Header Ads

Bachmann: Yazmak, Gitmek ve Elbette Aşk

- GÖZDE DEMİREL -
Öyle zor ki çok sevdiğin bir yazar hakkında yazmak. Günlerdir aklımda. Yazmak istiyorum. Masanın başına oturuyorum bambaşka şeyler yazıyorum, zihnim dağılıyor ya da bir iş çıkıyor bir yerlere gidiyorum. Yani bildiğin hayat…

Öte yandan hayat’tan iyelik tamlamasıyla “hayatım” olarak bahsedince benim için bir nevi yükümlülük yazmak… Yazmadan yaşayamıyorum. Yazarken okumaktan besleniyor insan biraz da. Tabi insanlardan, mekanlardan da elbet ama dil oluşurken yazınında dil ile uğraşanların etkisi ne de büyük…

Bachmann’ın bütün kitaplarını nefes almazcasına okuyan benim gözümden kaçmış Paul Celan ile birbirlerine yazdıkları mektupları. Geç oldu ama yine nefes almadan okudum Kalp Zamanı’nı ( Turkuaz Yayınları, 2009)

Derken artık otur ve Bachmann hakkında “kendince” bir şeyler yaz Gözde dedim. Yazmasam olmayacaktı. Rahat edemeyecektim.
*

Ingeborg Bachmann’ı yazmak zor geliyor. Çok zor geliyor.  Bir çay içiyorum sonra dolanıyorum evin içinde biraz. Kendimi yazıya hazırlarken, yazmayı ve derken Bachmann’ın yazılarını düşünüyorum. Hatta nasıl yazdığını düşlemeye çalışıyorum. Mutlu muydu o anlar da yoksa huzursuz nu? O mutsuz hallerinde bile derin bir mutluluk var bence. Yazmak için derin mutsuzluklara kendini bırakabilmek gerekse de bazen , iki uç arasında gidip gelmek ve aralarda debelenmek ama harfin kelime, kelimenin cümlenin, cümlenin kurguya dönüştüğü o nokta öyle bir haz ki katlanılır kılıyor tüm o mutsuzluğu.

Üstelik bu lanet olduğu kadar hediye. Yazabilmek. Hediye olduğu kadar lanet.

 *

1926’da doğmuş Klagenfurtlu bir yazar Ingeborg Bachmann. Sert yüz hatları var ve yollara tutkun… Ki mektuplarda da beni en çok vuran bu oldu belki. Gitmese bile sürekli gitmekten vazgeçmesi derken an gelip kendini başka rotalarda buluvermesi…

Öte yandan giderken bazen yolların bile onu gitmekten alıkoyduğunu hissetmesi.  Yabancılaşma şiirinin sonunda olduğu gibi: “ Ateşler yanacak gece bastırdığında dağlarda. Yoksa davranıp yine koşmalı mı oralara? Yollar yitirmişler artık yolluklarını gözümde.”

Ama konumuz bu değil. Ben bugün belki de Ingeborg Bachmann yazarken yollardan bahsetmek istemiyorum. Onun hem Paul Celan’a hem de Max Frisch’e duyduğu aşka dair bir şeyler karalamak istiyorum. Çünkü o kadar doğal ki onun aynı anda iki kişiyi sevmesi ama daha da doğalı aşık olduğu insanla yaratıcılığı özellikle de yazıyı özdeşleştirmesi…

Ingeborg daha 22-23 yaşlarında, Paul Celan’a ilk aşık olduğunda yazdığı mektuplardan birinin bir bölümü şöyle: “ Yine bana yazasın diye yazmıyorum sana, bana keyif verdiği için ve istediğim için yazıyorum.”  Ve devam ediyor mektup…”Bugün seni seviyorum, o kadar aklımdasın ki. Bunu sana mutlaka söylemeliyim, eskiden bunu söylemediğim çok olurdu.”

Aşık olduğun biriyle yazıyı, edebiyatı konuşmak kelimeleri paylaşmak ne de büyük bir haz… Anlatabilmek ve anlaşılabilmek. Bachmann şanslı bu yüzden, bunları anlatabildiği bir aşkı – kaybetse dahi – yaşadığı için.

