Fikir İşçisi mi, Fikir Komandosu mu?
![]() |
- FAYSAL TUNÇ - |
Genelde kabul gören anlayış, özgür bir basının olabilmesi için öncelikle basın ahlakının olması gerektiği yönündedir. Bu anlamda sert bir giriş yapalım: Türkiye’de basın özgürlüğü ahlakı da yoktur. Basına güven ve saygı da yoktur. Mevcut basın-yayına olmamalıdır da. Hatta evrensel tanımı ve misyonuyla irdelendiğinde, iki elin parmaklarını geçmeyecek kadar olan özgün-özgür kurumlar/yayınlar dışında, Türkiye’de gazetecilik bile yoktur diyebiliriz.
Dünyada XIX. Yüzyılın ortalarından itibaren gazetecilik; yüce amaçları olan toplum yararına ve fikir işçiliği esasına dayanan en saygın meslek olarak tanımlana gelmiştir. Halkın sesini, toplumun iç ve dış sorunlarını olduğu gibi yansıtmak, saygın mesleğin gereklerini yerine getirmenin zorunluluklarındandır. Gazetecilerin yaptığı bu görev, onlara da mesleklerinin saygınlığından payını verir. Eğer gerçekten “gazeteci” ise! Dünyada XIX. Yüzyılda bu denli saygın, değerli olan -günümüzde de tanım olarak böyledir- gazetecilik, XXI. Yüzyılda Türkiye’de ne durumdaymış, ne derece saygınmış ona bakalım.
Basın-yayın kurumlarının saygın ve güvenilir olmadığını birçok araştırma sonucunda (anket vb.) anlayabiliyoruz. Yakın tarihte yapılan bir ankette bu gerçek, çarpıcı bir biçimde sözlerimizi doğrular nitelikteydi. Ankete katılan insanlara, “Basın-yayına güveniyor musunuz, inanıyor musunuz” şeklinde sorular sorulmuştu. Soruya verilen “evet” cevabının oranı, Türkiye’de basın-yayının bittiğinin ilanıydı resmen: Binde dört! Başka bir ifadeyle, bu ülkedeki her bin insandan sadece dördü basın-yayın kurumlarına inanıyordu. Sonuçlar ışığında farklı bir araştırma yapılsaydı, bu işle birinci ve ikinci dereceden ilgilenen insanların da basın-yayına, yani kendilerine inanmadıkları gibi bir başka sonuca ulaşmak mümkün olabilirdi ki, M. Ali Birand (kendisi medya tekellerinin kıdemli gazetecilerinden biridir), “Olur olmaz haberler yapıyoruz. İşin ilginci insanlar inanıyor, bir süre sonra biz de o haberlerimize inanıyoruz. Artık böyle olmuyor!” mealinden sözleriyle itirafta bulunmuştur.
Peki anketlerin sonucu sürpriz mi? Bizce hayır! Hatta bu oran Fırat’ın doğusunda sıfıra bile inebilir. Nedeni de basit: Bu ülkede en çok Kürtler ile ilgili yalan haber yapılır.
Özcesi, toplum, basın-yayına inanmıyor. Basın, kendine saygısı olmadığı için, “sürü” saydığı toplumdan saygı da görmüyor. Öyle ya, bir yayının saygınlığı, her şeyden önce doğru, ilkeli, tarafsız ve özgür haberlerinde, duruşunda gizlidir. Yayınlar için bu mesleki sorumluluktan çok, okuruna saygısının da bir gereğidir.
