Kırılganlık Hapishanesinin Edebi Mahkûmları: Kadın Yazarlar
![]() |
- HATİCE MERYEM - |
Kitabı düşündüm sonra. Adı dünya güzeli kitabı. Çocukluğun Soğuk Geceleri. Adı güzel kitaplar listesinin başında olmalı bana göre. Okuyalı yıllar olmuştu. Bir daha elime almamacasına rafa kaldırmıştım.
Hani, her kitap bir imge olarak kalır ya akıllarda, bu kitabın aklımda kalan imgesini hatırlamaya çalıştım. Gözümün önüne, şu cam kemik hastalığı diye haberlerde yılda bir kez rastladığımız hastalık geldi. Ne yalan söyleyeyim, pek sevmedim bu imgeyi.
Tezer Özlü hakkında da fazlaca bilgim yoktu. Sadece bazı klişeler:
*Türk edebiyatının lirik prensesi
*Türk edebiyatının nostaljik prensesi
*Hüzünlü, mahzun, melankolik prenses
*Yaşamdan uzak
*Ölüme yakın
*Kırılgan, çocuksu
*Hasta
![]() |
- TEZER ÖZLÜ - |
Eve döner dönmez kitabı raftan aldım. Bir kez daha dikkatle okudum. Okudukça şu kırılgan ve hastalıklı imge sürüne sürüne çıktı odadan. Az sonra içeriye dudağında muzip bir gülücük, dalgacı, toplumun kof anlayışlarıyla gücü yettiğince didişmiş, hastalığıyla bile başa çıkmaya çalışmış, pazulu olmasa da dik bir imge girdi. Artı işareti gibi bir şey.
Şaşırdım ve ilk anda hemen kendimi suçladım. Hem kitabı hem de yazarını hapsetmiştim. Pis, küflü, rutubetli, havasız bir odaya. Bir tür kırılganlık hapishanesine.
Daha sonra, yirmili yaşlarımdayken bir yazarı ya da kitabını böylesi bir hapishaneye tıkamayacak kadar güçsüz olduğumu hatırladım. Öyleyse nasıl olmuştu bu iş? Ben yapmadıysam, onu kim ya da kimler bu imgeye hapsetmişti?
Gözlerimi kırpıştırdım ve bu havasız, bunaltıcı, güneş görmeyen, izbe hapishaneye bir kez daha baktım. Gördüm ki Sevim Burak orada. Nilgün Marmara da. Slyvia Plath da. Virginia Woolf da. Ve daha kimler kimler.
Yıllardır aklımda dolaşan bazı sorular uyanıp başlarını kaldırdılar sonra. Yüz yüze bakakaldık birbirimize.
Tezer Özlü üzerinden yürüdü düşüncem. Onu kim ya da kimler, yıllar boyunca, 'Türk edebiyatının lirik prensesi' diye sunmuştu biz okurlara?
Bu günahı kim ya da kimler işlemişti? Neden? Biri ya da birileri, onu hastalıklı ve intihara yakın göstermekle ne yapmaya çalışmıştı? Bu biri ya da birileri, Tezer Özlü'ye düşman mıydılar? Ya diğerleri?
Biri ya da birileri, onları da böyle hapsedici tariflerle tanımlayarak ince kıyım kimi hazlar mı duymuşlardı yoksa? Yoksa kadın yazarın ölüme en yakın duranı, intiharın eşiğinde yuva kuranı, dünya nimetlerine iştahsız görüneni, hastalıklı, mecalsiz, kırılgan ve bakıma muhtaç olanı mı daha bir kabul görüyordu bu biri ya da birilerinin nazarında? Daha mı makbul sayılıyordu en azından? Yoksa yalnız bana mı öyle geliyordu?
Ağaçların arasında gizli bir tuzak mı yoksa bu?
Kimi kadın yazarlar da bilerek veya bilmeyerek mi düşüyordu bu tuzağa? Bilerek ya da bilmeyerek mi koyveriyorlardı kendilerini keskin kayalıklarla dolu uçurumlardan aşağı? Üstelik gururla ve misilleme yapar gibi.
Yok mu böyle bir şey? Demek yalnız bana öyle geliyor.
Öyleyse neden, sonu akıl hastanelerinde biten kadın yazarlar/sanatçılar dolanıyor zihin koridorlarımızda? Bitkin, halsiz, sinirleri tel tel gevşemiş, dünyadan bezmiş, kendinden çoktan geçmiş. Ne berbat şey kabul görmeye çalışmak. Ölümü kucaklamaya arzulu görünmek.
Yok mu böyle bir şey? Demek yalnız bana öyle geliyor. Güçlü, gür kahkahalı, canlı, doğurgan, yaşama arzulu, yaşamı sürdürmekte inatçı, cinselliğini yaşamakta ısrarcı kadın yazarları ve eserlerini sevmemekte, bir türlü sevememekte bir inadımız mı var yoksa? Var mı? Yok. Demek yok. Demek yalnız bana öyle geliyor. Çalıların arasında bir tuzak.
