Header Ads

Sıradan Faşizm

- VEYSEL ATAYMAN -
Transzendental-mitolojik, yarı-dünyevi bir miras olarak faşizm ve sıradan insan

Spiegel’de de sığınmacılar üzerine bir haber-program.

Angelopulos’un ‘Leyleğin Geciken Adımı’ndan tanıdığım köprü. Filmden bu yana üzerine çökmüş, pusu, ıslaklığı, soğuğu koruyor. Türkiye tarafında, sınır kapısında genç bir polis, hafif tebessümle! Alman programcının sorusunu yanıtlıyor: “(yaklaşık) Geçenlerde iki kişi yakaladık. Biri şuradan (ağaçların örttüğü bir yeri gösteriyor) yaya geçiyordu, ötekisi otobüsteydi. Yolcuların arasına karışmış.” Meriç’in güney yakasındayız sanırım. Temiz yüzlü, iri, üniformalı bir Yunan: Çalılıkların arasına atılmış poşeti görüyor, alıp bakıyorlar kameraman ile birlikte. Yırtık, ahı gitmiş vahı kalmış bir blucin. “Ne kadar hoşgörü gösterebiliyorsunuz?” sorusuna: “Biliyor musunuz, bunlar hem mülteci (biraz bekliyor) hem de insan, anlıyorsunuz değil mi?” karşılığını veriyor ve blucinin sahibini arar gibi Meriç’i çevreleyen çalılıkların içine doğru bakıyor: “Uzakta olamazlar”.



‘En Uzun Gün’ de (1977) Gabriel (M. Mastroianni) Antonietta (S. Loren) ile aynı evde, ayrı dairelerde yaşıyor. 1938 Mayısı’nın sekizi. Hitler, Mussolini’yi ziyarete geliyor. Bütün Roma törene katılmak üzere çekip gitmiş. Kadının faşist kocası da. İlk kez bu iki komşu aynı dairede biraraya geliyor. Gabrielle bir radyoda çalışıyor. “Faşistler insana/hayata düşmanı oldukları için, homoseksüellere de düşman” mealinde bir açıklama yapıyor bir ara kadına. Hem rejim düşmanı hem de homoseksüel olarak az sonra tutuklanacaktır adam. Polisi beklerlerken sevişiyorlar!

Rus yönetmen Mikhail Romm, bizde ‘Sıradan Faşizm’ adıyla bilinen filmde (1965) iki milyon metre Reichstag arşivi tarıyor. Çok-ortamlı bir anlatım tekniğiyle hem gösteriyor (bence) hem de arıyor: Histeri içinde bağıran insan kalabalıklarının karşısında ne olduğunu anlayamamış masum çocuk yüzleri görüyoruz, uygun adım, mekanik bir aksamın parçaları gibi yürüyen insan taburlarının karşısında, tek, ne yapacağını bilmez halde bireyler. Gözlerinden yakınma, çaresizlik, isyan fışkıran tutuklular, kurbanlar, karşıda canilerin mendebur, insafsız yüzleri… Bu kurgu bombardımanı, dönemin moda hafta sonu görüntülü haberleriyle besleniyor. Romm, gösterirken arıyor, dedim: Nasyonal sosyalizmin kitle propagandasının aklın düşünme yeteneğini felç etmesiyle, milyonların Führer’e kayıtsız şartsız teslim olup tapınmalarına ait görüntüler, sesler, sayısız uğrak birleşip faşist imha aygıtının totalleşmesini açıklayıcı izlerini arıyor, gibi. Topyekûn canileşmenin açıklamalarını.

Yıl 1945. Almanya ‘sıfır yılı’ havası içinde. Nasyonal faşizme en sert tepkileri göstermiş İsviçre Alman cemaatinin ruhbani lideri, ilahiyatçı Karl Barth konferansta sesleniyor: “Bana gelin siz ey antipatik, sevimsiz kimseler, siz Hitler’in kötü çocukları, siz kaba kuvvetin temsilcisi SS subayları, siz berbat Gestapo serserileri, kederlendirici uzlaşmacılar, siz sürü insanları, siz Hitler’in peşinden sabırla (koyun gibi) yürüyenler, siz suçlular ve suç ortakları, sizleri tanıyorum… ama kimler olduğunuzu sormuyorum sizlere…” Hitabın dini tınısı, tarzı gözden kaçacak gibi değil. Tanrı adına bağışlıyor gibi Barth ‘günahkârları’. Kötüyü gerçekleştirmiş bir ‘günahkârlar’ topluluğuyla karşı karşıya olduğumuz anlayışı çok belirgin. Tarihselliğinden, politik-ekonomik bağlamından kopartılmış bir (bir kerelik-anlaşılmaz ama affedilebilir) günah kitlesi durumu.

