Header Ads

Hıristiyan Türk

- ROSALINO LEVANTINO -
Milliyetçi projelerin dar görüşlü düşünce yapıları oluşturduğu aşikâr. Fakat bilimsel yöntemlerle kanıtlanabilecek tarihsel gerçeklerin reddedilmesi, akla dayalı bir sistemin ferdi olduklarını iddia edenlerin zaaf ve kırılganlıklarının kanıtı. Her türlü milliyetçilik kendi karanlığını yaratıyor ve inatla onun içinde yaşıyor. 

Türkiye’de yabancı olmak, İtalyan pasaportu veya ikamet tezkeresi sahibi olsan da bazı zorlukları beraberinde getiriyor. Birkaç sene önce, bir kış günü, Yunanistan sınırındaki Enez’e gitmiştim. Bütün gün sahildeki uçsuz bucaksız kumsalda melankolik fotoğraflar çektikten sonra, bir otele yerleşmeye sıra geldiğinde, resepsiyonist nazikçe karakola kadar bana eşlik etmek zorunda olduğunu söylemiş, oradaki memur yine nazikçe kasabada geceleyemeyeceğimi bildirmişti. Yunanistan’la aramız düzelmişti, ama belli ki bölgedeki gerginlik bitirilemiyordu!

Geçen sene, İstanbul’un hastalıklı sıcağından kaçmak için bir heyecan Gürcistan sınırındaki Macahel’e gittim. Geceyarısına yakın ulaştığım misafirperver pansiyoncularımın beni yatırmasına yakın, İtalyan vatandaşı olduğumu söylediğimde, tepemden yine kaynar sular döküldü. Her ne kadar jandarmaların varlığımdan haberdar olup beni bölgeyi terketmeye davet etmeleri an meselesi olsa da, geceyi ahşap kulübemde geçirebildim. Fakat ertesi gün Artvin’de giriştiğim resmî izin operasyonu hüsranla sona erdi.

Aslında yıllar önce babamın İmroz, –pardon!– Gökçeada’dan soğumasına aynı durum sebep olmuş, Çanakkale makamlarından alınması gereken izin ona adada pek istenmediği hissini vermişti.

Sonuçta, Küçük Kıbrıs adını taktığım Ege’deki çıbanımız İmroz’da, ilgili güçler yıllarca elinden geleni ardına koymamış, ortaya bugünkü ucube çıkmıştı. Gürcistan’la açılan sınır her türlü ticaret için vızır vızır çalışırken, Doğu Karadeniz’in hazinelerinden Macahel’deki HES’lerle Türkiye’nin yeni bir ucubeye daha gebe olduğunu, cennetten kovulunca adeta teyit etmiş oldum.

Çünkü biz potansiyel ajanlar, hatta daha da tehlikelisi, iç mihraklarız!
Yabancı yasağının artık kalktığı Enez’den kovulunca ne mi yaptım? Okyanusları aşıp da gelen yılan balıklarının artık uğramadığı, Hülya Koçyiğit’li filmdeki kurbağaların vıraklamadığı komşu kasaba Sultaniça’ya sürüldüm ve yaşlı bir teyzeden Vatandaş Türkçe Konuş kampanyasının sadece İstanbul gâvurlarına uygulanmadığını şaşkınlıkla öğrendim. Meğer mübadele ile gelen Balkan halkları da Müslüman olmalarına rağmen, zamanında millî kimliğe tehdit olarak algılanmış. Ayvalık gibi Girit ve Midilli kökenli soydaşlarımızın çoğunlukta olduğu yerlerde milliyetçi propaganda damardan verilmiş, günün birinde Helen ruhlarının uyanması korkusuyla beyinleri yıkanmış.