Yine gazeteciliğin temel ilkeleri vardır. Dünyada bu ilkelerin kökeni BM İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ne kadar götürebilir (10 Aralık 1948). Türkiye’de ise Basın Ahlak Yasası 1960’ta, Basın Meslek İlkeleri ise (kağıt üstünde kalsa da) 1988’de kabul edilmiştir. Ancak ne dünya ölçülerine ne de kendi ölçülerine dikkat etmişlerdir Türkiye’deki gazeteciler. Bu yönüyle bakıldığında, yapılan gazetecilik değildir. Kar amacıyla kurulmuş şirketlerin-kurumların “haber” diye pazarladığını, rant koparmak için silah gibi kullandığı ticari bir faaliyettir. İktidar tokmakçılığı veya yağdanlığıdır. Özellikle Kürtler, Ermeniler vb. halklar (tarihsel ve güncel düşmanlar) söz konusu olduğunda, milliyetçilik sosuyla iktidara (ordu olarak da anlayabilirsiniz) yaranmak için, siyasi nitelikte daha çok küfürnameler yazılır. Özel savaş dairesinin kalemşörlüğünü yapan “köşe kadınları”ndan tutun da, üzerine silah ve panzerle giden, ülkesini büyük bir gaz odasına çeviren polise taş atan, zafer işareti yapan bölgenin “küçük generalleri”ni teşhir etmek için hayatını ortaya koyan “milli kahraman” sokak muh(a)birine kadar, bütüne yakın provokatör “gazeteci”, televizyoncu vs direkt özel–psikolojik–kirli savaş koordinatörlüğünce hareketlendirilerek bir orkestra uyumuyla sistemin “emir kulu” olmaya Kürt ve diğer halklara/azınlık gruplarına, herkese küfür etmek, hedef göstermek için çabalarlar. Özellikle Kürtler ile ilgili haberleri inceleyen dikkatli bir gözlemci, bu anlayışın ve “haber dili”nin bir merkezden yöneltildiğini çok rahat anlar.
Mesela BDP yöneticilerinin, eylem etkinlikleriyle ilgili haberlerin gündeme gelmesi için ya bir çatışmanın olması gerekir ya da bir çatışmaya-lince zemin hazırlamak için çarpıtılmış beyanatlar verilir. Yine BDP’li siyasetçilerin sözleri daima, “iddia etti”, “ileri sürdü” vb. eklerle bitirilir. Bunun da basın alanında anlamı ”söylüyor(lar) ama inanmayın”dır. Çok somut olaylardan herhangi bir görüş bildirimine kadar bu “dil” egemendir söz konusu yayınlara. Özellikle Kürtler ile ilgili haberlere bir “milliyetçi kulp” takar bu kurumlar ki, bunun Fırat’ın batısına negatif mesaj verme amacı vardır. Deyim yerindeyse Türkiye’de basın-yayın savaş alanlarının öncü birliği gibidir. Normalde fikir işçisi iken burada “fikir komandosu”dur gazeteci. Zap merkezli/hedefli “güneş operasyonu” sürecinde yapılan haberler hatırlanırsa ne demek istediğimiz anlaşılır.
Hadi Kürtler olarak anladık, bize düşman bir basın gerçeği var… Peki ya dillerinde besmele olan “vatan-millet”i için neden bile bile düşmanca haber-yayın yapıyor “vatansever basın”? Sorumuzun cevabı, basının karakteri ve iktidar ile olan ilişkisinde gizlidir. “Ana akım medya”, “merkez medya”, “kartel medya”, “tetikçi medya/basın”, “burjuva basın”, “boyalı basın”, “Mehmetçi basın” vs… Çoğaltmak mümkün. Çeşitli basın tanımlaması yakıştırması vardır ve hepsi de kendi çapında doğrudur.
Basın-yayın için bu kadar çeşitli tanımlamanın yapılmış olması, kapsamı ve önemi ile ilgili olsa gerek. Nitekim basın-yayının toplumu yönlendirme, etkileme, aydınlatma gibi önemli siyasal, sosyal, kültürel işlevleri de vardır. Bundan dolayıdır ki “dördüncü kuvvet” tanımı da yapılır medya için. Yasama, yürütme, yargıdan sonra geldiği söylense de aslında yürütme ile el ele gider ve yasamayı da, yargıyı da denetler, etkiler, yürütür. (Çoğunluk içi iktidar yollarının şantaj ve baskı aracı olarak kullanılır.)
Öyle ki, 1992’de dönemin Başbakanı Demirel, yargıyı da geride bırakarak, Kürt sorununu kast ederek, “Basın istediğimiz gibi çalışsın, bu sorunu çözeriz” demiştir. Tabii Demirel’in çözüm mantığını biliyoruz. O ayrı konu…
Muazzam etki gücüne sahip olan basın-yayını nasıl kullandığı ortada. Daha da anlaşılır kılmak için güncel gerçekliğe ilişkin de birkaç sözlükle basın-yayın faaliyetlerine değinelim.