Savaş sonrası, yakın dönemler dahil, düzenlenen seminerlerde, tartışmalarda (Almanya’da) ‘faşizm’, tarihsel, yapısal, politik-ekonomik-ideolojik düzlemlerde, İtalyan ve Japon faşizmi ile karşılaştırmalı ele alınıyor. Lukacs’ın, burjuva sınıfının zayıflığına, demokratik devrimlerin gecikmişliğine, kapitalizmin geç kalmışlığına bağladığı bir tarihsel olgu, tartışılıyor. Gecikmişlik, zayıflık tezlerine itirazlar oluyor vb. “Bu üç ülkenin kültürel farklılıklarına rağmen, nasıl oldu da?” sorusu didiklenip duruyor.

Adorno ve Horkheimer’in de faaliyetlerine katıldıkları, başlangıcı Erich Fromm’un otoriteryen kişilik tanımına giden ampirik sosyolojinin hedefinde şiddet ve baskının en genel tezahürlerinin araçları olan tek tek kişiler/kişilikler var. Antisemitzmi de faşizmin tezahürleri içine alan, inanç ve değerlerin bağlamına işaret eden ve bu ideolojik sistemin bireyin kişiliğinde oynadığı rolü tespite çalışan ampirik çalışmalar bir bakıma Amerikan sosyal-psikolojisini psikanalizle harmanlayan bir alan oluşturuyor. Otoriteryen kişilik (yetkeye boyun eğen ve onu hayatın içinde cisimleştiren kişiliğin özellikleri) madde madde sınıflandırılmaya çalışılıyor.

Mikhael Romm’un, kurgunun diyalektiğinde yakalamaya çalıştığı şey, burada ampirik alanın elle tutulur verilerinde çıkartılıp kavramsallaştırılmaya çalışılıyor.

O Yunan sınır polisi, (orta sınıf, sıradan bir üniformalı temsilci) “mülteci ama insan” diyebildi bugün. Bütün bir Nazi kitlesi, siyasi erkten mahalle kasabına kadar: Komünist ama insan; solcu, demokrat, Yahudi, ama insan diyemedi. Demedi. Hatta diyebilenler de zaten diyemeyenlerin, demeyenlerin gözünde insan değildi. Tarihsel moment, şu günlerde, mesela Yunanistan sınırında, insanın az da olsa, insan olma özelliğinin belirtilerini sunmaya imkân verecek bir sürece girmişti. Otoriteryen kişiliği besleyen mekanizmaların işletilmediği, insanın azıcık rahat bırakıldığı bir sürece. Otobüsteki yolcunun, otobüse bindirilen Afgan mülteci ailesine , “karnınız aç mı?” diye sorabildiği bir sürece.

İKP üyesi yönetmen Scola, ‘Özel Bir Gün’ün kapalı oda diyaloglarında, alt-orta sınıf ailenin (asıl kocanın) faşizmi desteklemeye gönüllü oluşundaki motifleri (film, tarihsel bir momente bağlı gibi görünse de) genellememizi sağlıyor. Faşizmin tırmanışı ve toplumsallaşması ortamında, savaş, aile, hoşgörü, fanatizm, cinsel tercih ve kimlik ve de en başta destek ve uzak durma sorunları birbirini açıp duruyor. Apartmanın dünyasına kapalı, hayatının ikinci baharındaki kadın, hâlâ kirli dünyanın farkında olmaksızın, çamaşırları yıkıyor, balkona kurutmaya asıyor. (Beyaz çamaşırlar arasında, balkonda, Gabriel’in de bir ucundan tuttuğu çarşaf onları tekleştiriyor. Dışarıdan marş sesleri, kalabalığın coşkusu duyuluyor. Scola, sadece bembeyaz çamaşırların masumiyet imgesi üzerinden değil, karanlık, kapalı mekân ile ruhları kirlenmemiş iki insanın (biri bilinçli biri bilinçsiz) faşizmin çoktan ilk belirtilerini vermiş karanlığı ile oluşturduğu kontrastın üzerinden bitmeyecek bir film yaratıyor. Faşizmin hiç de öyle dışsal bir olgu olmadığını, totalleştikçe en sıradan insan ile (kadın) daha bilinçli olan orta sınıf aidiyetli bir insanın hayatını nasıl içine alacağını/daha baştan, ilkece almış olduğunu tartışmaya açarak.

