de yaşanan Katrina
kasırgasının gösterdiği gibi “gelişmiş” kuzeyin de) yoksulları ve en
alttakileri olacak. Ekolojik krizin giderek ağırlaşacak bilançosuna
karşı insanlığın küresel eşitlik ve adalet ilkeleri temelinde insanla
doğa arasındaki uyumun yeniden tesisi için mücadele etmekten başka bir
yol yok.
(Bu yazı Ekososyalist Dergi Kolektif’in 11. sayısında yayımlanmıştır.)
YORUM YAZIN