Header Ads

Hayatta Bir Gün

- KARİN KARAKAŞLI -

Bir şey olana kadar her gün, herhangi bir gündür. O gün de öyle. Üniversitede dönem arası, toplantı sonrası gün ortası Kadıköy’e dönmüşüm. Annemlere alışveriş yapacağım. Daha erken çıkaydık, uğrardım Agos’a. Böyle düşünürken de arıyorum. “Ben de seni arayacaktım, toplantıdayız. On dakikaya biter, konuşuruz” diyor. Gayriihtiyari saatime bakıyorum, üçe on var. Direkli pasajın altında mahallenin Kangal köpekleri rehavetli uykularında. Elimde market poşetiyle kasaba geliyorum. Poşette kırmızı şarap var, epeyi ağır. Kasap da kıyma hazırlıyor, daha da ağırlaşmış poşetlerimle çıkıyorum. O yüzden telefonu elime almak zor oluyor, on dakikadan az biraz fazla zaman sonra çaldığında. Tanımadığım bir numara. Bir televizyon kanalından aradığını söyleyen erkek sesi “Başınız sağolsun Karin Hanım, Hrant Dink’i kaybettik. Duygularınızı öğrenebilir miyim?” diyor.

Hava kapalı, bulutların ışığı parlak. “Söylentidir, olmaz öyle şey. Ben biraz önce konuştum kendisiyle” diyorum. Bu kadar diyorum, öğrenilecek başkaca duygum yok. Sonra hep telefon çalıyor. Arka arkaya çalan numaralara bakıyor, hiçbirini açmıyorum. Böyle elimde poşetler ve dinmeyen telefon sesi eşliğinde dururken köpekler yaklaşıyor. Severim ben onları. Ama bir tuhaflık var bugün . Poşeti koklayıp üzerime tırmanmaya başlıyorlar. İçlerinden biri iki ayağının üzerinde yükselip karın hizama geliyor. Karşı kaldırımda beyaz saçlı bir adam var. “Yardım etsenize” diyorum. Öylece bakıyor.

Yürümeye çalışıyorum, imkân yok. Önüm arkam sağım solum köpek. Telefon hiç susmuyor. Sonunda kıyma poşetlerini fırlatıyorum. Köpekler poşetlere yöneliyor. Ben de eve koşuyorum. Hrant öldü, diyorum kendi kendime. Günün adı 19 Ocak oluyor.

Konuşmak işkencesi
Çok sonradan bunları yazsam “Amma klişe simge bu köpekler” diyecekler diye de düşünüyorum. Oysa hayatın gerçeği absürd ve hayat edebiyata beş basar, ben ne edeyim? Doktor “Sırf o gün için ayrı tedavi olmanız lazım, sonrasına bakarız” diyor. Beyin kimyasalları birbirine girmiş. Terapi yapamazmış. Susma hakkım yok, ağlama fırsatım da. Onun yazılarını bilimum dillere çevirmek ve günlük hayatta konuşamadığın insan hakkında konuşmak gerekiyor. Hakkında konuşup neden kendisiyle konuşamadığımı idrak etmek için ilaçları alıyorum. Aylar sonra bir gün babam “Vitaminlerini aldın mı bugün?” diye soruyor. Galiba çevre ile az biraz ilişki kurabildiğim günler. Hayat boyu ilaçlarla işi olmamış kızına konduramıyor o insan bu hali, vitamin diyebiliyor ancak. “Yok baba, düzeldim ben” diyorum, vitaminleri alıp çöpe atıyorum.