Celan’a 1961 yılında yazdığı ve göndermediği bir mektubunda - ki bu Celan’a yolladığı son mektuplarından biridir Bachmann’ın - veda ederken kendini anlatıyor Bachmann adeta:  “Dışarıdan gelen iğrençlik – bunun gerçek olduğuna beni inandırmak zorunda değilsin, çünkü büyük ölçüde biliyorum – gerçi zehirleyici ama atlatılabilir, atlatılmalı. Bununla yüzleşmek şimdi sadece sana bağlı olabilir; bütün açıklamaların, ne kadar doğru olursa olsun her müdahalenin senin içindeki mutsuzluğu azaltmadığını görüyorsun.” … “Arkadaşlarını da kaybediyorsun, çünkü insanların senin için daha az değeri olduğunu, kendilerinin gerekli olduğunu düşündükleri itirazlarının bir değeri olmadığını hissediyorlar.” … “Yakınmıyorum. Bilmesem de, sapmak istediğim, saptığım bu yolun gül bahçesi olmayacağını biliyordum.”

*

Aşkı daha da ötesi yaşanılan bir hissi, bir anı belki de bir yanılsamayı yazıyla, yazmakla özdeşleştirmek. Ne büyük bir keyif ama bir yandan da ne büyük bir sorumluluk… Sözler daha fani sanki. Değiştirebiliyorsun, dönüştürebiliyorsun hatta inkar bile edebiliyorsun ya da karşındakine “a sen yanlış anladın ben bunu anlatmak istemiştim” diyebiliyorsun. Yazı ise sorumluluk. Kalıcı kılmak söylemek istediklerini. O yüzden yazarken hem dikkatli hem de olabildiğine dikkatsiz olmalı insan. Kendi olurken, yazıya da ihanet etmemeli.

Anadilimi, Türkçeyi biraz da yazıyla oynayabildiğim için seviyorum. En çok bildiğim kelime kendi dilimde ne de olsa. Yazı ve yazgı arasında bağlantıyı Türkçede dile dökebiliyorum. İşte biraz da bu yüzden anadilde eğitimi savunuyorum, tek dili değil çok dili… Tekilliği değil çoğulculuğu…

Ben şanslıyım.  Çoğu kez tercih etme şansım oldu hayatta. Özgürdüm. Doğuştan edinilmiş ve pek çoğu ait olduğum çoğunluğa mensup olmam dolayısıyla doğal kabul edilmiş haklarım vardı( ki bu doğal olan zaten). Ama ben kendi doğalımı yaşarken bir başkasının yapaylığa, zorlanmaya gelmesini hiç haz edemiyorum. İşte o yüzden Türkçeyi çok seviyorum ve işte o yüzden bu ülkenin Kürtlerinden Lazlarına kendini istediğince istediği gibi tanımlayan herkes istediği dili konuşabilmeli, istediği dilde yazabilmeli, istediği dilde aşık olabilmeli…

Ingeborg Bachmann, Paul Celan, mektup derken nerelere geldik yine değil mi? Uzun olacağa benziyor bu yazı. O zaman yine mektuplara dönelim biz…

*

Mektuplar sadece Ingeborg Bachmann’a ait değil elbet. Paul Celan’ın kelimeleri ne nasıl baştan çıkarıcı sevdiği kadına yazarken…

Ne kadar gerçekçi… Ne kadar hayatsal. Ne kadar doğal… Tam da hayal edilebilecek gibi. Çünkü başka türlü düşünemiyorum ben gerçekten yazıya gönül vermiş iki insanın aşkını. Çarpan, içinde hem kabullenişin hem reddedişin olduğu, hem egoların çarpıştığı hem de kaybetme korkusunun her şeyden ağır bastığı bir şey olmalı aşk. Yıpratmalı insanı ve öteletebilmeli kendinden başka her şeyi. Bir bakışta ateşler çıkarabilmeli bir kadının gözlerinden, uzaktan izlenebilmeli sevilen o kadın bir erkeğin gözlerinde…

Düşünce ve yazıdan ibaret olmalı böyle bir aşk. Karşındakine dokunduğun kadar yazdığınca da gerçeğe dönüşmeli…

İtiraflar ve reddedişler olmalı biraz. Anlamamalar, anladığını iddia etmeler, anlaşılmadığını düşünmeler… Yanılmalar ve yanılsamalar…

Tıpkı Celan’ın yazdığı gibi...20 Ağustos 1949’da.

