Header Ads

Solun Burjuvazi İle İttifak Dışında Bir Ufku Var Mı?!

- SÜLEYMAN ARIOĞLU -
12 Eylül’deki referandumun, farklı ön takılarla da olsa Evet-Hayır cephesine bölünen Türkiye solu açısından kötü bir sınav olduğu kanısındayım. Kapitalizmin, yine bir krizin ardından bütün küre çapında yaşamı bir kez daha cehenneme çevirdiği bir ortamda solun, alttakiler, ezilenler, emekçiler için bir alternatif üretmekten uzak olduğu ortaya çıktı. Şimdi ise önümüzde, haziran ayında yapılacak seçimler var. Bakalım bu kez hangi ittifaklar potpurisi karşımıza gelecek.

Ardıl kavgaları hala süren referandum sürecinde kendi aralarındaki fay hatları ciddi sarsıntılara yol açan Türkiye solunun genel manzarası, maalesef burjuva siyasetine kuyrukçuluktan ibaretti. Bunun tahlili ve nedenleri üzerine de sağlıklı bir tartışma bazı çevreleri dışında tutarsak çok da yapıldı denilemez. Bu tartışmayı sağlıklı bir şekilde yapmadıkça da bu meselelerin üstesinden gelmek mümkün olmayacak.

Sol, -tabii ki tam olarak neyi işaret ettiği belirli olmayan bu sorunlu kavramla sosyalist solu kastediyorum; kendi içinde bir ayrışma ve kopuş yaşıyormuş gibi görünse de aslında aynı yoldan aynı adreslere vardı. Bu adres de burjuva siyaseti içinde bir ehven-i şer seçerek, onun değirmenine su taşımak. “Yetmez ama Evet” diyenler için bu ehven-i şer AKP iken, diğerleri için de CHP idi.

Bu, solun teorik dayanaklarını ciddi bir gözden geçirmeyi ve bunlarla hesaplaşmayı gerektirecek denli köklü bir sorun. Burjuvazi ile ittifak, değişik dönemlerde, farklı eşiklerde hep uygulanagelmiş ve dayanağını Marksist siyaset teorilerinden alan ve akim kalan bir siyaset biçimi. Türkiye solunun önemlice bir kısmının Kemalizm ile bu denli içli dışlı ilişkisinin nedeni de bu teoridir. Liberalizm ile milliyetçiliğe savrulmuşluğu sadece Sovyetlerin yıkılmasının yarattığı yenilgi psikolojisi ile açıklamak, bu meseleyle yüzleşmekten kaçınmak olur.

Genel hatlarıyla bir konu üzerine düşünmek isterken toptancılığa düşmek istemem. Solda bu iki tavrın dışında, daha azınlıkta kalmak üzere bir de boykotçu cephe vardı. Bunu, BDP’nin çağrısıyla Kürt illerinde şekillenen boykottan ayrı tahlil etmeye çalışırsak, yukarıdaki meselelerle hesaplaşan bir topluluk olduğu ortaya çıkacaktır. Solun ve genel olarak Türkiye’nin kısılıp kaldığı dikotomiyi aşmanın ve ezilenler, alttakiler adına bir siyaset üretmenin aciliyetine inanan bu kesimin, Ertuğrul Kürkçü’nün geçtiğimiz aylarda gündeme getirdiği “üçüncü cepheyi” oluşturduğuna inanıyorum.

Tartıştığımız soruna dönecek olursam, solun, bir de devlet ve iktidar kavramlarıyla ciddi bir şekilde yüzleşmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu kaçınılmaz olarak sol ve demokrasi ilişkisini de gündeme getirecektir. Sosyalist sol, ekonomi ve siyaseti ayrıştırmadan ele alır ve eşitliğin olmadığı yerde özgürlüğün olamayacağını vurgular. Dolayısıyla temsili demokrasinin demokrasi olmadığını söylemekte haklı ve gerçekçidir. Peki, solun demokrasi ile ilişkisi nasıl? Türkiye dahil tüm dünyadaki pratik doğrudan demokrasi deneyimlerini dışında tutarsak, teori bu konuda da sorunlu. Neyse ki “proleterya diktatörlüğü” konusunda teorinin kutsallığı kalkmış durumda. Fakat yine de özyönetim, doğrudan demokrasi yerine partiyi, devleti ikame eden anlayışın aşılamamış olması, demokrasi meselesinin hala sorunlu olduğunu gösteriyor. Burjuvaziyle ittifaktan kaçınmayan sosyalist solun, kibirli ve yukarıdan bakışını bir kenara bırakarak bu konuda anarşizme kulak vermesi gerekiyor.

Bunlar bir yana, sosyalist siyasetin temeli olan sınıf kavramının da ayakları üzerine basması gerekiyor. Kapitalist üretim biçiminin gittikçe emeğe daha az ihtiyaç duyduğu ve sınıf kavramının niteliğinin ve niceliğinin epeyce değiştiği bir dünyada yaşıyoruz. Devasa fabrikalarda binlerce işçinin çalıştığı devir çok gerilerde kaldı. Taşeronlaşma, kamu dahil başat istihdam halini aldı. Öte yandan, “esnek çalışma” diye estetize edilen günlük işlerde çalışan güvencesizlerin sayısı milyonları aşıyor. Proleteryanın yerini “Prekarya” denilen güvencesizlerden oluşan yığınlar aldı. Bununla da sınırlı kalmıyor ki, günümüz kapitalist toplumunun yarattığı ekoloji, kimlik, cinsiyet, göç, şehirleşme vs. onlarca karmaşık sorun karşısında solun önemlice bir kısmının ettiği tek kelime yok.

Bütün bunlar sadece Türkiye’de değil dünyanın genelinde solun sorunları. Ancak öte yandan KOGA’daki bazı hareketler ve dünyanın değişik yerlerindeki özyönetim deneyimlerine gözümüzü çevirmemiz gerekiyor. Feodalite, ataerkillik ve değişik tahakküm biçimleriyle iç içe geçmiş modern kapitalist toplumun ezilenleri ve alttakilerine bir alternatif sunabilmek için solun, burjuva siyasetine eklemlenmek dışında ciddi bir alternatif üretmesi gerekiyor. Bu varlığını sürdürmesi için de kaçınılmaz bir gereklilik. Ancak Türkiye’de Kürt sorunu karşısında bile doğru dürüst bir tavır takınamayan, nerede duracağını bilemeyen solun, işe önce, “teorik mirası” ile yüzleşmekten başlaması gerekir. Bunu yapmaktan kaçınan bir solun ezilenlere, onları ezenlerin peşine takılmaktan başka getirebileceği bir öneri olmayacaktır. Korkarım ki, önümüzdeki seçimler için de ezilenlerin önüne, referandumdakine benzer şekilde, burjuvazinin değişik kesimlerine kuyrukçuluğu öneren bir menü konulacaktır.

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.