İçimizdeki Düşman!
![]() |
- CANAN ESELER - |
“… Neden hayatı boyunca bir gün olsun benim yerimde yaşamamış birisi bana nasıl düşünmem, nasıl hissetmem ve nasıl davranmam gerektiğini söylesin.”(Jamaikalı bir göçmen)
Kutluğ Ataman’ın, İstanbul Modern’deki 11 video yerleştirmeden oluşan “İçimdeki Düşman” adlı retrospektif sergisi, fazlasıyla görülmeye değer bir çalışma. Sınırlı bir cesaretin çemberinde, yok sayılanları anlatıyor, Ataman. Bu kez söz, bastırılmış, yok sayılmış ve bu baskıların altında bölünmüş kimliklerde.
Kutluğ Ataman’ın, İstanbul Modern’deki 11 video yerleştirmeden oluşan “İçimdeki Düşman” adlı retrospektif sergisi, fazlasıyla görülmeye değer bir çalışma. Sınırlı bir cesaretin çemberinde, yok sayılanları anlatıyor, Ataman. Bu kez söz, bastırılmış, yok sayılmış ve bu baskıların altında bölünmüş kimliklerde.
Toplumun ötekileştirdiği kimliklerin dışarıdan ve kendi içlerinde oluşturdukları korkular ve bölünmüşlükler anlatılırken, diğer yandan da bir grubun bir şeylere ait olabilme duyguları gösteriliyor. Artık varlıkları ve gerçekleştirdikleri eylemler sıradanlaşıp, görmezden gelinen dilenciler, bedenen tanım dışı kaldığı için hastanenin kadın kısmına da erkek kısmına da alınmayıp, hastanenin çamaşırlığında mücadele veren travesti Ceylan’ın yaşadıkları, peruk takmak zorunda kalan kadınların hikayeleri… Tüm bu videolardaki görüntüler ve anlatılanlar izleyeni, ötekinin hikayesine ortak olabilmeye davet ediyor.
Yok sayılan kimlikler anlatılırken, 12 ekranda Berlin’de yaşayan Jamaikalı bir göçmenin söyledikleri yankılanıyor;
”… Neden hayatı boyunca bir gün olsun benim yerimde yaşamamış birisi bana nasıl düşünmem, nasıl hissetmem ve nasıl davranmam gerektiğini söylesin.” Ataman’ın anlatamadığı, yanı başımızdaki yasaklanan, yok sayılan etnik ve cinsel kimlikler varken, Jamaikalı göçmenin söyledikleri daha bir anlamlı geliyor elbette.
Diğer Bir Öteki; “Kadın Olmak”
Sergi, içimizdeki düşmanlarla savaşırken, kendimize ne kadar yabancılaştığımızı düşündürüyor. Kendi kimliğimizi korumaya çalışırken, kendi içimizdeki bölünmeleri bir bir önümüze seriyor. Milan Kundera’nın yazdığı gibi iktidar bizi neremizden yaralıyorsa, orası kimliğimiz oluveriyor. Misal kadın olmak gibi. Ataerkil toplumlarda “kadın olmak” yani varolmak, başlı başına bir mücadele alanı yaratıyor.
Bu mücadele alanı öncelikle rutin yaşamsal kaygılarla belirginleşiyor. Kadınsanız, adımınızı sokağa attığınız andan itibaren, zorlu milimlik hesaplamalara başlarsınız. Otobüse bindiğinizde hangi köşede durursanız rahat bir yolculuk yapabilirsiniz ya da çözülen ayakkabı bağınızı nerede ve hangi pozisyondan bağlarsanız kendiniz koruyabilirsiniz gibi birçok günlük kaygıyla çoğaltabiliriz örnekleri.
Elbette, öğretilmeyen doğal bir süreçle nesilde nesile bize ulaşan bu algıyla, nasıl oturmamız, nerede nasıl konuşmamız, ne zaman dışarı çıkmamız gerektiğini de biliriz! Bizden beklenen, elimizde mesureyle davranışlarımızı ölçüp biçme beklentisidir, her daim.
Öyle ki taşradan şehre tüm kadınların payını aldığı bir mücadeledir bu. Kadının bedenin ve ruhunun tahakkümünün kendisinde olduğu gerçeğinin es geçilmesinin yansımasını yine erkeklerde görürüz. Misal başörtüsü mevzusunu erkeklerin kendi iktidarlarına malzeme yapması size de ilginç gelmiyor mu?
Kadın bedeni üzerinde kurulan baskının en açık göstergelerinden biri olan “dekolte giymek tecavüze davettir” söylevine saman alevi gibi parlayıp sönen tepkiler verilirken, kim olduklarını ve ne zaman yaşadıklarını bilemediğimiz ama lafları sürekli bize ulaşan ataların, kuyruk sallama kriteri olarak kadını baş köşeye oturttuğunu unutuyor bir anda belleklerimiz. Halbuki toplumdaki çoğunluk, kuyruk ve sallama mevzusunda hak veriyor söylenenlere aynen dekolte konusunda olduğu gibi. Öyle ki, sırf bu tür laflardan alınan cesaret bile, “hayatında hiç taciz edilmeyen kadın” ünvanını hiçbirimize vermiyor, çünkü böyle bir kadın yok ve hiç olmadı da.
İstanbul Feminist Kolektifi’nin araştırmasına göre, 2010’da 388 kadın ve çocuk, erkekler tarafından ya öldürüldü ya da yaraladı. Bunların ailenin içindeki erkekler olmasının yanı sıra, mağdur olanların yüzde 42’sinin can güvenliği olmadığı nedeniyle karakol ya da savcılığa başvurdukları biliniyor. Son zamanlarda sokak ortasında öldürülen kadınların haberlerini görüyoruz ve katiller, “insanın yaşam hakkını elinde alma” suçunun, “namus için öldürdüm” bahanesiyle hafifletilmesini, bir anlamda “tahrik indirimi” ile ödüllendirmeyi diliyor karşımızda.
13 yaşındaki çocukların tecavüzünün meşrulaştığı, her gün kocalarının sevgisiyle (!) öldürülen kadınların mezarlarıyla dolu bir ülkede yaşamanın ağır külfeti önümüze sunulan. Şiddetin sıradanlaştırılıp, devletin kendine sığınan kadını “senin yerin kocanın yanıdır” deyip, kapılarını kapaması, kanunlarla öldürme bahanelerinin normalize edilip, suçun hafifletilmesi elbette bu cinayetleri önüne geçilemeyecek bir hale getiriyor.
Yani içimizdeki düşman o kadar uzakta değil, kanunlarıyla, kurallarıyla, öldüren sevgisiyle (!) evimizde, yanı başımızda.
YORUM YAZIN