Header Ads

Thatcher'ın Bir Kulağından Girip Öbür Kulağından Çıkan Şarkılar


Morrissey’in ‘Viva Hate’ (Yaşasın nefret) albümü, zarif bir gitar soloyu aniden bıçak gibi kesen bir gürültüyle kapanıyordu. Bu bir giyotin sesiydi. ‘Margaret On The Guillotine’ adlı son şarkı, Thatcher’ı sereserpe idam sehpasında düşlüyordu. Morrissey, şarkıda Thatcher’dan, bu harika düşü gerçeğe çevirmesini, bir zahmet ölmesini rica ediyordu.

Albüm piyasaya çıktıktan iki hafta sonra, 1988 Nisan’ında Thatcher Türkiye ’yi ziyaret etti ve Özal’la saatlerce baş başa görüştü. İki başbakanın yüklü bohçasında Kıbrıs, Türkiye’nin AT’ye tam üyeliği, NATO, doğalgaz yatırımları, İstanbul ’a üçüncü köprü ihalesi gibi iri konular vardı. Acaba görüşme esnasında resmi gündemden bir an uzaklaşıp iki ahbap çavuş gibi dertleşmişler midir? Belki Özal laf arasında, kendisiyle dalga geçen mizah dergilerinden yakınmış, karikatüristleri mahkeme kapılarında nasıl süründürdüğünü anlatmıştır. Thatcher, “Sen ne diyorsun, o da bir şey mi?” diye cevap vermiştir, “Daha geçen gün bir şarkıcı beni giyotine gönderdi.”



Lakabının hakkını verdi! 
Ronald Reagan, Margaret Thatcher ve Turgut Özal, boy sırasına girip neoliberalizm doğrultusunda dünyayı yörüngesinden oynatmaya çalışan üç liderdi 80’li yıllarda. Hele birbirlerinden iki yıl arayla aynı gün (13 Ekim) doğan Thatcher ve Özal, bir terazinin iki kefesi gibiydi. İngiliz başbakan, Ankara ’daki basın toplantısında “Bana orada Özalcı, Özal’a burada Thatcher’cı diyorlar” diye itiraf etmişti.

Thatcher, 1979-1990 arasında, üst üste üç seçim kazanarak İngiltere’yi yönetti. Başbakanlığı müddetince, Sovyet basınının daha 1976’da taktığı ‘Demir Leydi’ lakabının hakkını vermek için elinden geleni ardına komadı: Sendikalarla amansız bir savaşa girdi, kamu yatırımlarının tepeden tırnağa özelleştirilmesinin yolunu açtı, İrlandalı bağımsızlık hareketlerine karşı sert tedbirler aldı, sömürgeciliğin kof gururuyla Falkland Adası için Arjantin’le savaştı, işsizliği ve ırkçılığı kışkırtarak toplumsal dayanışma ruhunu yok etti… Böylelikle, o güne kadar – birkaç istisna dışında – yeldeğirmenleriyle savaşmakla yetinen rock müziğine, kendini canlı bir hedef tahtası olarak sundu. Yoksul bir bakkalın kızıyken Oxford tahsili ve zengin bir koca sayesinde basamakları jet hızıyla tırmanan Demir Leydi, 80’lerin rock sanatçılarının bir numaralı ilham perisi ya da cadısıydı.

Morrissey, bedduasında yalnız değildi. Elvis Costello 1989’daki ‘Tramp The Dirt Down’ şarkısında, işçi sınıfına karşı cürüm işleyen Thatcher’ın mezarının çamurları üzerinde dans adımlarıyla yürüyeceğini söylüyordu. Hefner grubu ise, Thatcher aktif siyaseti bıraktıktan yıllar sonra, 2000’de seslendirdiği ‘The Day That Thatcher Dies’da, Thatcher öldüğünde, bu müjdeli haberin bütün gece şarkılarla, danslarla kutlanacağından bahsediyordu. Her iki şarkının da finali ‘Oz Büyücüsü’ müzikalindeki neşeli havaya bağlanıyordu: ‘Ding dong, ding dong, cadı öldü, cadı öldü!’