“Belki de yanılıyorum, belki de birbirimizden tam da buluşmayı arzuladığımız noktada kaçıyoruz, belki suç her ikimizde. Bazen kendi kendime benim suskunluğumun belki de seninkinden daha anlaşılır olduğunu söylüyorum, çünkü üzerime yüklediği karanlık daha eski.”

Ve elbet Ingeborg’un da yanıtladığı gibi 5 gün sonrasında…

“ Ama bir ilişki kurmadım, hiçbir yerde uzun kalmıyorum. Her zamankinden daha huzursuzum, hiç kimseye bir söz vermek istemiyorum, veremiyorum. Mayısımızın ve Haziranımızın ne kadar zamandır her şeyin gerisinde kaldığını soruyorsun; bir tek gün bile değil, canım! Mayıs ve Haziran benim için bu akşam y ada yarın öğlen ve daha uzun yıllar kalacak”

*

Bachmann ve Celan’ın arasındaki aşkta ( ki edebi aşkın son ana kadar devam ettiğini düşünüyorum) kavuşmadan daha çok kavuşamama olgusu hakim. Bu bana çok doğal geliyor. Yazarken yaşayan ama aynı zamanda kendini durmaksızın yaralayan iki kişinin birbirlerini yaralamamalarını beklemek mantıksız olurdu. Ki Bachmann’ın hayatının merkezine koyduğu öğelerden birinin “gitmek” ve gitme eyleminin sadece mekansal olmadığını da hesaba katmalıyız.  Öte yandan “gitmek” ile zaman zaman kendini özdeşleştirmeyi dahi seçen Bachmann, Celan’ı “ruhsal” bir gidişten dolayı suçlamadan da duramaz: “Sen çoktan benden gitmişsin, ben nasıl senin yanında olabilirim, söylesene”

Celan da bunun farkındadır. Bir mektubunda Bachmann’a Andrew Marell’in bir şiirini yollar: “Demek ki ikimizi bağlayan/ Ama kaderin kıskanıp engellediği Aşk/ Birleşmesidir zihinlerin ve/ Karşıtı yıldızların”
Bachmann’ın gitme olgusu hayatının her anında olduğu gibi mektuplarında da kendini belli ediyor. “ Viyana’da yaprak kıpırdamıyor, burada en iyi şey bu, ama benimle bu şehir arasındaki yabancılaşmayı hiçbir şekilde açıklayamıyorum.”

*
Bachmann dünyayı sorgular. Sorarken kendini yaralar. Aşkı yaşar, yaşarken onun ölme ve öldürme biçimlerinden biri olduğunu haykırır. Örneğin Malina’da…

Malina’da da aşkı görürüz, hissederiz en çok. Bu yaratılıcılıkla iç içe geçmiş bir aşktır. “ Ivan her ne kadar hiç kuşkusuz benim için yaratılmışsa da, onun üzerinde asla kendi başıma hak süremem. Çünkü o sessiz harfleri yeniden sabit ve anlaşılır kılmak, sesli harfler, eksiksiz yankılanabilmeleri için yeniden açmak, sözcüklerin yeniden dudaklarıma yükselmesini sağlamak, parçalanmış ilk bağlamları yeniden kurmak için geldi…”

Ve bir cümle daha…” Gözümde bu yeteneklerin arasından en basitini, kısacası Ivan’ın beni yeniden güldürebilmesini somutlaştırıyorum.”

Birini somutlaştırmak. Benim fotoğrafı videodan daha çok sevmemin nedeni de budur. Bir anı donduruvermek… Geçmişi fotoğraf kareleriyle anımsıyoruz. Bir bakış bir gülüş. Belki de o yüzden her şey bir an içinde olup bitiyor. O yüzden “an”lar çok geniş çünkü içine tüm yaşanmışlıklar sığdırılabiliyor.

*

Malina’nın yüreğime oturan cümlelerinden biri  “ İnsanoğlu gerçeği taşıyabilecek güçtedir “dir.

