Header Ads

Eski Musikimizde Ayran

- ARDA EKŞİGİL -


Eski musiki deyip geçmeyin.

Eski musiki, duymak isteyene, beklediğinden çok daha fazlasını anlatır. Yüzyıllar içinde yazılan şarkı güfteleri, bazen bir oda dolusu resmi belgeden, tarih kitabından ve söylentiden fazlasını açığa çıkarabilir. Dokunaklı ve endamlı sözlerle bize aşk acısından bahseden bir güftekar, aynı zamanda (ve/hatta farkına bile varmadan) kendi döneminin ‘modasını’ yansıtmış olur; kullandığı kelimeler, tasvir ettiği diyarlar, bize o zamanlarda insanların zevkleri, alışkanlıkları ve dünya görüşleri hakkında ipuçları verir. Bugün nasıl bir Serdar Ortaç parçası ya da İsmail Y.K’nın Allah belanı versin şarkısı ortalığı kasıp kavururken gelecek nesillere bizim zevkimizle ilgili ‘bir şeyler’ söylüyorsa, Hafız Post’un Gelse O Şuh Meclise isimli rast bestesi de bize on yedinci yüzyılın aleminden kırıntılar sunuyor.

Diğer taraftan, bu eski besteler yalnızca şişedibi gözlükleriyle tozlu kitapların arasında gerçeği ararken kaybolmuş tarihçilerin ilgisini çekecek maiyette değil. Onların hala – kısmen de olsa – yaşamasını sağlayan, işledikleri konular. Apple bizi oyalayacak ne kadar İphone application’u çıkarırsa çıkarsın, popçu Ajdar ne kadar klip çekerse çeksin, insanı sevindiren, üzen, keyiflendiren ya da endişelendiren esas meseleler değişmiyor. İki aşığın visali, hüzünlü bir ayrılığın feryadı, ilk baharın neşesi, son baharın kasveti, ölümün kaçınılmazlığı iyi bestelenir, yazılır ve okunursa, nağmelerin tarihi önem arz etmiyor. O yüzden, Mehveş Hanım yüzyılın başından kaçsam bırakıp senden uzak yollara gitsem/kalbim yanıyor ismini her kimden işitsem diye seslenince radyoda çalan Çelik ya da PowerTürk’te dans eden Gülşen – birkaç dakikalığına da olsa – susabiliyor.

Bu parça gibi benliğimize işlemiş, çocukluğumuzda anneannemizden, salaş bir meyhanede taş plaktan, ya da düşünceli ve gamlı bir taksicinin mırıldanmasından aşina olduğumuz birçok eser bize acıyı, aşkı, ölümü, yalnızlığı, çaresizliği ya da mutluluğu anlatır. Çok sevdiğimiz ayrana saygısızlık ve hürmetsizlik olmasın ama, hiçbirinde ‘bu gece efkarlıyım, ayranım nerede’, ya da ‘sen yoksun, kendimi ayranda buldum’ gibi ifadelere rastlamayız.

Onaltıncı yüzyılda yaşamış bir Osmanlı bürokratı olan Gelibolulu Mustafa Ali’nin Mevaidü’n nefais fi kavaidü’l mecalis isimli eserinde dost meclislerinde yeme içme adabını anlatmasından, Ayni’nin ya da Nev’izade Atayi’nin meyhanelerde mey (şarap) getiren genç oğlanları (saki) ve meyhane kültürünü ağdalı bir dille tasvir ettikleri Sakiname’lere, oradan on yedinci yüzyılın meşhur Bekri (Ayyaş) Mustafa fıkralarına kadar, Osmanlı edebiyatında içkiye yapılan sayısız alıntıyla karşılaşırız. O kadar ki, Reşad Ekrem Koçu, Aşık Şairler ve Padişahlar kitabında, On beşinci yüzyılda yaşamış bir İslam bilgini olan Kadıasker Müeyyedzade Abdurrahman Efendi’nin bile ‘şarib ül-leyl ü nehar’ olduğunu, yani ‘gece gündüz içtiğini’ ve şu sözlerle kendini savunduğunu aktarır:

İçelim içelim şarab içelim
Sofi miyiz ki safi ab içelim (sofu muyuz ki saf su içelim)
Ahirette olur şaraba hesab (öbür dünyada şarabın hesabı verilir)
Biz anı bunda bi-hesab içelim (biz onu burada hesapsız içelim)

Allah taksiratını affetsin, fakat iş rahmetli Müeyyedzade'yle bitmiyor. Görünüşe bakılırsa, bizim kadar olmasın ama ecdat, bir miktar içki tüketmiş.

Bunun izlerini Osmanlı müziğinde de sürmek mümkün. Tatyos Efendi, kürdilihicazkar makamındaki bir bestesinde, yüz yıl öncesinden rakıdan korkarak ayranın arkasına saklanan Başbakan’a, dizilerde rakıya uyuşturucu muamelesi yapıp buzlayan sansürcülere bir hatırlatma yapmış bile:

Ehl-i aşkın neşvegahı kuşe-i meyhanedir (aşk ehlinin neşe yeri meyhane köşesidir)
Sakiya uşşakı dilşad eyleyen peymanedir (Aşıkların sakiye gönül verme sebebi kadehtir)
Güft ü gu-yi aleme aldanma hep efsanedir (Söz söyleyen aleme aldanma hep efsanedir)
Sakiya uşşakı dilşad eyleyen peymanedir (Aşıkların sakiye gönül verme sebebi kadehtir)

Kesriyeli Sıdkı Bey, Doldur ey saki bu Cem bezminde (içki meclisinde) bir gün mey biter derken sanki bugünleri ya da yarınları görmüş gibiyse de genelde, ecdadın gönlü rahattır. Ahmet Rasim’in bir eseri Aman saki canım saki doldur doldur da ver diye başlar ve kastedilen, ne yazık ki, ayran değildir. Kazasker Mustafa İzzet Efendi’nin bir parçası Doldur getir ey saki-i gül-çehre piyale/Sagar yetişir bu gecelik def’-i melale (Doldur getir kadehi ey gül çehreli saki/ Kadeh yetişir bu gece gamımı def etmeye) diye başlar. Buhurizade Mustafa Itri’nin (ö.1712) devasa eserlerinden Neva Kar, meşhur Farsi şair Hafız-ı Şirazi’nin şu beytiyle başlar:

Gülbün-i iyş mi demed, saki-i gül-izar ku? (eğlence ve içki fidanı yetişiyor, gül yanaklı saki nerede?)
Bad-ı bahar mivezed, bade-i hoş-güvar ku? (bahar rüzgarı esiyor, lezzetli şarap nerede?)

Bu ve bunun gibi yüzlerce örneğin bana verdiği yetkiye dayanarak ben derim ki, boşuna rakı yerine ayran, şarap yerine şıra koymaya çalışmayın; hepsinden zevk almanın yeri, zamanı ve usulü var. İsteseniz de istemeseniz de, bu memleket güne Salat-ı Ümmiye ile başlar Elveda Meyhaneci ile bitirir. Dario Moreno’nun ruhu Her Akşam Votka Rakı ve Şarap diye haykırır; Rakı kadehleri çıngırdarken, fonda Agora Meyhanesi tıngırdar.

Kabullenemiyorsanız, siz mehtabı ayranla temaşa edin. Levreği, kalkanı buzlu ayranla yiyin. Geçen yılları, yaklaşan ölümü ya da karşılıksız aşkın acısını şırayla, bozayla ya da yine kutu ayran eşliğinde çıkarın. Biz, ecdadın izinden gideriz. Çünkü, Yahya Kemal’in dediği gibi,

Bizler kadehde aks-i ruh-i yâri görmüşüz (bizler kadehte sevgilinin ruhunun suretini görmüşüz)

Sizler ayranda ne gördünüz?

Arda Ekşigil

* http://www.sufflor.com/gundem/eski-musikimizde-ayran

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.