Pink Floyd’un 1983’teki ‘The Final Cut’ albümü, neredeyse tümüyle Thatcher’ın acımasız politikalarını sorguluyordu, başta ‘Post War Dream’ şarkısı olmak üzere: ‘Ne yaptık Maggie/Ne yaptık İngiltere’ye/Çığlık mı atsak/Haykırsak mı/Ne oldu savaş sonrası rüyasına?..’ Paul Weller’ın grubu The Style Council’ın ‘Our Favourite Shop’ (1985) ve Billy Bragg’in ‘Workers Playtime’ (1988) albümleri de Thatcherizmi lanetleyen şarkılarla doluydu. Weller ve Bragg, apolitik gençliği İşçi Partisi saflarına çekmeye çalışan Red Wedge (Kızıl Takoz) hareketi konserlerinde de aktif rol aldılar.

80’lerin başından ortasına kadar, nice fabrika ve tersanenin kapatılması, maden işçilerinin kararlı grevinin kırılması, ‘Ghost Town’ (The Specials), ‘Shipbuilding’ (Costello/Robert Wyatt), ‘We Work The Black Seam’ (Sting), ‘Heartland’ (The The), Red Hill Mining Town (U2) gibi onlarca acılı şarkı doğurdu. The Beat gibi ska’cılar, The Exploited, Crass gibi punk’çılar, Human League, Blow Monkeys gibi new-wave’ciler, Simply Red gibi soul’cular, Ewan MacColl gibi folkçuların yazdıklarını da eklersek, arkalı önlü iki 90’lık kaset dolduracak kadar Thatcher’lı şarkı piyasaya çıktı 80’lerde.

Bob Dylan’ın evladiyelik ‘Maggie’s Farm’ı da nice konserde bir anti-Thatcher marşa dönüştü. Bu kervana sonradan Manic Street Preachers gibi gruplar da katıldı. Elton John bile 2005’te, 80’li yılları ve madenciler grevini anlatan ‘Billy Elliot’ müzikali için ‘Merry Christmas Maggie Thatcher’ı seslendirdi: ‘Mutlu noeller Maggie Thatcher/Hep birlikte kutluyoruz/Ölüme bir gün daha yaklaşmanı.’

Peki bu şarkılar ne işe yaradı? Elbette Bayan Thatcher’ın bir kulağından girdi, öbür kulağından çıktı. Çoğu listelerde fazla yükselemedi ama azımsanmayacak sayıda gence politik bir yön duygusu aşıladı, değerli bir miras olarak gelecek kuşaklara aktarıldı. Sonunda kazanan neoliberalizm de olsa, gidişata çomak sokan sanatçıların varlığı tarihin umut hanesine mavi mürekkeple yazıldı. Yenildiler, ama ezilmediler!

‘Miss Maggie’ hit oldu 
Thatcher’ı yerden yere vurarak ülke çapında hit yaratan tek şarkıcı Renaud oldu. Ama bu ülke maalesef İngiltere değil, Fransa’ydı. Fransız solcu yıldız Renaud, 1986 tarihli ‘Miss Maggie’ şarkısında, Thatcher’ı erkek egemen dünyanın utanç verici savaşçı ahlakının temsilcisi kimliğinde gösteriyor, ‘Şu gezegende hiçbir kadın/Asla erkek kardeşinden/Daha salak, daha kibirli, daha namussuz değildir/Belki bir tek Madam Thatcher hariç’ diyordu. 72 dizelik destansı şarkı, bir ‘öbür dünya’ tasviriyle nihayetleniyordu: Renaud’ya kalsa, dünyaya bir köpek olarak yeniden gelecek ve her gün bir sokak lambası niyetine Madam Thatcher’ın dibine işeyecekti!



DERYA BENGİ

*http://www.radikal.com.tr/radikal.aspx?atype=radikaldetayv3&articleid=1075693&categoryid=138

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.