Trieste’de “Türk” kimliği
Geçen yüzyıl boyunca, önce Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, ardından Faşist İtalya, Nazi Almanyası, Tito’nun Yugoslav birlikleri, akabinde ABD ve İngiliz güçlerinin geçici yönetimi altında ezilen ve kimlik bunalımı yaşayan Trieste, nihayet 1954 yılında İtalya Cumhuriyeti topraklarına dahil edildi. Her ne kadar geçmişinde yöneticilerine uyum sağlayıp işbirliğini esirgemeden bu travmaları atlatmaya çalışmış olsa da, Trieste İtalyanlığını ispatlamak için çırpınırken –”Trieste İtalyandır, İtalyan kalacaktır” sloganını duyar gibi oluyorum!– Yugoslav topraklarında kalan İstria ve yakınındaki adalardan sürülen binlerce soydaşı kucaklayarak acıların memleketi unvanıyla devletten özel yardımlar da almış. Fakat İtalya’nın sınırlarına dahil edilmek üzere alevlenen hem yerel hem millî hareketin başarıya ulaşmasından sonra adeta kaderine terkedilmiş, yıldızı parlamaz olmuş. Özellikle komünist canavar ile komşu olmanın cefasını soğuk savaş boyunca çekmiş, coğrafi konumu münasebetiyle daracık bir çıkmazın sonunda, etrafı düşmanlarla kuşatılmış bir yadigâr gibi memleketin ve Batı bloğunun sancağı vazifesini görmüş.

Fakat unutulan bir şey var. Okul kitaplarında İtalya’nın baş düşmanı olarak tanıtılan Avusturyalıların yüzyıllar süren etkisi ve memleketten kovulmuş olmalarına rağmen hâlâ yüzlercesine rastlanan Avusturya ve Macar kökenli soyadı bir yana, şehir nüfusu çok sayıda Sloven, Hırvat, Sırp, Karadağlı, Yunan, ayrıca Yahudiden de oluşuyordu. Ancak seneye büyük törenlerle 150′inci yıldönümü kutlanacak olan İtalya Birliği, İtalyanlara ve Triestelilere öyle bir millî bilinç aşılamış ki, 90 yaşına ulaşmak üzere olan nispeten genç Türkiye milliyetçiliğinin başarısı hakkında en ufak bir kuşku taşımıyor ve Akdeniz’deki son İmparatorluğun topraklarında yaşayan onlarca milletin kısa sürede homojenleştiğinden emin olarak, sadece İstanbul doğumlu olduğum için beni, Rosalino Levantino’yu, “Türk” olarak niteliyorlar.
“Ne mutlu Türküm diyene” aklıma geliyor, ama ne yazık ki ne elimdeki evrak ne de T.C.’nin bana yönelik tavrı bu yönde olmadı. Antropolojik hatlarımın, giyimimin veya bana ergenliğimden beri sürdürdüğüm tercümanlık mesleğini bahşeden dillerden İtalyancamın Türklük etkisi taşıdığını sanmayın. Evet, kabul ediyorum, kendimi ifade ederken konuştuğum dillerde klişelerden ve popüler ifade şekillerinden kaçınmışımdır. Üstelik tek millî dil zorlamasına tâbi tutulmanın kurbanı olarak yerel lehçelere tahammül edemediğimin de farkındayım. Ama İtalyancanın bebekliğimden beri konuştuğum baba dilim olduğu gerçeğini kimse benden alamaz.

- İtalyancayı ne güzel konuşuyorsunuz!
- Ebeveyninizden hangisi Türk?
- Gerçek adınız nedir?
- Siz Hıristiyan Türkler…
- Türksünüz ama, değil mi?

Bunlar, aslında ömrüm boyunca hep karşılaştığım, İtalyanların konu hakkındaki bilgisizliğini ortaya koyan önyargılı ifadelerden bazıları. Halen çözemediğim durum ise, şanlı Deniz Cumhuriyetleri; Venedik, Ceneviz, Pisa ve Amalfi’nin tarihi İtalyan okullarında öğretilmesine rağmen, İstanbul İtalyan cemaatinin kiliseleri, mezarlıkları, okulları, aslen İtalyan Evi olan kültür merkezi, hastaneleri, bankaları, sigorta şirketleri, gemicilik acentaları, hatta Garibaldi’nin ziyaret ettiği İşçi Birliği gibi bir cemaatin kimliğini sürdürebilmesi için gerekli bütün tarihsel olgular ayrıntılarıyla kendilerine anlatılmasına rağmen, günümüz İtalyanlarının beni kendilerinden soyutlama çabaları ve bir İtalyan olarak kabul edememelerinin önündeki psikolojik engel.

İtalyanlar için Almanya’ya çalışmak üzere giden İtalyan işçilerin oluşturduğu cemaat, Kuzey Amerika’da başarının zirvesine ulaşmış, şeref duyulan İtalyan-Amerikalı Frank Sinatra’lar, Madonna’lar, Lady Gaga’lar, Güney Amerika ve özellikle Arjantin’e göç etmiş ve sonradan kaderleriyle baş başa bırakılmış soydaşlar, hatta İskenderiye’deki İtalyan azınlık bilinen ve kabul edilen olgular… Fakat İstanbul denince sanki atalarından kalma bir içgüdüyle akan sular duruyor. “Kostantinopolis’te doğdum” demeyi denedim, yüzlerinde şuursuz bir saygı ifadesi ve romantik bir iç çekmeyle konu kapandı.

