Header Ads

Ayı Konuşuyor… Ayı Konuşuyor…

- GÜN ZİLELİ -

Bizim Erkan Yücel, öylesine doğaçtan bir oyuncuydu ki, hapishanede de oynamadan duramazdı. Tabii biz de onun doğal figüranlarıydık. Hapishanede düzenlediği oyunlardan biri de, garibanların merakını gıcıklayarak onların 25’er kuruşunu cebe indiren sirk ya da panayır şarlatanlarını canlandırışıydı. Arkadaşlarımızdan Aydoğan Büyüközden bize göre biraz daha iri yarı olduğundan onu baş aktör olarak görevlendirir, ranzaların arasına saklardı. Ranzanın önüne de bir çarşaf gererdi. Biz, sirkte dolaşan gariban, Erkan da çadır çığırtkanı olurdu. “Ayı konuşuyor, ayı konuşuyor” diye bağırırdı avazı çıkana kadar. Bu çağrıya aldanan biz garibanlar kapıda para ödermiş gibi yapıp çarşafı aralayarak “içeriye” girer, ranzalara otururduk. Çığırtkan biraz sonra içeri gelir, Aydoğan’a bakar ve “konuş ayı” derdi. Bu noktada rolümüzü daha fazla sürdüremez, Aydoğan’a bakıp bakıp kahkahayı basardık.

Bu kandırmacaya çoğumuz gerçek sirklerde de tanık olmuştuk daha önceden. Sirk çığırkanı, çadırın kapısında durur, “deniz kızı içerde, deniz kızı içerde… kaçırmayın” diye bağırır. Buna yarı inanan yarı inanmayan ama en azından içeride güzel bir kız göreceği umuduna kapılan kalabalık, çadırın kapısında sıraya girer. Çadırın öbür tarafında bir kapı daha vardır. O kapıdan “deniz kızı”nı gören meraklılar çıkmaktadır. Çıkanların yüz ifadesi görülmeye değer. Verdikleri paraya mı yansınlar, güzel bir kız görme umutlarının sabun köpüğü gibi dağılıp gitmesine mi yansınlar, hayal kırıklığı ifade eden bir yüz ifadesiyle, hatta küfür ederek çıkarlar dışarı. Burada en önemli nokta, çadıra girenlerle çıkanların birbirini görmemesidir. İntikam duygusuyla yanıp tutuşan birkaç çadır ziyaretçisi, çıktıktan sonra, diğer kurbanları uyarmak üzere çadırın girişine yönelirse de, fedailer tarafından anında uzaklaştırılırlar.

Üç kâğıtçılık bir sanattır. Tamamen gözbağcılığına ve inandırma yeteneğine dayanır. Önemli olan, tuzağınıza yaklaşan kurbanınızı ürkütmemeniz, ona kolay yoldan bir şeyler kazanma umudunu aşılamanız ve gözünü boyamanızdır. Fakat bir üç kâğıtçı bu sanatını tek başına icra edemez. Çevresinde mutlaka erketeleri ve yardımcıları olmalıdır. Erketeler çevreyi kollarken, yardımcılar kendilerine verilen inandırma rolünü oynarlar. Gençliğimde bu tuzaklardan birine düşmüşlüğüm vardır.

Sıraselviler’de bulunan Yeni Kolej’e gidiyordum sabah vakti. Beyoğlu’nun ara sokaklarında küçük bir topluluğa rastladım. Bir adam yere çömelmiş üç kâğıdın yerlerini değiştiriyor, bir yandan da “bul maçayı al parayı” diye sesleniyordu. İlgimi çekti, yaklaştım. Ayaktaki oyunculardan biri, her seferinde maçayı buluyor ve koyduğu on liranın karşılığında bir on lira alıyordu. Avucu para dolmuştu. Bunun üzerine kâğıdı açan itiraz etti. “Sen oynama artık arkadaş” dedi. Kısa bir münakaşanın ardından oyuncu kenara çekildi. Oyun devam etti. Diğer oyuncular, kenara çekilen gibi başarılı olamıyordu. Bu arada, kenara çekilen, herhalde yeni oyunculara yardımcı olmak için, bir ara maça kâğıdını kaptı, çaktırmadan kâğıda bir tırnak attı ve bizlere de gösterdi. Tırnaklanmış kâğıda oynayan bir oyuncu üst üste kazanmaya başladı. Cebimi yokladım. Annemin o günün harçlığı olarak verdiği beş lirayı sıkıca tuttum avcumda. Bu parayla öğleyin bir sandviç yiyecek, kalanı da dönüşte yol parası olarak harcayacaktım. Tırnaklanmış maça kâğıdı önümde duruyor, bana “gel” diyordu. Beş lirayı maçaya bastırdım. Adam kâğıdı açtığında uğradığım hayal kırıklığını anlatamam. Tırnaklanmış kâğıt boştu. Bizim beş lira uçup gitmişti.