‘Amen’in (Costa Gavras), böcek için bulduğu zehirli gazın toplama kampında insanlar üzerinde kullanılışını kalın (yeşil boyalı) demir kapının kapaklı deliğinden izleyen mühendisi, büyük çarkın karşısında, Kafka’nın, uyandığında böcek olduğunu gören Gregor’udur. Yani: Uyanmak, insanı kendi çaresizliği üzerine fırlatır. Gregor bir daha uykuya dalamaz, biliyoruz. Gazeteci oğlunun Şili cuntasınca (ABD-CIA) desteğiyle katledildiğini öğrenen Ed Horman da uyanır (Missing) ama o ikinci bir uykuya dalar: (ABD’ye dönüp hakkını arayabileceğini sanarak).

Faşist mekanizma, ‘Ceza Sömürgesi’ndeki makine kadar arkaik, şeytanı, mitik bir dünyadan fışkırmış bir miras olsa da –tam da bu arkaik- insanlık halinin ‘filogenetik sürecin en başından beri insana hâkim özsel bir şeylerinden mi beslendiği için (Aydınlanmanın mitosa dönüp duruşu; Adorno-Horkheimer, AD) yirminci yüzyılın göbeğinde –ekonomik, siyasal, vb. sıkışmalar (sistemin çıkarları) gerektirdiğinde- insan malzemesi/desteği yoksulluğu hiç çekmedi, çekilmiyor? Gavras sinemasında tekin, bireyin çaresizliği, bize faşizme ancak kitlesel direnmenin mümkün olduğunu alt metin olarak söylese de –bu transzendental-mitik-totaliter hâkimiyet, (Gücü de içerdiği ve ayrıntılara bakmaksızın kullandığı için mi), direnenlerin cılızlığı karşısında çok fazla destek buldu hep? Sayısız düzlemde konuşulabilir bu destek/kitlesel, doğrudan ve dolaylı (aktif-pasif) katılım. Tam da bu kaygıyla sinema ağırlıklı bir dolaşma yapmayı denedim. Şunu diyebileceğimi sanıyorum gene de: ‘Sıradan’ insan’dan söz edebiliriz, ama ‘sıradan faşizm’ bir aktarma, çeviri armağanı değilse, hasarlı bir bilinç ürünü olmalı. Romm’un filminin Rusça’dan Almancaya çevirisinde ‘göwöhnlich’ sıfatı kullanılmış; ‘şu bildik, yabancımız olmayan faşizm’ anlamına geliyor. İngilizce’de ‘ordinary’ faşizm diye biliniyor. Belki sorun, ‘sıradan’ın kültürel coğrafyamızdaki çağrışımı.

Süreyyya Evren, birkaç hafta evvel, kendine iktidar arayan bir toplumdan söz etmişti Türkiye’ye yönelik analizinde. İktidarın kimin elinde olduğundan çok, iktidarın tepesinde oluşundan memnun bir toplumdan. (mealen). Sağanağa şemsiyesiz yakalanmaktan korkan bir toplum düşlemiştim imgemde. İktidar-tek/birey ilişkilerine Foucault yeterince girdi. Oradan çıkacak epey tartıştırıcı malzeme var faşizmin iktidarı ve tek’in konumu bağlamında. Freudcu, babasız toplum, süper-ego şu bu modellerinden de gelinip (Araştırmalar Enstitüsü vb gibi) bir sürü şey söylenebilir.

Türkiye kültürel-siyasal coğrafyası bağlamında, söyleyeceğim hep bilinen bir şey, (Lukacsvari gecikmiş kapitalizm ve ulusal devlet inşası yollu yapısal-tarihsel açıklamalar bir yana) otoriteye karşı bağışıklık aramaktan çok, (S. Evren’in dediği gibi) onsuz edemeyen bir toplumu konuşmak gerekiyor önce ve belki başka toplumlarla tarihsel-yapısal karşılaştırmalar. Alman faşizminin ve İtalyan faşizminin, biri Germen öteki Roma mitik-arkaik dünyasından saf ırklarıyla harmanlaşmış bir mitoloji kurmaya çalışmaları, hatta kilise dinine karşı Almanya’da, transzendentale karışık bir mitolojik inancın pompalanması (ideoloğu: Alfred Rosenberg) bana önemli bir ipucu gibi görünüyor: İster tarihsel dinler olsun ister bu türden yarı dünyevi, aşkın-mitik kurgular, bu itaat mekanizmasının cisimleşmiş her momenti ve tezahürü, arkaki-mitik olanı da içerdiği için, gerektiğinde zaten kitleyi elinin altında tutup yönlendirebilmektedir.

