Header Ads

İhsan Oktay Anar'ın Son Romanı "Galiz Kahraman"dan Tadımlık Bir Parça


İhsan Oktay Anar'ın İletişim Yayınları'ndan çıkan yeni romanı "Galiz Kahraman" kitapçılarda.

Romandan tadımlık bir bölüm..

“Ocakçı, üzerine sigara dumanından sararmış bir dantel örttüğü lambalı radyoyu, Kahire’ye ayarlamış, her zaman olduğu gibi meşhur şarkıcı Ümmügülsüm’ü dinliyor ve bangır bangır dinletiyordu. Zamanla kurs talebeleri olduğu anlaşılan şahıslar birer ikişer gelip isimlerini yazdırdıktan sonra, ellerinde yahut ceplerinde defterlerle sandalyelere oturup ders saatini beklemeye başladılar. Tam beş dakika kalmıştı ki, suratı çimento gibi donmuş bir zât içeri girdi. Ocakçı, Kahire radyosunu hemen değiştirip düğmeyi döndürerek Monte Karlo’ya ayarladı. İçeri giren zâtın koltuk altında, talebe sayısı kadar, yani on iki incecik kitap vardı. Bunlar onun şiir kitabıydı ve her biri altmış sayfa kalınlığındaydı.

Adam, kitabının ilk on sayfasında hayat hikâyesini anlatmıştı. Ama bu kısımda elbette, Eton Koleji’ni bitirdiği, ardından Oksfort’ta magister olduğu, nihayet Kambriç’te toktora yaptığı, kitabının on yigirmi lisana tercüme edildiği gibi ehemmiyetsiz şeyler yazacak durumda değildi. Kırklareli’nde bir matbaada bastırdığı şiir kitabında kendisi hakkında anlattıklarına bakılırsa, daha haysiyetli bir yol seçmiş, yani iyi şiirler yazmak için memleketin içtimaî nizamıyla hesaplaşma yoluna gitmişti. Ne var ki, tam dört edebiyat mecmuasında içtimaî muhtevalı şiiri yayımlanmasına, üstelik bir de kitabı olmasına rağmen, ne savcılıktan celp gelmiş ne de kapısına polis dayanmıştı. Anlaşılan, siyasî şubede pek edebiyat heveslisi yoktu. Ama olsun! Hodri meydan! Buyursunlar gelsinlerdi! Ona göre iyi edebiyatçı, kabiliyetli değil cesur olmalıydı. Herhalde bundan, iyi fizikçilerin de zeki değil, cesur olması gerektiği sonucu çıkardı. Evet, tevkif edilmeyi bekleyen adamcağız, aynı zamanda dürüstlüğün de insanoğlu için vaz geçilmez bir meziyet olduğunu düşünmekteydi. Öyleyse herhalde, dürüst kimyagerlere, dürüst tayyare pilotlarına, dürüst laborantlara, dürüst astronomlara, teorem ispatlarken dürüstlükten sapmayan matematikçilere ihtiyaç vardı. Adam onlara en başta edebî ahlakı öğretmek niyetindeydi. Altmış sayfa kalınlığındaki şiir kitabını da kursta talebelere okutacaktı. Beher kitap, hediyesi 30 kuruştu. Ama gönlü zengin olduğu için, yanında bir de kurşun kalem verecekti. Çünkü, kendi eseri diye söylemiyordu ama, kitapta altı çizilecek çok yer vardı.

İşte bu adamcağız kurs hocasıydı. Ağırbaşlı ve muntazam biriydi. Bunun nedeni olsa olsa, heykeltıraş Roden tarafından muntazam bir şekilde yontulmuş, dinozor yumurtası kadar toparlak ve belki de içinde taşıllaşmış fikirler bulunan damarsız mermerden bir beyne sahip olmasıydı. Düşünceleri o kadar muntazam ve düzdü ki, sanki kafasını işletirken bir cetvel, yahut sürgülü hesap cetveli kullanıyordu. Mahareti ile koskoca dünyayı, gereksiz ayrıntıların tekmilini ayıkladıktan sonra, boş bir sürahi kadar berrak olan zihnine sığdırmayı başarmıştı. İşte! Bunca merhale kat ettiği için şimdi de, müellif olmaya heves etmiş talebelere sınıf şuurunu kazandıracak, edebiyatı öğretmekle kalmayıp bir de onları kurtaracaktı. Kısacası talebeler bir taşla iki kuş vurmuş olacaklar, ama kurtuldukları için ek ücret ödemeyeceklerdi.

Nihayet kıraathanenin çalar saati tokuz kere vurdu. Derken ocakçının yedi yaşındaki çırağı, elinde yağlı bir kasketle ortaya fırlayarak, “Evet âbiler! Pamuk eller cebe!” diye bağırdı. Kurs talebeleri birer ikişer 5 kuruşları kaskete attılar ve soracakları sualleri defterlerine yazarlarken çırak, topladığı parsayı Hoca’ya masa altından veriyordu. Hoca, Karl nâm bir Almanın hayranıydı. Fakat Karl’ın ‘Sermaye’ başlıklı eserinin bu memlekete geliş macerasını şöyle anlatmak belki doğru olurdu: ‘Sermaye,’ adeta, Almanca’dan telgrafla Pekin’e çekildikten sonra orada Çince’ye, Çince’den de Ibıhçaya tercüme edilmiş ve ardından da, bu haliyle memleketin lisanına kazandırılmıştı. Böylesi daha iyiydi, çünkü okuyan hemen anlıyordu. Eğer esas lisanından tercüme edilseydi anlayan çıkmazdı. Çünkü sınırlı zihinler belki de, vestiyer ve kütüphanelerindeki tekstil ve tekstlerde buldukları boş 27’luklara anlam yamayarak, hem kitaplarını hem de kendilerini birer travestiye dönüştüren acemi terzilerdi. İştirakiyyun mezhebi, herhalde bu tür terziler yüzünden memlekette dikiş tutturamamıştı.

Sıra sual sorma faslına gelmişti. Vakit gece yarısına yaklaştığı için ayaz da artık hissedilir derecedeydi. İşin kötüsü kıraathanenin iki camı çatlaktı ve cereyan yapıyordu. Bu yüzden birkaçı hariç talebeler, sandalyelerini sobanın yanına çektiler. İşte bu, adam boyunda, göbekli ve kahkaha atan bir Çinli şeklinde demirden dökülmüş akla ziyan bir sobaydı ki, adamın ağzından iki kürek kömür atıldı mı, “Har! Har! Har!” sedalarıyla kıraathane çınlar, gıdasını aldığından mıdır, herhalde demir Çinli sevinir, ama yakıt fazla geldiğinde ise kızarıp bozarırdı. Ancak harareti azalmıştı. Bu yüzden talebeler çırağa, sobaya kömür atmasını söylediler. Çünkü ‘cereyanda kalmaktan’ ve bedenlerine ‘soğuk girmesinden’ ödleri kopuyordu. Anlaşılan o ki soğuğu, tıpkı mikrop yahut adamın etine saplanan bıçak gibi maddî ve cisimsel bir şey zannediyorlardı. Bu bakımdan ‘soğuk’ onlar için, iptidai halkların totemi gibi maddî olmak yanında bir kütleye de sahipti. Soğuk, aynı zamanda tabuydu da. Cereyanda kalmamak yanı sıra, işte bu yüzden ‘taşa da oturmazlardı.’ Çünkü oturmak suretiyle bu tabuya dokundukları vakit soğuk, sert ve katı bir ejderha gibi, bulabildiği ilk geçitten bedenlerine girerdi.”

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.