Sistemin göbek bağı ile bağlı basında yayımlanan diziler, spor, kültür, film, magazin vb. programların hepsini inceleyim. Göreceğiz ki, yapılmak istenenin apolitik bir gençlik, yoz-güdülerine bağlanmış bir toplum yaratma hedefi-amacı öne çıkar. Daha bilinen bir ifadeyle toplum, basın-yayın öncülüğünde “3.5” ile şekillendirilir. Cinsellik, spor, sanat-kültür, edebiyat, hukuk, bilim, felsefe vb. belli başlı alanlar, objeleştirilerek toplum faşizmin “gösteri toplumu”na dönüştürülür. Bu konuda sistemin saç ayakları ya da mimarları ulus-devletler, küresel şirketler ve medya tekelleridir.
Toplumu özünden boşaltma, ahlaki açıdan bitirme, politik yönden çökertme, varsa toplumu etkileyecek bir güç/örgüt/ideoloji, topyekun karalama kampanyalarıyla çarpıtma, mevcut iktidar dışında alternatifsizmiş gibi gösterme (örneğin; “ya AKP ya da CHP’ye oy verin, olmazsa MHP de olur” türünden seçim dönemi yayınlarını hatırlayalım)… Bütün bunlar, daha fazla toplumda biraz robot, biraz hayvan, az bir şey de uysal bir insan olarak” “ye-iç-yat felsefesi”yle yürüyen siyaset-memlekete düşünmeyen bir “model insan” yaratmaktır.
Bu çerçevede üç temel güdü hareketlendirilir. İlk ikisi biraz daha gizliden yapılırken, üçüncüsü çok açık ve en yoğun kullanılanıdır. Bunun içindir ki, bisküviden arabaya, sakızdan emlak reklamlarına kadar kullanılan “obje” kadındır. Basın yayının içine düştüğü bu durumu görünce rahatlıkla birçok dev basın-yayın kurumunun gazetecilik yapmadığını savunabiliyoruz.
Önyargılı değerlendirmelerde bulunmadığımızı gazeteciliğin temel ilkelerden sadece bir tanesini paylaşarak gösterelim.
“Gazeteci, başta barış, demokrasi ve insan hakları olmak üzere, insanlığın temel evrensel değerlerini, çok sesliği, farklılıklara saygıyı savunur. Irk, etnikte, cinsiyet, milliyet, din, dil, sınıf ve felsefi inanç ayrımı yapmadan tüm ulusların, tüm halkların ve tüm bireylerin haklarını ve saygınlığını tanır. Bir ulusun, bir topluluğun ve bireylerin kültürel değerlerini ve inançlarını veya inançsızlığını doğrudan saldırı konusu yapamaz. Gazeteci, her türden şiddeti haklı gösterici, özendirici ve kışkırtıcı yayın yapmamaya özen gösterir.” Tek bir gazetecilik ilkesi böyle!
Tabii ki gazetecilerin de ideolojik-politik görüşleri vardır ve bunları açıklama haklarına sahiptirler. Ancak bunu haberlerinde yapamazlar. Yorum yazabilirler bunun için ve haber ile yorumu net bir şekilde ayırırlar. Hakaret, iftira bir haberin içinde hiç ama hiç yer almamalıdır. Ama gelin görün ki Türkiye’de yaşıyoruz. Belki ciddi anlamda, Cumhuriyet tarihi, hatta Osmanlı yıllarında bile gazetecilik kurallarına uyulmamıştır. Lakin son otuz ile otuz beş yıldır bu topraklarda gazeteciliğin esamesi bile okunmamaktadır.
Sonuç olarak basın-yayın ciddi bir güçtür ve şu an Türkiye’nin en etkili, en büyük kurumları varoluş gerekçeleriyle çelişmektedir. İlkelerinin ve ülkelerinin canına okumaktadırlar… Bu ülkenin bütün sorunlarını basın çözer demiyoruz; ama Demirel’in sözü tersinden ve olumlu anlamda doğrudur: “Basın isterse, görevini doğru yaparsa bu sorun üç ayda çözülür.” Mısır, Tunus, Libya, Suriye vb. Ortadoğu ülkelerinde yaşayan aslı HALKLARIN ÖZGÜRLÜK BAHARI olan devrimsel gelişmeyi, Kürt coğrafyasını etkilemesin diye mi “Arap baharı” olarak adlandırıyoruz. On yılların özgürlük ve demokrasi mücadelesini görmezden geldi basınımız. Gazete büroları bombalandığında, muhabirler öldürüldüğünde, dağıtımcılar satırlarla doğrandıklarında “dilsiz şeytan”ları oynayanlar, acaba bir çocuk heyecanı ve saflığıyla “Kral Çıplak” diyebilecekler mi?
YORUM YAZIN