Tante Rosa geliyor aklıma. Onu geçmişte yabancı bulanlar olmuştur. Ölmediği için olsa gerek. Çocuklarını ve kocalarını terk edip edip yeni yaşamlar kurma üstadı olduğu için olsa gerek. Yaşamakta inatçı olduğu için olsa gerek. Binbir işte çalıştığı için olsa gerek. Her yenilgiden sonra ayağa kalkmanın gerekliliğine inandığı için olsa gerek. Böyle bakınca gerçekten yabancı Tante Rosa. Tante Rosa, kadın. Yabancı.
Tante Rosa’nın ve Yürümek’in ve Şafak’ın yazarı Sevgi Soysal hakkında da dost meclislerinde edilen ilk laftır: “yaşasaydı âşık olurdum”. (Burada Erdal Doğan‘ın kitabını tenzih ederim, o hiç değilse açıkça söyleme yürekliliğini göstermiştir kitabıyla.)
Ancak... Yaa, demek yaşasaydı âşık olurdunuz! Ne tuhaf değil mi? Türk edebiyatına devasa katkıda bulunmuş bir yazarı överken bile kendilerini taçlandırıyor bu biri ya da birileri. Hayret!
Vivet Kanetti'nin yakında Everest Yayınları'ndan Kız Ayakları isminde bir kitabı yayınlandı. Nefis yazılar var içinde. Hepsi yol, yön gösterici, rota belirleyici, birbirinden mühim. Bunlardan biri dünyaca meşhur Fransız yazar Colette hakkında.
Oradan öğrendiğimize göre bu Colette hanım (ki yine Vivet Kanetti çok başarılı bir çeviriyle onun Caniko'sunu Türkçe'ye kazandırmıştır), yaşamı boyunca iştahının ve geçiminin peşinde koşmuş bir büyük yazar. Üstelik bunu feminist bakış açısıyla, ya da birilerine misilleme, yahut da fantezi olsun diye de yapmamış.
Yaşamı boyunca hep çalışmış. İki dünya savaşı arası ayakta kalabilmek, geçinebilmek için güzellik salonu açmış, afişlerine kendi fotoğrafını basmış, gazetelerde adli muhabirlik, tiyatro eleştirmenliği, gezi yazarlığı yapmış ve bu sayede bir dolu yer görmüş.
Hep kendi hayatını kazanma zorunluğuyla yaşamış. Öyle olması gerektiğine canıyürekten inanarak. Hüzne, melankoliye savrulmadan. Kavunun olgunu, erkeğin genci diye düşünerek misal, yaşama duyduğu büyük iştahla. Anneliği de, yine Kanetti'nin tanımıyla 'turistik annelik'. Öyle 7/24 annelik değil hiç de.
Tezer Özlü'nün ilk romanı olan Çocukluğun Soğuk Geceleri'nden şu satırlara bir bakın.
Neden dost olmadan, erkek-kadın, karı-koca olmaya çabalıyoruz? Yirmi yaşlarının başındaki insanlar böyle mi olmalı? Sevişmek için, ilkin nikâh imzası mı atılmalı? Ya da yalnız kalıp, yıllar yılı erkek-kadın özlemiyle kendi kendilerine mi boşalmalılar? Erkekler, kadın resimlerine mi bakıp heyecanlanmalılar? İlk kadını genelevde mi tanımalılar? Karı-kocalar birbirlerinin gövdelerine ‘mal’ gözüyle mi bakmalı? İnsanın doğal yapısı bu davranışların tümüne aykırı. Bizim insanlarımızın insan sevmesi, insan okşaması çocukluktan engelleniyor. Saptırılıyor. Çarpıtılıyor.
Bu can alıcı satırların yazarı mı nostaljik prenses?
Hayalet ile yatmak bir kelebekle yatmak gibidir. İnsanın bacağına ya da organına değer. Hiç sesi çıkmaz. Heyecanlandığı anlaşılmaz. Boşaldığı, ıslaklığından belli olur. Öylesi dostluklar vardır. O dostla konuşmak, o dostla yolda yürümek, bir lokantada yemek yemek, o dostla yatmak. O dosttan gizlenecek, o dosttan saklanacak, o dostla paylaşılmayacak hiçbir olgu yoktur. Ne bir cinsel boşalma, ne de cinsel organ. Hayalet bu dostlardandır...
Bu cesur, bu müreffeh satırların yazarı mı lirik prenses? Onu böyle tanımlamak bir kez daha, bir kez daha öldürmek değil de nedir?
Kadın ya da erkek, her yazar ya da sanatçı intihara meyyal ya da karamsar olabilir. Ancak onları yalnızca bu küt pencereden görmek, göstermek ve hüzün hapishanelerine hapsetmek, hem onlara ve hem de okuyucularına yapılan büyük haksızlık.
Ben kırılganlık hapishanesinin ebedi mahkûmları saydığım kadın yazarların eserlerini bir kez daha okuyalım derim. Galiba hiç de anlatıldığı gibi değil.
* bu yazı ilk olarak Mesele dergisinin 47. sayısında yayımlanmıştır.
YORUM YAZIN