Hayat deneyimlerle öğrenilir. Bir daha bu tür üç kâğıtlara katiyen yaklaşmadım ama garibanların nasıl aldatıldığını gözlemlemekten de vazgeçmedim. Bu tür üç kâğıtçılar eskiden genelev vb. türü yerlerde epeyce vardı. Buralarda tuzağa düşürülenler daha çok taşradan gelmiş gariban ameleler olurdu. Adamın biri eline bir şeker sepeti alır, diğer elinde de gösterişli bir saat tutardı. Karamelalara sarılı kâğıtlara da SAAT vb. gibi yazılar yazılı olurdu. SAAT yazılı karamelayı bulan saati alırdı. Karamelalardan birini açan üç kâğıtçı, SAAT yazılı kâğıdı çevresindeki adamlarına gösterir ve onlar da, görevlerine uygun olarak, hep bir ağızdan “SAAT” diye bağırırlardı. O anda bir kurbanın yavaşça yanaşıp sepete bir on lira attığını ve o çok belirgin karamelaya sarıldığını görmek gerçekten acı verici bir durumdu.

Böyle durumlarda üç kâğıdı örgütleyen baş aktöre hem kızarsınız, hem de becerisine hayran olursunuz. Ama esas kızdığınız, çevresinde, bu aldatmacaya katılan erketeler ve yardımcılar takımıdır. İnsafsızca oyuna katılır ve yardımcı olurlar. İçlerinden hiçbirinin yüreğinden kurbanlara acıma duygusu geçmez. Belki geçer ama görevlerinin icabını yapmaktan  da geri kalmazlar.

Dedem de çok saf bir adamdı. Bir gün yolda giderken, karşısına Arap şeyhi kılığında biri çıkmış. Adam Türkçe bilmiyor tabii. Elinde kocaman bir saat, dedeme bir şeyler anlatmaya çalışıyor. O sırada Arapça bilen bir vatandaş peydah olur. “Adam diyor ki” der, “ben çok zengin bir Arap şeyhiyim. Beni dolandırdılar. Bütün paramı kaybettim. Memleketime dönemiyorum. Bütün taşları elmas olan şu saatimi vereyim, bana 200 lira bir yol parası ver.” Bu arada adam, daha da inandırıcı olmak için saati çakısıyla açar ve içindeki elmasları gösterir. Saf dede inanır, artık adama yardımcı olmak için mi, yoksa kısa yoldan bir servete konmak güdüsüyle mi bilinmez, o gün aldığı emekli maaşındaın 200 lirayı (muhtemelen emeklilerin para çektiği yeri gözlüyorlardı) çıkarıp “Arap şeyhine” verir. Eve gelip saati Semin dayıma gösterdiği zaman elbette her şey ortaya çıkar. Kendisine verilen alelade bir saattir. El çabukluğu marifet.

Bu hikâyelerin sonu gelmez ama annemin başına gelen şu olayı da anlatmadan geçmeyeyim. Annem bir gün sokakta giderken bir de bakmış iki kişi gömlek satıyor. Gömlekleri kapan gidiyor. Hatta üçer dörder alan da var. Satanların çevresinde bir izdiham bile oluşmuş, çünkü jelatine sarılı gömlekler hem gayet kaliteli gözüküyormuş, hem de sudan ucuzmuş. Annem de sonunda bir tane kapabilmiş. Koşa koşa eve gelip gömleği jelatininden çıkarttığında ne görsün! Gömleğin önü var, arkası yok.

Bu pazartesi günü, saat 11.00’de televizyonu açıp biraz dinledikten sonra bu yazıyı yazmak geldi içimden.


Gün Zileli

30 Eylül 2013

www.gunzileli.com

gunzileli@hotmail.com

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.