Bachmann, 1973 yılında Roma’da aldığı ilaçların ardından kendini uykuya teslim ettiğinde çıkan yangında öldü.  Belki de ölmeyi seçti. Bilinmiyor. Ama seçtiyse bile ben onun intiharını bir kaçış olarak görmüyorum, gerçeği taşırken yorulmuştur belki de diye düşünüyorum.

Kayıpların ardından can bazen öyle yanar ki nefes almak zorlaşır üstelik. Sahi siz hiç düşünmediniz mi? Hani birini seversiniz, o kadar seversiniz ki o sizi ne kadar “o kadar” sevmese hatta hiç görmeseniz hatta bir daha asla hayatınızın içinde olmayacağını bildiğiniz ve hatta ondan nefret ettiğinizi herkese söylediğiniz halde “var” olsun istersiniz. Öyle istersiniz onun kaybolmasından o kadar korkarsınız ki bir sabah telefonunuz çalsa, o öldü deseler yaşayacak nedeniniz kalmadı gibi gelir. Sahi size hiç olmadı mı böyle?  Hani der ya Bachmann “sen değilsin yitirdiğim, dünya.” İşte öyle…

*
Aşk bir boyun eğiş midir? Ben böyle düşünmüyorum. Belki sevgi, belki fedakarlık bunlarla “boyun eğme” fikri bağdaştırılabilir ama aşk zaten başlı başına bir “düzen bozma, karşı çıkma” iken boyun eğme ona ait değil gibi geliyor. Boyun eğmediğin noktada da çatışmalar ve belki de bu yüzden kaybetmeler mümkün oluyor.

Yüreğin mayasında “gitmek” de varsa biraz uysallık kadar şiddet de oluyor belki de benlikte… Başkaldırı, isyan sadece haksızlığa karşı değil,  ne insanca ki egolar çarpıştığı an en değer verilenlere karşı da oluyor. Bachmann’ın Celan’la mektuplarında da Max Frisch ile olan ilişkisinde de bunu görmek mümkün.  Belki de bu davranışı, Manhattan’ın İyi Tanrısı kitabında dile geliyor. “Kurtar beni! Kendinden de benden de. Öyle davran ki, artık birbirimizle uğraşmaktan vazgeçelim, ben de sana karşı uysal olayım.”

*

Bachmann terör ve ölümün farkındadır, duyarsızlığın ve umursamamanın da… Öte yandan yaşamın da farkındadır, farkına varmanın da umut etmenin de ve aşkın da…  Ve bunların birbiriyle ne kadar iç içe olduğunu da dile getirir. Aşktan bahseder ama ardından ekler: Faşizm iki insan arasındaki ilişkide başlar.

Barışa inanıyordu. O kadar inanıyordu ki zorluğunu da bilir. “ Gerçek savaş, her zaman adı barış olan savaşın patlamasıyla doğar” der bir röportajında.

Biraz da bunun için yaşar sanki ve biraz da bunun için yaşar. “Bir günün gelmesi için.”

“Gerçekte inandığım bir şey var ve ben buna “bir gün gelecek” diyorum. Ve özlemini çektiğim şey bir gün gelecek… Gelmeyecek ama yine de inanıyorum geleceğine… Çünkü eğer inanmazsam artık yazamam.”

*
Bachmann zor bir yazar. Bir o kadar da keyifli. Tutkulu ve bir kere keşfedince bırakılamayan, içselleştiren. Aşk gibi biraz da…

O yüzden çok zor oldu onun hakkında bir şeyler yazmak. Son satırları yazarken kendine güvenemiyor insan. Yazının kurgusundan tutun da yazmak istediklerime hiçbir şeye emin olamıyorum.  İşte tam da bu yüzden, nasıl bitireceğime bir türlü karar verememenin ağırlığı ile son sözü yine Bachmann’a bırakıyorum.

Ve şimdi, ateş yiyen bir hokkabazla olan/ artık güvenmeyen, kalbi artık çarpmayan ben, kimim!/ Ne olacak sonunda?/ Acılarımla sızılarımla daha fazla kalamasaydım yaşamda/ sıkıcı ve ağır, ve de ruhsuz olurdum.

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.