Kitle (güncel siyasetin ve çıkarların ifadeleriyle, ulus, köken, vb. çağrıştırmalarıyla, sevap-günah, bağışlanma karşıtlıklarında düğümlenmiş etik sadeleştirmelerle) kendini zaten parçası hissettiği yarı-dünyevi bir mekanizmada iktidar düzlemi ile arasındaki mesafeyi özel anlarda daraltıp durabilmektedir. ‘Dünyevi tepe’ (hele bugün olduğu gibi) ‘yukarısını’ da elinden geldiğince temsil etmek istediğini belirtip duran ‘tepe’, elbette karşısında ‘dünyevi müminler’ de üretip duracaktır.

Karışımdan oluşmuş bir ‘tepeye’ etmek ve hizmet etmek için üzerine dövmeyle Allah yazdıran adamı öldürmek kendiliğinden yön gösteren dinsel fısıltının sesini duymak demektir; öteki tarafta ‘milli birliği’ yıkacak olanlara karşı, bir dünyevi ‘fısıltının’ verdiği öldürme izniyle bir halka hayatı zindan etmekte, dünyevi-mitolojinin meşrutiyetinde olup biter. ‘Yukarısının’ hiç değişmeyen ortak özü, maddi-ekonomik çıkarlar, emeğin sömürüsü, yüksek sesle karşıtını hedef göstermez, gösteremez. O karşıt, hep bu her iki düzlemdeki yukarısının değerler kodeksinden seçilmiş birkaç yarı tenszendental kavramın gizliliği içinde ‘fısıldanır’ kulaklara. Kategorik, arkası transzendental ve ontolojik, (ideel) kavramlara dayalı mategorik tanımlarla, Madımaklar yakılır, solcular, Kürtler infaz edilir, giderek en bireysel öfke, en kişisel duygu çalkantıları (kıskançlık, vb) bu ‘yukarısının’ bir yerine eklemlenebilir. (Aşiret, cemaat öbeklenmelerinde olduğu gibi).

Sıradan insan, kendisi için çoktan yorumlanmış bir hayatın doğrular ve yanlışlar bölgesi içinde sersemlemiş halde dolaştırıldıkça, yukarısı hep gülümseyecektir.

Gene de: Faşizmi, bu çok açıklamalı güdü ve tepkiler bağlamı içinde, doğrudan siyasal/tanımlanabilir biçimine bırakmanın doğru olacağını düşünüyorum.

Kuşkusuz, bütün bu dön-dolaşı bir yana bırakıp, iletişim teorisi ilkesince hareket ederek, “bir kültürel toplumun, faşizm dediği şey, faşizimdir” de, diyebiliriz. Bu sınırlı deneme tam da bu noktadan da başlayabilirdi.

Bence faşizm tanımını Marcello’nun cümlesine terk edelim: “Faşistler insanın/hayatın düşmanı oldukları için homoseksüellere de düşmandır!” Mikhael Romm’un iki milyon metre malzemeden oluşturduğu filminden belki de daha fazlasını söylüyor bu cümle. Bence önemi de şurada: ‘Her homoseksüel karşıtlığı faşistliktir’ biçimindeki denklemin de doğru olmadığını düşündürmesinde filmin bağlamı içinde. Çünkü o bunu söylerken dışarıdan faşistlerin resmi buluşmasının tarihsel bir momenti kutlanıyor coşkuyla. Kastedilen, kitlesel itaati ve sürüleşmeyi totalleştirmeye yönelik mekanizmaların harekete geçmiş tarihsel bir sürecinin başında olduğumuz gerçeği.

Derim ki ikinci cümle yerine, daha ayrıntılı, kısa yollu olmayan kavramlar, ifadeler kullanalım.

Yoksa bir gazete yazarının bir başka gazeteci ya da yazar için, ‘faşist’ tanımını kullanması durumunda, arayı doldurmak bize kalacak. Ben dolduramadım.

yazı ilk olarak birgün'de yayımlanmıştır.

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.