Aslında kendimi çöpe atasım var. Şöyle kanalizasyon sularına karışasım, başka coğrafyalarda geri dönüşesim. O zamanlar acı var içimde. Göğüs kafesimi oyan gazete haberleri ve beyanlar olduğunu hatırlıyorum. Katil zanlısı ile gülümseyerek fotoğraf çeken polisler, beyaz berelerle tribünleri doldurup “Hepimiz Ogünüz Hepimiz Türküz” diye bağıranlar, cinayetin nasıl kerelerce önceden rapor edildiğine dair haberler, silinen kamera kayıtları, cinayeti ballandıra ballandıra anlatan polis konuşmaları… Ne zaman acıtmamaya başladı diye hatırlamaya çalışıyorum. Çünkü o, aslında vazgeçtiğim nokta. Mücadeleden değil elbet, direnmek ezel ebed mesai. Ama beklenti üretmekten, ümit etmekten vazgeçtiğimi biliyorum. Devlet acı vermekteki sürekliliktir.
Böyle olduğu içindir ki cinayet döneminin devlet ve yargı mensupları nispet gibi terfi ettirildiğinde, hiçbir kamu görevlisi hakkında soruşturma izni verilmediğinde, cinayet davası Ergenekon ve Trabzon davalarına birleştirilmediğinde bir yerden sonra şaşırmıyorum. Devlet aynı zamanda tutarlılıktır.

Ağır elem ve üzüntü
Dışişleri Bakanlığı 2010’da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde (AİHM) yaptığı savunmada Hrant Dink’in ‘Türklüğü tahkir ettiği ve halkı kışkırttığı’ iddiasıyla Almanya’da bir Nazi liderine AİHM tarafından verilen cezayı emsal gösteriyor. Bir sene sonra İçişleri Bakanlığı, mahkemenin Hrant Dink’in öldürülmesinde ağır hizmet kusuru olduğu için verdiği manevi tazminat hükmüne itiraz dilekçesinde “Manevi tazminata hükmedilmesi için kişinin idarenin hukuka aykırı bir işlem veya eylemi sonucunda ağır bir elem ve üzüntü duymuş olması gerekir” diye savunma yapıyor.

Bu ‘menfur saldırı’dan devlet her kademede ağır bir elem ve üzüntü duyuyor, ona şüphe yok. Sorumluluğu nasıl üstlensin bilemiyor, birbirine “Aman efendim, siz önden buyrun” diye öncelik veriyor. Ergenekon’un çekirdek kadrosuna, hükümet ve cemaatin katmanları ekleniyor ve devlet, bu üçlü sacayak üzerinde muhteşem milli mutabakatına imza atıyor. Nice provokasyona gebe katliam ve politik cinayetler karşılıklı koz olarak kullanılırken dahi Hrant Dink cinayeti konusunda kimse kimseyi ele vermiyor. Orası devletin yüzyıllık sırrı. Anlayan anlıyor.

Şimdi artık ne zamandır Hrant Dink’in yaşadığı değil, öldürüldüğü, katillerinin, esas faillerinin itinayla korunduğu bir ülkedeyim. Sorumsuz, yetkisiz yaşarken adaleti hükümsüz kılan bir devlete, içindeki irili ufaklı, değişken ağırlıklı ama ille de o devletlu yok etme refleksini sahiplenici parçacıklarına infialdeyim. İçim parça tesirli bir bomba, hangi birini havaya uçurayım, bilemiyorum.

Derin ve paralel devletler birbirine çarpıştırılırken Turgut Uyar’ın dizelerindeyim:

Mutsuzluktan söz etmek istiyorum
Dikey ve yatay mutsuzluktan
Mükemmel mutsuzluğundan insan soyunun
sevgim acıyor

Galiba bu. Sevgim dışında hiçbir şeyim acımıyor artık. Bazen rüyamda görüyorum, çok uzun zamandır konuşmamışız bir sebepten. Karşımda görünce, daha rüyanın içinde düşünmeye başlıyorum. “İyi de bunca zamandır neredeydi ki? Biz niye hiç konuşmadık?” Cevabı bulduğumda zaten uyanmış oluyorum.

“Amma edebiyat yaptın, boş ver, s.ktir et Karakaşlı” diyor Hrant. Bir şeyler beni çok üzdüğünde ve elinden bir şey gelmez gibi hissettiğinde, sıkılır, böyle der. Hadi diyorum sıkmayayım onun güzelim canını. Geçip herkesin karşısına, gülümsüyorum.

Karin Karakaşlı

* Radikal İki

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.