Belli ki, Roma İmparatorluğu’nun ikiye bölünmesinden sonra rakip Doğu Roma’ya hep kuşkuyla bakılmış, özellikle Kostantinopolis’in Ortodoks inancının merkezi olması, Katolik İtalyanların bin yıllık Bizans tarihini yok saymasına sebep olmuş. Akabinde korkunç düşman Osmanlı’nın bırak millet sistemini, olumlu herhangi bir ayrıntısıyla ilgilenmemişler. İnsan, Türk travmasının bu kadar derinlerde hâlâ etkili olduğuna inanmasa, İtalyanların gözünde T.C.’nin ABD veya Avustralya gibi nerdeyse ilk nesilden itibaren insanların memnuniyetle asimile olduğu bir sosyal cennet olduğunu sanacak.

Hayır, durum onlar için bu kadar basitse, şu Trieste’deki Sloven azınlığın üyeleri kendilerini İtalyan olarak kabul ediyor mu, veya kendileri Slovenleri İtalyan olarak bağrına basıyor mu, diye sormak lazım. Faşizm döneminde kaç Yugoslavın katledildiği veya Karso sıradağlarının çukurlarında kaç İtalyanın kaybedildiği hararetle tartışılmaya devam ediyor. İtalya topraklarında bulunan yegâne toplama kampındaki Yahudi kurbanların sayısı da cabası… Acaba gaddar Avusturyalıların memleketlerini işgalleri sırasında İtalyanlıklarını bir tarafa bırakıp asimile olanlar oldu mu?

Triesterapi: Hangi dilde düşünüyorsun?
Bütün bu argümanlardan sonra, aslen beyin cerrahı olup grafik sanatçılığı, hatta tiyatro aktörlüğü yapan bir Trieste aydını gözleri parlayarak sordu; tezini kanıtlayabileceği sihirli formülü bulmuş görünüyordu: “Ama hangi dilde düşünüyorsun?”
- Türkiye’deyken Türkçe, İtalya’dayken İtalyanca, Yunanistan’da ana dilim Rumca düşünüyorum; birkaç hafta içinde beynim otomatikman uyum sağlıyor… Olamaz mı?
- Madem öyle, İtalya’nın ve Trieste’nin her yerini kaplayan dönerci dükkânlarında çalışanlara bir sorun, kendilerini ne olarak hissediyorlar acaba?
- Benim de adım aslında Muhammed olacaktı da, ailem bir televizyon dizisinde yakışıklı bir avukattan esinlenerek Rosalino olarak vaftiz etti… ağbim de Osama…
- Gerçeği söylemek gerekirse, Club Mediterranee’nin İtalyan versiyonu Valtur tatil köylerinde çalışırken müşteriler beni daha çok sevsin diye kendime Rosalino adını taktım…
- Zaten, ömrümce ben, şu cennet İtalya’ya bir kapak atsam da hayatımı kurtarsam diye bakan sefil bir üçüncü dünya vatandaşıydım…
Abartmayayım diyorum. Ancak İtalya’da bırak küfrü, hakaret veya tehdit barındıran herhangi bir ifade yüzünden mahkemelik olmanız işten bile değil. Özel hayatınızın korunması için binbir türlü sözleşme imzalatılıyor. Şoför her halükârda suçlu olacağından yaya geçidine uzak olsanız bile arabalar duruyor, herkes birbirine durmadan teşekkür ediyor, izin istiyor… İkiyüzlü burjuva nezaketinin korumasında yaşayan İtalyanlar, başkasının ırkı hakkında kanaat bildirmek veya postanede sıra beklemek konusuna gelince gayet patavatsız ve saygısız olabiliyor. Tabii son yıllardaki gelişmelerin halkı politikadan tamamıyla uzaklaştırdığı söylenebilir. Fakat tarihsel gerçekleri inatla reddetmek neyin alâmeti?
- Somali, Eritre ve Libya’nın topraklarının işgaliyle kurulan –kısa süreli de olsa– İtalyan İmparatorluğu’nu bölgede temsil eden soydaşlar oraya yerleşince Araplaşmış mıydı acaba?
- Çalıştığınız uluslarası şirket eşinizle sizi Çin’e görevli olarak yollasa, orada doğan çocuğunuz Çinli oluverir mi?
- Siz…eeee…var…gelmek…
- Pardon? Ne oldu? Şimdiye kadar gayet iyi anlaşıyorduk, İstanbul doğumlu olduğumu duyunca sigortanız mı attı?
Memlekette her şey o kadar basite indirgenmiş durumda ki, Il Piccolo gazetesi, Trieste’nin denize nazır tek kilisesi, Yunan Ortodoks cemaatine ait Aziz Nikola’yı anma gününde, “San Nikola’nın Bari’yle bir alakası yok, onun kökleri Türk” gibi bir başlık atabiliyor. O zamanlar Türklerin, Orta Asya’da şamanlıkla iştigal ediyor olması kimseyi ilgilendirmiyor. Bir yandan batmakta olan İtalya’nın ekonomik umudu Türkiye ve İstanbul’un oryantalist popülaritesi, diğer yandan Truvalıların Türk olduğunu iddia edenlerle birlikte dinî hoşgörüyü zirvelere taşıyan ılımlı İslâm. Alan memnun, satan memnun!

Bütün milletlerin gıptayla, hatta kıskançlıkla baktığı, kendine model aldığı mükemmel İtalya Sistemi, adeta dünyanın merkezi olmaya devam ediyor. Irkçı narsisizm; kendini had safhada önemseme ve övme hastalığı, sol kesim dahil, bütün yurdu felç etmiş gibi görünüyor. Şikâyet edenler vatan hainliğiyle suçlanıyor. Muhalif seslerin detone algılanması için protestocu öğrencilerin arasına provokatörler sokuluyor; Roma sokakları kakofoniye boğulurken güvenlik önlemlerinin artırılması için mazeret hazır! Bu arada saygınlığı tüm kesimlerce kabul edilen Censis Enstitüsü, yıllık sosyal raporunda, İtalyanları “aklı karışık, etrafa ilgisiz, sinik, pasifçe uyum gösteren, medyatik etkilerin tutsağı, geçmişin derinliği ve gelecek olgusundan yoksun, şimdiki zamana mahkûm, kural ve arzuların olmadığı yayvanlaşmış bir ülkenin vatandaşları” olarak betimliyor; olmadı bak!
Heyhat! O da ne? Asırlarca her türlü boy ve kavmin geçtiği, yakıp yıktığı, akabinde tekrar canlandırdığı İtalya yarımadası, yine işgal altında… Avrupa Birliği’nin nispeten uyanık ortakları, yıllardır sömürdükleri göçmenleri, asimilasyon veya başka şekillerde sisteme uyumlu hale sokmaya çalıştılar. İtalya kendiyle o kadar meşgul ki, bu işe hiç vakit ayıramamış; herhangi bir yasa, bir yönetmelik veya uygulama geliştirilmemiş… Afrikalılar, Uzak Asyalılar, Ortadoğulular, Slavlar ve Arnavutların, hatta son zamanlarda en revaçtaki halk düşmanları Rumenlerin memleketten fazla sorun çıkarmadan kovulabilmeleri ve bir daha geri gelmemeleri için önlemler alınıp duruluyor. Bana bu kadar tepki gösteriliyorsa, onların gündelik hayatta başına gelebilecekleri hayal etmek dahi istemiyorum. Devlet kaybettiği ama bir türlü elinden de bırakmadığı otoritesini kanıtlayabilmek için, insanlara vize kuyruklarında köpek muamelesi yaparken, en berbat işler, gayriresmî olarak çoğu kaçak göçmenlere yaptırılmaya devam ediliyor. Oysa Türkiye örneğinde açıkça gördüğümüz gibi; milliyetçilik milliyetçiliği besler…

Geçtiğimiz günlerde, Trieste’deki Sırpların, İtalya Dışişleri Bakanı Frattini’den azınlık statüsü istediklerini hüzünle okudum. Söz konusu işlemin yıllar alacak bir süreç olmasından değil… İstanbul’daki Rumların –veya Doğu Romalıların– sayısı, mâlum, 2 bin dolayında. Sadece bu bölgedeki Sırpların nüfusu neredeyse 18 bini buluyor. Trieste’nin nüfusunun yaklaşık 200 bin olduğu düşünülürse…


Rosalino Levantino'nun yazısı birdirbir.org'dan alınmıştır.

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.